Felsefe-Sosyoloji-Psikoloji

Yeni Atlantis

YENİ ATLANTİS

BİTMEMİŞ BİR ESER

OKUYUCUYA

Bu hikâyeyi, efendim, bir ilim müessesesinin örneğini vermek maksadıyla kaleme aldı. Süleyman Evi veya Altı Günlük İşler Koleji adını verdiği bu müessese tabiatı anlamak ve insanlığa faydalı büyük ve harika eserler meydana getirmek için kurulmuştur. Efendim eserinde bu kısmın sonuna gelmişti. Şüphesiz örnek, içindeki şeylerin çoğu insanoğlunun kudreti dahilinde olmakla beraber, her bakımdan taklit edilemeyecek kadar geniş ve büyüktür. Efendim aynı zamanda bu hikâyede bir kanunlar sistemi veya en iyi bir devlet ve cemiyet şekli yaratmayı düşünmüştü. Fakat bunun uzun bir eser olacağını görerek çok daha fazla sevdiği tabii tarihe malzeme toplamak arzusuyla bu düşüncesinden vazgeçti.

RAWLEY

Tam bir yıl kaldığımız; Peru’dan yelken açarak Güney Denizi [Pasifik Okyanusu.] yolu ile Çin’e ve Japonya’ya doğru yola çıktık. Yanımıza on iki aylık yiyecek almıştık. Beş ay ve daha fazla doğudan, hafif ve zayıf olmakla beraber, müsait rüzgârlar esti. Fakat sonra rüzgâr birdenbire döndü. Günlerce hep batıdan esti, bu yüzden az yol alıyor, bazen hiç alamıyorduk. Birkaç defa geri dönmek istedik. Fakat sonra güneyden doğuya doğru esen şiddetli bir fırtına çıktı. Bizi (bütün gayretlerimize rağmen) kuzeye doğru sürükledi; bu sırada, idareli kullandığımız halde, yiyeceğimiz tükendi. Böylece dünyanın uçsuz bucaksız sularının ortasında yiyeceksiz kaldık. Kendimizi mahvolmuş sayıyor, ölüme hazırlanıyorduk. Bununla beraber gönüllerimizi ve seslerimizi “denizlerde harikalarını gösteren” göklerdeki Tanrıya yönelttik: onun merhametine sığınarak “nasıl başlangıçta denizin yüzünü açıp kuru toprağı gösterdi ise şimdi bize ölmemek için toprağı göstermesini diledik. Gerçekten de ertesi gün akşam üzeri enginde kuzeye doğru kesif bulutlar gördük. Bu bize karaya yaklaştığımız ümidini verdi. Çünkü Güney Denizinin bu kısmının tamamıyla tanınmamış olduğunu, orada şimdiye kadar keşfedilmemiş adalar ve kıtalar bulunabileceğini biliyorduk. Bunun üzerine rotayı kara gibi bir şey görünen yöne çevirdik ve bütün gece yol aldık. Ertesi gün şafak sökerken gözlerimizin önünde düz bir kara parçasının uzandığını gördük. Ormanlarla kaplı olduğu için daha da karanlık görünüyordu. Bir buçuk saat gittikten sonra iyi bir limana girdik. Burası pek büyük değilse de iyi yapılmış, denizden pek hoş görünen güzel bir şehirdi.

