Kuşatma 1453’ün yazarı Okay Tiryakioğlu’ndan eşsiz bir tarihî şahsiyetin sarsıcı romanı: YAVUZ.
Sefer güzergâhını soran vezire, “Sır tutmayı bilir misin?” diye soran; “Evet!” cevabını alınca “Ben de bilirim.” karşılığını verecek denli temkinli, “dünya”yı kafasında taşıyan bir gaye adamı.
Hedefleri uğruna kardeş kavgasını hatta baba-oğul çekişmesini bile göze almak zorunda kalan küçük şehzade.
Bu kararlılığına, son nefesine kadar, kaybettiği kardeşleri ve can dostlarının özlemi eşlik etmiş şair bir yürek.
Devletine ve ümmetine 400 yıl soluk aldıran eşi benzeri görülmemiş 8 yıllık bir “hamle”nin mimarı halife.
Ve çevresindekilere aklı yitirmenin sınırlarını zorlatan bir yaralı son: Şirpençe.
Hiç abartılı olmayan ama kahramanlarının dayandıkları manevi gücü de ıskalamayan olgun bir edebî dilin romanı: YAVUZ
ÖNSÖZ
Sadakatli okurlarımın ne zamandır sordukları küçük bir suali yanıtlamadan geçmemem gerektiğini düşünüyorum. Korku, gerilim ve aksiyonun o sürükleyici ancak gotik atmosferinden çıkıp da , ‘tarihi roman’ların görkemli dünyasına neden ve nasıl geçiş yaptım?
Benim hakikatli okuyucum. Çocukluk ve ilk gençlik yıllarım boyunca tarihimizi oluşturan o girift olaylar silsilesinin içinden küçük de olsa bir parçaya uzanıp koparmayı, onu kafamda yeniden şekillendirmeyi ve kahramanı benmişim gibi davranmayı severdim. O ufak zamanlara gözlerimi diktiğim mazi penceresinin kanatları arasından öyle bir rüzgâr eserdi ki, taşıdığı hoş ve gizemli kokular aklımı başımdan alırdı. Ancak profesyonel yazı hayatımın ilk yıllarında Macabre’nin kan donduran gizemlerine dalıp gitmiştim. Tarihi içerikli anlatılar hiç yoktu aklımda. Fakat zaman geçtikçe, tarihin, aslında hayatımızın her anına sirayet eden bir hakikat olduğunun ayırdına vardım. Özellikle bizimki gibi, hayrete şayan şekilde geçmişiyle kavgalı istisnai bir millet için, tarihi anlatıların yeni formlara kavuşturulup sunulması bir zorunluluktu. Bunun için beni herkesten evvel yüreklendiren sevgili yayıncım Emine Eroğlu Hanımefendi’ye teşekkür borçluyum.
Tabii tüm bu düşüncelerin somut bir hale dönüşmesinde, kadim dostlarım Sergio Galimberti ve Fabiano Pedretti’nin katkılarını söylemeden geçemeyeceğim. Milano Medalı ihtiyar gladyatör Sergio Galimberti’yle Orta Asya’nın o kıraç ve yabani coğrafyasında yaptığımız gezintiler ve sohbetler benim için çok kıymetlidir. Kendisi İstanbul savunmasına katılan Cenovalı bir kadırga kaptanının torunlarından. Fabiano ise dedelerinden tacir bir Venedikli ve Osmanlı’yla arası pek de hoş olmayan atalarının sıkıntısını Marco Polo usulü bir derinlikle, Merkez Asya’nın unutulmuş köşelerinde gideriyor. Pedretti bize sonradan katıldı ama hep birlikte binlerce kilometre yol yaptık. Samanların gizemli ayinlerine katıldık, mağara kovuklarında gizlenen büyücülerin dişsiz ağızlarında mırıldandıkları tanımsız lanetleri işittik, kadim camilerde ben secdedeyken, dostlarım diz çökmüş dua ediyorlardı. Tanrı Dağları’nın koyu gölgeli ereklerinde kurtların saldırısına uğradığımız o gece, bir ahırın saman yığınları üzerinde konaklarken birbirimize anlattığımız öyküler hala kul ağımdadır. Dışarıda arazi aracımızın dışında dolanan vahşi hayatın gündelik yırtıcılığını aşmıştık o öykülerde. Tarihe inanmaya, gerçeklerin ve efsanelerin ışığında onları yeniden canlandırmaya işte böyle karar verdim değerli okuyucum.
