Roman (Yabancı)

Yolcu

Yolcu

Claire Randall ne derse desin, onların tutkulu karşılaşmaları çok uzun zaman önce gerçekleşti. Genç kadın yirmi yıl önce zamanda yolculuk ederek geçmişe gitmiş, 18. yüzyılda adı Jamie Fraser olan cesur bir İskoç’un kollarına düşmüştü. Daha sonra Claire onun çocuğunu taşıyarak kendi zamanına geri döndü, genç adamın kanlı Culloden savaşında öldüğüne inanıyordu. Fakat onu bırakmayan Jamie’nin hatırası asla silinmedi… rüyalarında hâlâ onunladır. Nihayet, Claire onun hayatta kaldığını keşfeder. Ona geri dönmek ile kızıyla kendi zamanında kalmak arasında kararsızlığa düşer. Claire kendi kaderini belirlemek zorundadır. Ve zaman ile mekân tamamlarken, kendisini bekleyen tutku ve acıyla yüzleşmek için gereken cesareti bulmak zorundadır. Tehlikeli entrikaların döndüğü bölünmüş Iskoçya’da, bilinmez bir karanlıkta yol alırken ya ölümsüz aşkına kavuşacak ya da sonsuza kadar lanetlenecektir.

***

Bölüm 1

Savaş ve Erkeklerin Aşkları

1

Leş Kargalarının Ziyafeti

Nice İskoç beyi savaştı,
Nice yiğit yenik düştü.
Ölüm yürekten kabul edildi,
Hepsi İskoç kralı ve adaleti içindi.
“Bir daha geri gelmeyecek misin?”