Karaya çıkıncaya kadar her dakika düşünerek sahile yanaştık. Karaya çıkmaya teşebbüs ederken birdenbire karşımızda ellerinde bastonlar olan birtakım adamlar gördük. Bunlar sanki bizim karaya çıkmamızı istemiyorlardı, ama bağırmadan veya şiddet göstermeden sadece yaptıkları işaretlerle uzak durmamızı bize anlatıyorlardı. Bunun üzerine, oldukça büyük bir hayal kırıklığına uğramış bir halde, aramızda ne yapacağımızı konuşmaya başladık. Tam o sırada içinde yedi sekiz kişi bulunan bir sandalın bize doğru geldiğini gördük. Sandaldakilerden birinin elinde iki ucu maviye boyanmış sarı kamıştan bir asa vardı. Bu adam hiç bir emniyetsizlik göstermeyerek gemimizin güvertesine çıktı. İçimizden birinin diğerlerinden biraz fazla ileriye çıkmış olduğunu görünce cebinden küçük bir parşömen tomarı çıkardı. Bu bizim parşömenlerimizden biraz daha sarı, yazı tabletlerinin yaprakları gibi parlak, fakat yumuşaktı, kolay bükülüyordu. En öndeki adamımıza onu verdi. Bu tomar içinde, eski İbranî, eski Grek ve Üniversitelerde kullanılan iyi Lâtin ve İspanyol dillerinde şu sözler yazılı idi: “Hiç biriniz karaya çıkmayınız. Size daha uzun bir mühlet verilmezse, on altı gün içinde bu sahillerden gitmek üzere tedbir alınız. Bu esnada tatlı su, yahut yiyecek veya hastanıza yardım isterseniz, yahut geminiz tamire muhtaç ise, ihtiyaçlarınızı yazınız, kudretimiz dahilinde olanlar verilecektir.” Bu vesika, üzerinde aşağıya doğru sarkık fakat açılmamış kanatlı ve yanında bir haç bulunan bir melek çocuk tasvirini taşıyan bir mühürle damgalanmıştı. Bunu verdikten sonra memur döndü, cevabımızı almak üzere yanımızda yalnız bir uşak kaldı.

Bunun üzerine kendi aramızda konuşurken ne yapacağımızı şaşırdık. Karaya çıkmamıza izin verilmemesi, hemen geriye dönmemizin söylenmesi bizi pek üzüyordu. Diğer taraftan ahalinin dil bilmeleri, nazik ve medenî oluşları bizi biraz teselli ediyordu. Her şeyden evvel vesikadaki haç işareti bizim için bir sevinç kaynağı ve sanki bir kurtuluş alameti idi.

Cevabımızı İspanyolca yazdık. Gemimizin iyi durumda olduğunu, çünkü fırtınalardan ziyade durgun hava ve aksi yönlerden esen rüzgârla karşılaştığımızı, hastalarımıza gelince bunların sayıca fazla ve ağır olduklarını, karaya çıkmalarına izin verilmezse hayatlarının tehlikeye düşeceğini bildirdik. Diğer ihtiyaçlarımızı uzun uzadıya yazdık ve biraz malımız olduğunu, bunlarla bazı şeyler mübadele etmek isterlerse, kendilerine yük olmaksızın ihtiyaçlarımızı temin edebileceğimizi de ilâve ettik. Uşağa mükâfat olarak birkaç altın ve memura takdim edilmek üzere bir parça kırmızı kadife vermek istedikse de uşak bunları almadı. Onlara bakmak bile istemeyerek bizden ayrıldı, kendisi için gönderilen diğer bir küçük kayığa binip gitti.

Cevabımızı gönderdikten üç saat sonra bize doğru yerli olduğu anlaşılan bir şahıs geldi. Üzerinde bir nevi sof kumaştan geniş kollu, güzel bizimkilerden çok daha parlak, lâcivert renkte bir kaftan vardı. İç elbisesi yeşildi, bir kavuk biçiminde gayet zarif, Türk kavukları kadar da büyük olmayan serpuşu da aynı renkteydi. Saçları onun kenarından lüle lüle taşıyordu. Görünüşü insana hürmet telkin ediyordu. Bazı yerleri yaldızlı bir kayık içinde geliyordu, yanında yalnız dört kişi daha vardı. Arkalarından gelen başka bir kayıkta ise yirmi kişi bulunuyordu. Gemimize bir ok atımı kadar yaklaşınca bize işaretler yaparak onu su üzerinde karşılamamız için birkaç kişi göndermemiz lâzım geldiğini anlattılar; bunu hemen yaptık: başımızdaki insanı ve onunla beraber içimizden dört kişiyi gemimizin sandalıyla gönderdik. Kayıklarına altı yarda kalınca bağırarak durmamızı ve daha fazla yaklaşmamamızı söylediler. Söylediklerini yaptık. Bunun üzerine evvelce kılığını kıyafetini anlatmış olduğum adam ayağa kalktı. Yüksek sesle İspanyolca olarak “Hıristiyan mısınız?” diye sordu.