Şunu hep hatırlayalım ki hayatın gri ayrıntıları bizi boğar, televizyon, bilgisayar oyunları ve internet gibi suni yüzleri, bu gri düzlemin üzerindeki farklı renkler olarak görmeyin. Bize yalan söylüyorlar. Modern zamanlar ve sahte ışıltılı nimetleri içimizdeki karanlığı arttırır. Ancak okuyarak aşabileceğimiz bu devasa kara deliğin dışına çıkaracağım bu aksam sizleri. Beni takip edin…
I
“Tilkinin biri, gün doğarken gölgesine baktı:
‘Öğlene bir deve yiyeceğim bugün’dedi. Ve bütün sabah
deve arayarak dolaştı durdu. Öğle vakti gölgesini bir kez
daha görünce, dedi ki: ‘Fare de olsa yeter bana.”
Halil Cibran (Tilki)
İSTANBUL KASIM 1479
Marmara kıyıları boyunca uzanan gedikli mum, yağ ve sabun atölyelerinden en önemlilerinden birkaçının sahibi olan Selanikli Koca Yakup Efendi’nin oğlunun sünnet düğünü, Kasım ayının son cumartesi gününe denk geliyordu. Bu yüzden kırmızı kiremitli ahşap evlerden kurulu iç içe geçmiş mamur Galata’nın civarında sıra dışı bir heyecan ve hareketlilik vardı bugün.
Oysa yaklaşan kışın alacakaranlığı, soğuk kuzey rüzgârlarıyla birlikte çöküyordu şehrin üzerine. Bacalardan yükselen incecik dumanlara, masal mavisi kanatlarıyla tutunan kış kuşları peyda olmuştu gri gökyüzünde. Bakır rengi ormanlık tepelerden Haliç’e ve Boğaz’a inen berrak derelerin etrafında hava daha da soğuyordu. Kar kokusu alan karınları tok vahşi hayvanlar, günbegün yağlanan bedenlerini şehrin sakin ve yeşil sırlarında ki kuytulara gizlemeye başlamışlardı bile. Kendilerini besleyen vakıf görevlilerini tanıyan keskin burunları minnetle havayı yokluyor, sanki tüm yolcu ve kervanların bu sayede emniyette oldukları nadir bir dönemin yaşandığını biliyorlardı.
Hangi zamandan kaldığı meçhul eski bir kederin buğusu yayılıyordu asalarına yaslanan ihtiyarların dişsiz ağızlarındın. Kuru yaprakların savrulduğu ıslak ara yollardan, parke taş kaplı bakımlı ana caddelere çıkan köse başlarında rüzgâr daha da sertleşiyordu. Böyle anlarda, sıcak mescitlerin içlerindeki sobaların etrafında yer kapabilmek için adımlarını hızlandırıyordu ak sakallılar. Çoğu fethi görmüş olan arkadaşlarla eski günler yâd edilecek, yeni fetihlerin hayallerinde güçsüz bedenleri eski görkemlerine kavuşacaktı.
Kafesli cumbaların gerisindeki güvenli odalarında, zamanın yıldızı şehirlerinin görkemli kubbeler ve minarelerle süslü siluetini izliyordu kadınlar. Onlar için bugünler, hanedan üyeleri hakkında yapılacak fısıldaşmalar için uygun zamanlardı. Sıcak salep ve şerbet eşliğinde Fatih Sultan Mehmet Han ve ailesi üzerine kendilerinin dahi inanmakta güçlük çektiği şeyler anlatılır, yakışıklılığı ve acar duruşuyla huzursuz bir gölge gibi aralarında gezinen Cem Sultan üzerine bitmez tükenmez hadiseler üretilirdi, Fatih’ten sonra tahta en çok yakıştırılan aday oydu çünkü.
Boğaz boyunca inen soğuk rüzgâr, yağmur oluklarında apansız çığlıklar atardı kimi zaman. Uzayan sohbetler sessiz ürpertilerle bölünür, buğulu camları döven yağmurun tıpırtısına gizlenen fisıltılar usulca dinerdi. Annelerinin dizlerinde uyuklayan çocuklar, âlemin temeli şevketli padişahlarının şehzadeleri yerine kendilerini koyarlardı böyle anlarda. Uykuyla uyanıldı arasındaki o muhteşem âlemin rengârenk derinliklerinde her biri bir Bayezıt ya da Cem olur, taht için birbirlerine amansızca kılıç çekerlerdi.
Yakup Efendinin emriyle, uzak mahallelerdeki, zengin vakıf geleneğini yansıcan, daire ve sekizgen kasnaklı muhteşem kubbeleri, ilmin ışığını gök kubbeye saçan tas medreselerin talebelerine varıncaya kadar kurban ederi dağıtılıyor, duaları alınıyordu. Tun; parmaklıklarında kandil ışıklarının kırıldığı loş kütüphanelere para yardımı yapan yağmur yüzlü görevlilerin solgun varlıkları bir belirip bir kayboluyor, tanınmamak için hususi bir gayret sarf ediyorlardı. Bölgedeki tüm aşhanelerde yemek içmek bedavaydı bugün. Er suyu çorbalar kazanlarda taşınıyor, kebaplar peş peşe ocaklara atılıyor, yığma pilav yüklü siniler tertemiz örtülerle kaplı masaları geziyordu.