16 Nisan 1746

O öldü. Fakat burnu acıyordu ve bu şartlar altında, bunun tuhaf olduğunu düşünüyordu. Yaratıcısı’nın anlayışına ve merhametine hatırı sayılır derecede güvenirken, bütün insanların cehennemden korkmasını sağlayan doğal suçluluk dürtüsünü içinde barındırıyordu. Cehennem seslerini duyduğu hissiyle, cehennemin şanssız sakinlerinin işkencesinin sadece burun acısıyla kalacağı ihtimalinin olmadığına emindi.
Diğer taraftan, birkaç şeyi hesaba katarsa burası cennet de olamazdı. Birincisi, orayı hak etmiyordu. İkincisi, burası cennete benzemiyordu. Ve üçüncüsü, lanetlenmiş olanlardan çok kutsanmışların ödülünün kırık bir burun olacağından şüpheliydi.
Araf’ın her zaman gri renkte sıkıntılı bir yer olduğunu düşünürken, etrafındaki her şeyi saklayan belirsiz kırmızımsı ışık artık buna daha uygun görünüyordu. Zihni açılmaya başlamıştı ve nedenleri sorgulama yetisini yavaşça geri kazanıyordu. Günahlarından arınana kadar acı çekip, sonunda Tanrı’nın krallığına girene kadar, birisi onu görüp, hükmünün ne olduğunu ona söylese ne iyi olurdu diyerek, öfkeli bir şekilde düşünüyordu. Bir şeytan mı yoksa bir melek mi bekliyordu, emin değildi. Araf’ta neler gerektiği hakkında bir fikri yoktu; bu, okul yıllarında din dersi öğretmeninin ilgilendiği konulardan biri değildi.
Beklerken, dayanması gereken diğer işkencelerin ne olduğunu düşünmeye başladı. Sağında solunda bir sürü sıyrık, bıçak kesiği ve morluk vardı. Sağ elinin dördüncü parmağını yeniden kırıp kırmadığından da emin değildi – donmuş bir eklem ve sert bir şekilde çıkıntı yapması, parmağın iyileşmesini zorlaştıracaktı. Fakat hiçbir şey o kadar kötü değildi. Başka ne vardı ki?
Claire. Kalbine kazılan isim, öyle bir acıydı ki bedeninin dayanması gereken bütün acılardan daha zordu.
Eğer gerçek bir bedeni olsaydı, acıdan iki büklüm olacağından emindi. Claire’i taş halkaya geri gönderdiği zaman onun böyle olacağını biliyordu. Manevi ızdırap, Araf’taki şartlarla üstesinden gelinebilirdi ve bu ayrılık acısının asıl ceza olduğunu tahmin ediyordu – adam öldürme ve ihanet de dâhil, yaptığı her şeyin kefaretini ödemek için etkili bir ceza diye düşündü.
Araf’taki kişilere dua etmek için izin verilip verilmediğini bilmiyordu ama o yinede denedi. Tanrım diye dua etmeye başladı, O güvende olsun. O ve çocuğum. Claire’in taş halkalardan geçtiğinden emindi; bebek sadece iki aylıktı, Claire hâlâ hafif ve hızlıydı ve tanıdığı en inatçı, en dik kafalı kadındı. Ancak geldiği yere geri gitmek için tehlikeli bir yolculukla mücadele etmiş olabilirdi – o zaman ile şimdi arasında uzanan gizemli yol tehlikeli bir geçişti. Taşı tutacak güçten yoksundu ve bu düşünce bile, ona burnunun sızladığını unutturmaya yetmişti.
Vücudunun çektiği rahatsızlıkları keşfetmeye devam etti; sol bacağının koptuğunu fark ettiğinde canı fena halde sıkıldı. His kalçada bitiyordu, eklemde uyuşma ve karıncalanma vardı. Sonunda Cennet’e ya da en azından Mahşer Günü’ne ulaşmış olsa da, sonunda Araf’a zamanında dönebilmişti. Ayrıca eniştesi Ian, kendi kopmuş bacağının yerine taktığı tahta ile yaptığı gibi onun kopmuş bacağına da bir çare bulabilirdi.
Yine de görüntüsü tehlikedeydi. Ahh, öyle olmalıydı; kibir günahını iyileştirmeyi amaçlayan bir ceza. Zihinsel olarak dişlerini sıktı. Bununla başa çıkarken, metanet ve alçakgönüllülükle ona her ne gelecekse gelsin kabul etmeye kararlıydı. Fakat yine de bacağının nerede sona erdiğini anlamak için deneme amaçlı elini (ya da el için her ne kullanacaksa) aşağıya uzatmaktan kendini alamadı.
Eli sert bir şeye değdi ve parmakları ıslanmış, karmakarışık bir saça dolandı. Birden doğruldu ve büyük bir çabayla göz kapaklarını mühürleyen kurumuş kan lekeleri çatırdadı. Hafızası geri gelirken yüksek sesle inledi. Yanılmıştı. Burası bir zamanlar cehennemdi. Fakat ne yazık ki James Fraser her şeye rağmen ölmemişti.
***
Bir adamın bedeni onunkinin üstündeydi. Bu ağırlık sol bacağını eziyor, buradaki hissin yok olma sebebini açıklıyordu. Adamın başı top güllesi gibi ağırdı, karnına doğru yüzükoyun uzanmıştı, keçeleşmiş saçları, ıslak gömleğinin üstünde siyah bir leke gibiydi. Ani bir panikle kendini yukarıya doğru çekti; adamın başı, kucağından yanına doğru kaydı. Saçlarının koruduğu yarı açıkgözler bomboş bir ifadeyle bakıyordu.
Bu Jack Randall’dı, komutanın güzel kırmızı ceketi öyle ıslanmıştı ki neredeyse siyah gibi duruyordu. Jamie beceriksizce bedeni üstünden atmak için çabaladı ama kendini şaşılacak derecede güçsüz hissediyordu; elini kuvvetsizce Randall’ın omzuna koydu ve kendini desteklemeye çalışırken diğer kolunun dirseği birden burkuldu. Bir kez daha sırt üstü yatar hale gelmişti; gri gökyüzünden düşen sulu karlar üstünde çılgıncasına dönüyordu. Her nefes verişinde, karnının üstündeki Jack Randall’ın başı korkunç bir şekilde yukarıya doğru hareket ediyordu.