Yazının altında görmüş olduğumuz haç dolayısıyla daha az korkarak “Evet, Hıristiyan’ız.” dedik. Bu cevap üzerine adı geçen şahıs sağ elini semaya doğru kaldırıp yavaşça ağzına doğru çekti. Bu işareti onlar Tanrıya şükrettikleri zaman kullanırlarmış. Sonra bize: “Hepimiz korsan olmadığınıza, son kırk gün zarfında haklı veya haksız, kan dökmediğinize dair, İsa’nın başı üzerine, yemin ederseniz, karaya çıkmanıza ruhsat verilebilir.” dedi. Bunun üzerine, yanındakilerden biri ki kılığından bir noter olduğu anlaşılıyordu, keyfiyeti bir deftere kaydetti. Bu yapıldıktan sonra, aynı sandalda büyük adamın yanında

bulunan diğer bir şahıs, efendisi kendisine birkaç söz söyledikten sonra, yüksek sesle: “Efendim bilmenizi istiyor ki geminizin güvertesine çıkmaması gurur ve kibir tasladığı için değildir; aranızda birçok hasta insan bulunduğunu söylediğiniz içindir. Şehrin sağlık muhafızı ona uzakta durması gerektiğini söylemiştir.” dedi. Ona doğru eğilerek selâm verdik. Cevabımıza “emirlerini yerine getirmeye hazır olduğumuzu, şimdiye kadar bize yapılan muameleyi büyük bir şeref ve eşsiz bir insanlık saydığımızı; fakat adamlarımızın tutulmuş olduğu hastalığın bulaşıcı olmadığını umduğumuzu söyledik. Bunun üzerine geri döndü. Biraz sonra noter gelerek gemimizin güvertesine çıktı. Elinde o memleketin bir yemişi bulunuyordu. Bu yemiş bir portakal gibi, fakat rengi sarı ile kırmızı arasında idi ve çok güzel kokuyordu. Anlaşılıyor ki; o bunu hastalığa karşı bir koruma vasıtası olarak kullanıyordu. Bize “İsa ve onun meziyetleri üzerine” yemin ettirdi. Sonra da ertesi gün sabahleyin saat altıda bize bir adam göndereceklerini, bu adamın bizi “Yabancılar Evi” denilen bir yere götüreceğini, orada gerek sağ, gerek hasta olanlarımız için lâzım olan şeylerin tedarik edileceğini söyledi.

Bunun üzerine bizden ayrıldı; ona birkaç altın vermek istediğimiz zaman gülümseyerek:

“Bir iş için iki defa para alamam.” dedi. Bundan benim anladığıma göre, hizmeti için devletin kendine verdiği paranın kâfi olduğunu kastediyordu; çünkü sonradan öğrendiğime göre, onlar rüşvet alan memurlar için “iki defa ücret alıyor.” derlermiş.

Ertesi sabah erkenden bize evvelce elinde bir asa ile gelmiş olan adam geldi ve bizi “Yabancılar Evi”ne götüreceğini, bütün gün işimizle uğraşabilmemiz için kararlaştırılan saatten önce geldiğini söyledi. “Beni dinlerseniz” dedi. “ilkin birkaçınız benimle gelir, yeri görür, sizin için nasıl rahat bir hale getirebileceğini düşünür, sonra hastalarınızı ve içinizden karaya çıkarmak istediklerinizi çağırırsınız.” Ona teşekkür ederek, “bizim gibi kimsesiz gariplere yardımınızdan dolayı Tanrı sizi elbette mükâfatlandırır.” dedik.

İçimizden altı kişi onunla beraber karaya çıktı. Karada önümüze düşmüş giderken döndü. “Ben sizin ancak köleniz ve rehberinizim.” dedi. Bizi üç güzel caddeden geçirdi, gittiğimiz bütün yol boyunca iki tarafta sıralanmış insanlar görüyorduk. Bunlar o kadar medenî idiler ki, bize hayretle değil, sanki “hoş geldiniz” der gibi bakıyorlardı. İçlerinden birkaçı önlerinden geçerken kollarını biraz ileriye doğru çıkardılar. Bu hareketi onlar birine “hoş geldiniz” demek için kullanırlar.