Yakup Efendinin konağının rengârenk fenerlerle çevrili bahçesinde, ahi zaviyesinden gelen beyaz keçe külahlı, uzun ak abalı güçlü kuvvetli genç yiğitler görülüyordu. El emeği hediyelerini sunuyorlar dualar ediyorlar, nasihatlerde bulunuyorlardı. Mevlevi tekkesinin dervişleri de bahçenin bir kösesinde toplanmışlardı. Her zamanki gibi daha deruni ve sükûn üzere bir havaları vardı. Ahiler ve Mevleviler, tarihi on üçüncü yüzyıla dayanan kadim huzursuzluklarını unutturacak şekilde birbirlerine sokuluyorlardı kimi zaman. Böyle özel günlerde âdet olduğu üzere karşılıklı olarak pek de içten olmayan iltifatlarını sunuyor ancak uzun boylu sohbetlerden kaçınıyorlardı.
Yemekler yenip, dualar edildikten sonra dervişler tekkelerine döndüler. Kısa süre sonra da mahalle aralarına yayılan eğlencenin en hararetli anları başladı. Doru bir at üzerinde sokaklarda gezdirilen sünnet çocuğu, ilgi odağı olmanın ve verilen armağanların sarhoşluyla az sonra başına geleceklerin korkusunu çoktan unutmuştu. O karmaşanın içinde çocuğu kaparak nezaketi ve elinin çabukluğuyla işini görüveren Rum cerrah, ücretinin yanı sıra yüklü bir bahşişi de hak etmişti. Yakup Efendi de bundan kaçınmadı.
Selanikli Yakup Efendi’yi bulunduğu mahallenin ya da atölyelerinin olduğu bölgelerdeki mescitlerde gören olmadığı için aslını yitirmediği ve hiçbir zaman Müslüman olmadığı söylenirdi. Kimilerine göre Enderundan çıkmaydı, ancak tahrir defterlerinde kaydı olmadığı iddia ediyordu. Galata Kadısı Hızır Bey gibi adalette eşsiz birinden aksi bir davranış beklenmeyeceğine göre, vesikalarda kanunsuz bir oynama söz konusu olamazdı şüphesiz; hem zaten kim üstüne vazife olmayan bir konuda böyle bir şeyi sorabilirdi ki? Ayrıca devletten sağlam bir mesnet bulmadan gedikli ticarethanelerini kurması ve geliştirmesi düşünülemezdi. Venedik’in Rialto semtinde büyük bir ipek deposu olduğu da biliniyordu ve şayiaya göre kuzey Avrupa’ya yapılan ipek ve ipekli dokuma ticaretinin büyük bir ayağını bu depo oluşturuyordu. Peki, neyin nesiydi bu adamı gizemli, ancak halk üzerinde muteber kişiliği ve yardımsever halleriyle sempati toplardı Yakup Efendi. Ortodokslara göre gelecekte bir aziz, Müslümanlara göre ise kibar evliyadan gizli bir ermişti.
Son zamanlarda hakkında çıkan tek olumsuz lâkırdı oydu ki, az önce sünneti gerçekleştirilen çocuğu üçüncü zevcesinden değil, cariyelerinden birinden peydahlamıştı Yakup Efendi. Çocuğun düpedüz esir mezadından alınmış bir Latin olduğunu söyleyenler de vardı. Pürüzsüz esmer teni, enli yüzü ancak biçimli yüz hatlarıyla yakışıldı bir İranlıya da benziyordu sevimli yavrucak. En fazla sekiz yaşında kadar görünüyordu ki, daha fazla olamazdı. Yakup Efendi esmer değildi ve kadınlarının içinde bu kadar esmeri olmadığı da aşikârdı ancak gerçekte neler olduğunu kim bilirdi?
O soğuk Kasım ikindisi Galata halkı, çengiler, sazendeler ve cambazlarla eğlenir, gölge oyunu oynatılan, derme çatma karanlık odalarda çocuklar kahkahadan kırılırken, gün kavuşmadan yakılan meşalelerle ortalık bir gündüz yerine döndü. Kimileri Sultanın da yatsıyı müteakip eğlentiye katılacağını söylüyorlardı. Sonunda bu kaynağı belirsiz haber öyle yayıldı ve kalabalığın keyfi ve heyecanı öyle yükseldi ki aralarına karışan sıradan görünümlü dört çocuk kimsenin dikkatini çekmedi.
…