Yabancılar Evi güzel, geniş bir konaktır. Bizim tuğlalarımızdan daha mavi tuğladan yapılmış. Bir kısmı camlı, bir kısmı bir çeşit yağa batırılmış kumaşla kaplı güzel pencereleri var. İlkin bizi yukarıda zarif bir salona aldılar. Sonra kaç kişi olduğumuzu ve kaçımızın hasta olduğunu sordular. Hepimizin, hasta ve sağ, elli bir kişi olduğumuzu, içimizden on yedi kişinin hasta olduğunu söyledik. Biraz sabırlı olmamızı ve kendisi dönünceye kadar beklememizi istedi. Bir saat sonra geldi. Önümüze düştü. Bizim için hazırlanan on dokuz odayı görmeye gittik. Anlaşılıyordu ki, bu odaların diğerlerinden daha iyi olan dördü bizim ileri gelen dört adamımıza tahsis edilecek, onlar tek başlarına bu odalarda kalacaklardı. Diğer on beş oda ise, içlerinde ikişer kişi yatmak üzere, bizlere ayrılmıştı. Odalar güzel, ferah ve iyi döşenmişlerdi.

Sonra bizi, yatakhaneyi andıran uzun bir koridora götürdü. Orada bize bir yanda, boydan boya uzanan on yedi hücre gösterdi. Diğer yanda duvar ve pencereden başka bir şey yoktu. Hücreler pek temiz ve sedir ağacından bölmelerle birbirinden ayrılmışlardı. Bu koridor ve bizim ihtiyacımızdan kırk tane daha fazla olan hücreler hastalar için bir klinik vazifesi görüyordu. Bize söylediğine göre hastalarımız arasından iyileşenler hücrelerinden alınıp, bir odaya götürülecekti. Bu maksatla, evvelce bahsettiğimiz sayıdan başka, on tane daha yedek oda ayrılmıştı.

Bunu yaptıktan sonra bizi tekrar salona getirdi ve birine bir vazife veya emir verdikleri zaman yaptıkları gibi, bastonunu biraz yukarı kaldırarak şöyle dedi: “Bilmelisiniz ki, memleketimizin âdetine göre adamlarınızı geminizden çıkarmak için verdiğimiz bugün ve yarından sonra üç gün evlerinizde kapanacaksınız. Fakat üzülmeyiniz ve hapsedildiğinizi sanmayınız. Kendinizi rahat ve istirahata terk edilmiş farz ediniz. Hiç bir şeyiniz eksik olmayacaktır. Adamlarımızdan altısı dışarıda herhangi bir işinizi yapmak üzere ayrılmıştır.” Büyük bir heyecan ve saygı ile ona teşekkür ettik. “Şüphesiz ki, bu memlekette Tanrı her şeyde kendini gösteriyor.” dedik. Ona yirmi altın lira uzattık, ama gülümsedi. “İki defa ücret mi alacağım.” diyerek bizden uzaklaştı. Hemen biraz sonra yemeğimiz verildi. Yiyecekler nefis, gerek ekmek, gerek et Avrupa’da bildiklerimizden daha iyi idi. Üç türlü içki içtik. Hepsi de sıhhî ve güzeldi; üzüm şarabı, bizim bira gibi hububattan yapılmış fakat daha açık renkli bir içki, o memleketin bir meyvesinden yapılmış fevkalâde hoş ve serinletici bir nevi elma şarabı. Bunlardan başka bize hastalarımız için bir yığın kırmızı portakal getirdiler. Söylediklerine göre deniz tutmalarına birebir gelirmiş. Bize aynı zamanda bir kutu küçük gri ve beyazımsı haplar verildi. Bunlardan hastalarımızın her gece yatmadan önce birer tane almalarını istediler. Söylediklerine göre iyileşmelerini çabuklaştırırmış.

Ertesi gün, gemimizden adamlarımızı ve eşyamızı getirme ve taşıma işi bitip biraz sakinleşince, arkadaşlarımızı toplamanın iyi olacağını düşündüm. Toplanınca da onlara “Sevgili arkadaşlar”, diye başladım. “Kendimizi ve durumumuzun ne olduğunu bilelim. Biz peygamber Yunus’un, denizlere gömülmüş iken balığın karnından dışarı çıktığı gibi, karaya çıktık. Şimdi karadayız, ama ancak ölümle hayat arasında bulunuyoruz; çünkü hem eski, hem de yeni dünyanın ötesindeyiz. Avrupa’yı bir daha görecek miyiz, ancak Allah bilir: Bizi buraya bir mucize getirdi, ancak bir mucize kurtarabilir. Bu sebeple geçmişteki kurtuluşumuz için ve içinde bulunduğumuz ve gelecek tehlikeler dolayısıyla Tanrıya dua edelim. Her birimiz halini ıslah etsin: Sonra şu da var ki biz dindar ve medenî olan Hıristiyan bir halk arasına gelmiş bulunuyoruz. Noksan ve kusurlarımızı göstererek kendimizi utanılacak bir duruma düşürmeyelim. Bir şey daha var; nazik bir şekilde olmakla beraber bir emirle bizi üç gün müddetle bu duvarlar içine kapadılar: Bunu terbiye ve hareketlerimizin nasıl olduğunu anlamak için yapıp yapmadıklarını kim bilir? Bunların fena olduklarını görürlerse bizi hemen kovabilirler. İyi iseler, bize daha fazla zaman verebilirler. Bize hizmet için verdikleri insanlar aynı zamanda bizi gözetlemek vazifesini üzerlerine almış olabilirler. Bunun için, Allah aşkına, kendimizi seviyor isek, Tanrının hoşuna gidecek ve bu halkın gözüne girecek şekilde hareket edelim.”

Arkadaşlarım hep bir ağızdan verdiğim iyi nasihatten dolayı bana teşekkür ettiler. Ağırbaşlılık ve nezaketle en küçük bir gücenme fırsatı vermeden yaşamaya söz verdiler. Üç günü neşe içinde, tasasız geçirdik. Bugünlerin sonunda ne yapacaklarını merakla bekliyorduk. Bu müddet içinde hastalarımızın her saat iyileştiklerini sevinçle görüyorduk. Bunlar kendilerini ilâhî bir sağlık havuzuna atılmış [İncil’e göre kötürüm ve hastalar Bethesda havuzuna atılırlar, oradan iyileşerek çıkarlardı.] sanıyorlar, tabii olarak ve süratle iyileşiyorlardı.

Üç gün geçtikten sonra bize evvelce hiç görmediğimiz yeni bir adam geldi. Bu da önceki gibi maviler giymişti, yalnız kavuğu beyazdı. Bunun üstüne küçük kırmızı bir taç takmıştı. Aynı zamanda güzel kumaştan bir boyun atkısı vardı.

İçeri girince önümüzde biraz eğildi, kollarını uzattı. Biz de kendisini büyük bir tevazu ve itaatle selâmladık. Sanki ağzından idamımıza veya beraatımıza hüküm çıkacakmış gibi bekliyorduk. Birkaçımızla görüşmek istediğini söyledi. Bunun üzerine yalnız altı kişi kaldık, diğerleri odayı terk ettiler.

“Ben vazifem itibariyle,” diye söze başladı, “bu Yabancılar Evi’nin müdürüyüm. Mesleğim bakımından ise bir Hıristiyan papazıyım; bu sebeple sizlere hem yabancı hem de bilhassa Hıristiyan olarak hizmetlerimi arza geldim. Sizin işitmek isteyebileceğinizi sandığım bazı şeyler söyleyebilirim. Devlet sizin altı hafta karada kalmanıza izin verdi. Fakat işleriniz daha fazla zaman istiyorsa üzülmeyiniz, çünkü kanun bu bakımdan pek sıkı değildir; kendimin bile size lâzım olan mühleti alabileceğimden şüphe etmiyorum. Şunu da anlamanızı isterim ki, Yabancılar Evi, şimdi zengin ve çok sermayelidir. Çünkü otuz yedi seneden beri gelirini biriktiriyor. Bu kadar zamandan beri buralara bir yabancı gelmemiştir. Bu sebepten hiç üzülmeyiniz. Devlet kaldığınız müddet zarfında bütün masraflarınızı ödeyecektir. Bu yüzden bir gün bile daha az kalmayacaksınız. Getirdiğiniz ticaret mallarına gelince sizlere iyi muamele edilecektir. Karşılığını ya mal olarak yahut da altın ve gümüş olarak alabilirsiniz. Çünkü bizim için hepsi birdir. Başka bir dileğiniz varsa söyleyiniz. Alacağınız cevabın sizi mahcup düşürecek neviden olmayacağını göreceksiniz. Yalnız şunu söylemeliyim ki, hiç biriniz hususî müsaade olmadan şehir surlarından bir karandan (onlarca bir buçuk mil) fazla uzağa gidemezsiniz.”

Bir müddet birbirimize baktıktan sonra bu lütufkâr ve babacan muameleye hayran olarak şu cevabı verdik: “Ne söyleyeceğimizi bilmiyoruz. Şükranımızı ifade edecek söz bulamıyoruz. Zaten asil ve âlicenap tekliflerinizle bize isteyecek bir şey bırakmadınız. Cennete kavuşmuş gibi olduk; çünkü biraz önce ölüm tehlikesine maruz olan bizler şimdi ferahlık ve teselli bulduğumuz bir yere getirildik. Bu mesut ve mübarek topraklar üstünde biraz daha ilerlemek arzusuyla gönüllerimizin yanmaması imkânsız olmakla beraber bize verilen emre daima itaat edeceğiz. “Sonra sizin muhterem şahsınızı ve bütün milletinizi dualarımızda unutursak dilimiz tutulsun.” diye ilâve ettik. Aynı zamanda büyük bir alçak gönüllülükle bizleri sadık hizmetkârları olarak kabul etmesini rica ettik. Şahsımızı ve bütün varlığımızı emirlerine amade kıldığımızı bildirdik.

“Ben bir din adamıyım” dedi, “ve bir din adamının mükâfatını beklerim. Bu da sizin kardeşçe sevginiz, beden ve ruhça iyi olmanızdır.” Bunun üzerine gözlerinde şefkat yaşlarıyla bizden ayrıldı. Sevinçten ve gördüğümüz iyilikten şaşırmış bir durumda idik. Aramızda şöyle söyleniyorduk: “Biz melekler diyarına gelmişiz. Onları her gün gözlerimizle görüyoruz. Hiç ummadığımız her rahatlığı daha aklımıza gelmeden bize temin ediyorlar.”

Ertesi gün, saat on sıralarında, vali tekrar geldi. Selâmlaştıktan sonra teklifsizce “bizi ziyarete geldiğini” söyledi. Bir sandalye isteyip oturdu. İçimizden on kadarı da (diğerleri aşağı tabakadan insanlardı ve bir kısmı da dışarı çıkmıştı) onunla oturduk. Sandalyelerimize hemen ilişmiştik ki, şu şekilde söze başladı:

“Biz bu Ben Salem adası (kendi dillerinde ona bu adı verirler) halkı uzak ve münzevi bir yerde olduğumuz, aynı zamanda yolcularımız için koyduğumuz gizlilik kanunları ve yabancıları pek nadiren memleketimize kabul edişimizden dolayı meskûn dünyanın büyük bir kısmını iyi tanırız, fakat kendimiz meçhul kalırız. Bu sebeple, mademki az bilenin sualler sorması daha uygun olur, vakit geçirmek için ben size sual sormayayım, siz bana sorunuz.”

Cevap olarak ona bu müsaadeyi vermesinden dolayı teşekkür ettik. “Şimdiye kadar gördüklerimizden anladığımıza göre bizim için dünyada bu mesut memleketin durumunu anlamak kadar değerli bir şey olamaz. Ama her şeyden önce, mademki dünyanın dört bucağından gelip burada buluştuk. Her iki tarafın Hıristiyan olması dolayısıyla da şüphesiz ki, bir gün öbür dünyada da buluşmamız mukadderdir. Memleketiniz bu kadar uzak, peygamber olarak tanıdığınız İsa’nın dünyaya geldiği diyardan muazzam ve meçhul denizlerle bu kadar ayrılmış olmasına rağmen nasıl olup ta bu dine girdiğinizi anlamak isteriz.” dedik.

Bu sualimizin pek hoşuna gittiği yüzünden belli oluyordu. “Siz ilk defa bu suali sormakla gönlümü kendinize bağladınız. Çünkü bu sizin ilkin öbür dünyayı düşündüğünüzü gösteriyor.” dedi. “Memnuniyetle ve kısaca isteğinizi yerine getireceğim”.

“Kurtarıcımız İsa’nın semaya çıkışından yirmi yıl kadar sonra adamızın doğu kıyısındaki Renfusa şehrinin ahalisi geceleyin (gece bulutlu ve sakindi) denizde bir mil kadar uzakta büyük bir ışık sütunu gördüler. Sivri değil, denizden göklere doğru yükselen bir direk veya silindir şeklinde idi. Üzerinde nurdan bir haç görülüyordu ki, direğin kendisinden daha parlak ve şaşaalıydı. Bu garip manzara karşısında şehir halkı hayretler içinde kumsal üzerinde toplandı. Sonra da bu harikanın yanına gitmek için birkaç küçük kayığa bindiler. Fakat kayıklar sütuna altmış yarda kadar yaklaşmışlardı ki, kendilerini oldukları yerde bağlanmış buldular. Daha fazla ilerleyemiyorlardı. Etrafa gidebiliyorlarsa da, daha ileriye yaklaşamıyorlardı. Bu suretle kayıklar yarım daire şeklinde toplanarak bu semavî alâmeti seyre daldılar. Bir tesadüf eseri olarak kayıklardan birinde Süleyman Evi Derneğinden (bu ev veya Kolej, kardeşlerim, bu ülkenin göz bebeğidir) bir bilgin vardı. Bu zat bir müddet dikkat ve saygı ile bu sütun ve haça bakıp kaldı. Birdenbire yere kapandı. Sonra dizleri üzerinde doğrularak ellerini göğe kaldırıp şu şekilde duaya başladı:

“Ey yerin ve göklerin ulu Tanrısı! Sen bizim mesleğimizden olanlara lütfederek yarattığın eserleri, onların hakiki sırlarını bilmek; ilâhi mucizeler, tabiat eserleri, sanat eserleri ile her nevi hile ve sahtelikler arasındaki farkı sezmek kabiliyetini (insanoğullarına nasip olduğu kadar) bizlere ihsan ettin! Şu insanlar önünde kabul ve tasdik ederim ki, şimdi gözlerimizin önünde gördüğümüz bu şeyde senin parmağın vardır ve bu hakiki bir mucizedir. Kitaplarımızdan senin yalnız ve yalnız ilâhi ve yüksek gayelerle mucizeler yarattığını öğreniyoruz. Çünkü tabiat kanunları senin kanunlarındır ve sen onları iyi bir sebep olmadıkça asla değiştirmezsin, senden bu mucizeyi bize uğurlu kılmanı, merhamet ederek bize bunu izah etmeni ve faydasını göstermeni rica ediyoruz. Zaten bunu bize göndermekle, kısmen olsun gizlice vaat ediyorsun”.

Yazar

BENZER İÇERİKLER

Jean-Jacques Rousseau – Bilimler ve Sanatlar Üstüne Söylev

Editor

Baruch Spinoza – Etika

Editor

Friedrich Wilhelm Nietzsche – Dionysos Dithyrambosları

Editor
Yükleniyor....

İnternet sitemizden en iyi şekilde faydalanabilmeniz ve internet sitemize yapacağınız ziyaretleri kişiselleştirebilmek için çerezlerden faydalanıyoruz. İstediğiniz zaman çerez ayarlarınızı değiştirebilirsiniz. Kabul et Daha fazla oku

Gizlilik ve Çerez Politikası