Ellerini çamurlu yere bastırdı – su, parmaklarının arasından yukarıya çıkıyor ve gömleğine ulaşıyordu – sonra yana doğru dönmeye çabaladı. Cansız bacak yavaşça özgürlüğüne kavuşarak yana kaydı. Dondurucu yağmur ve rüzgâr şok etkisiyle savunmasızca ortaya çıkan etine çarpmaya başladı; ani soğukla birden titredi.
Yerde kıvranıp, çamurlara bulanmış ekose pelerinle uğraşırken, yukarılardan bir yerlerde yankılanan nisan rüzgârının ağıtını duyabiliyordu; uzaklardan gelen bağrışlar, inlemeler ve sızlanmalar tıpkı rüzgârda inleyen hayaletler gibiydi. Her yerde kargaların bet sesleri vardı. Düzinelerce karganın çıkardığı sesler.
Dalgın bir halde, bu çok tuhaf, diye düşündü. Kuşlar böyle fırtınalı bir havada uçmazlardı. Son bir çabayla altındaki pelerini özgür bıraktı ve bedeninin üstünü yokladı. Bacaklarını örtmek için uzandığında, kilt eteğinin ve sol bacağının kanla kaplı olduğunu gördü. Bu manzara onu rahatsız etmedi; sadece bir biçimde ilginç görünüyordu, koyu kırmızı renk etrafını saran otların grimsi yeşiline karışmıştı. Savaşın yankıları kulaklarından çekilmiş ve Culloden Arazisi’nde geriye sadece kargaların ötüşleri kalmıştı.
***
Adını çağırdıklarından çok sonra uyanabilmişti. “Fraser! Jamie Fraser! Burada mısın?”
Hayır diye düşündü halsizce. Değilim. Bilinçsizken buradan daha iyi bir yerdeydi. Yarı suyla dolu olan derin olmayan bir çukurda uzanıyordu. Karla karışık yağan yağmur durmuş ama rüzgâr durmamıştı; inliyor, keskin ve dondurucu şekilde esiyordu. Gökyüzü neredeyse siyaha dönmüştü, akşam olmak üzereydi.
“Buradan aşağıya gittiğini gördüm, sana söylemiştim. Büyük karaçalının yanına, sağ tarafa.” Ses uzaklardan geliyordu, biriyle tartışırken uzaklaşıyordu.
Kulağına bir hışırtı sesi geldi ve kargayı görmek için başını yana çevirdi. Biraz ötede çimenin üstündeydi kuş, rüzgârın karıştırdığı siyah tüyleri leke gibi duruyordu, boncuk gözleri ise onu umursamıyordu. Tehlike yaratmayacağını düşündüğünden, karga olağan bir şekilde boynunu çevirdi ve gagasını Jack Randall’ın gözüne sert bir şekilde vurmaya başladı.
Jamie tiksintiyle inledi ve ani bir hareketle sallandı. Bu hareketi karganın ötüp, kanat çırparak uzaklaşmasına sebep oldu.
“Evet! Burada!”
Çamurlu alanda bir gürültü koptu. Omzunun üstünde hoş geldin dercesine konmuş bir el vardı ve önünde bir yüz belirdi.
“Yaşıyor! Buraya gel, MacDonald! Bir el at, kendi başına yürüyemez.” Dört kişilerdi ve büyük bir çabayla onu ayağa kaldırdılar, kollarını çaresizce Ewan Cameron ve Iain MacKinnon’ın omuzlarının üzerine koydu.
Onlara, onu bırakmalarını söylemek istedi; amacı onu uyandırmaktı ama niyetinin ölmek olduğunu hatırladı. Fakat eşlik edenlerin tatlı ilgisine karşı koymak imkânsızdı. Rahatladıkça ölü bacağındaki hissetme geri geliyordu ve artık yarasının ne kadar ciddi olduğunun farkındaydı. Her koşulda yakında ölecekti; Tanrı’ya şükürler olsun ki karanlıkta yalnız değildi.
***
“Su?” Bardağın kenarı dudaklarına bastırılıyordu ve içmek için yeterince kendini kaldırıp, suyu dökmemeye dikkat etti. Bir anlığına, bir el alnına dokundu ve yorum yapmadan çekildi.
Yanıyordu; gözlerini kapattığında alev alev kavrulduğunu hissediyordu. Dudakları kuruydu ve ateşten acıyordu ancak bu, aralıklarla gelen titremeden daha iyiydi. En azından ateşliyken öylece yatabiliyordu ve soğuktan titreme bacağındaki acıları azdırıyordu.
Murtagh. Vaftiz babası ile ilgili korkunç bir hisse kapılmıştı ama tam hatırlayamıyordu. Murtagh öldü; böyle olduğunu biliyordu ama neden ve nasıl bildiğini bilmiyordu. Kuzey İskoçya ordusunun birçoğu ölmüştü, kırda katledilmişlerdi – çoğunu çiftlik evindeki adamların konuşmasından çıkarmıştı fakat kendi mücadelesini hatırlamıyordu.
Daha önceleri de savaşmıştı ve askerlerde bilinç kaybının yaygın olduğunu biliyordu. Buna şahit olmuştu ama kendisi hiç yaşamamıştı. Hafızasının geri geleceğini biliyordu ve bu olmadan ölmeyi umuyordu. Düşüncelere dalmıştı ve bir hareketle bacağındaki acı arttı. Tekrar inledi.
“İyi misin Jamie?” Ewan dirseğinin üzerinde doğruldu, şafağın ilk ışıklarında yüzü bitkindi. Kana bulanmış başı sargı beziyle sarılmıştı ve yakasında solmuş kan lekeleri vardı. Bu lekeler kafasındaki kurşun sıyrığından dolayıydı.
“Evet, iyi olacağım.” Bir elini uzattı ve şükranla Ewan’ın omzuna dokundu. Ewan da onu okşadı ve geriye uzandı.
Kargalar siyahtı. Gece kadar siyahtı. Karanlıkta tünemek için gider ama şafakla birlikte, savaşın karakuşları geri döner ve yitip giden bedenlerde ziyafet çekerlerdi. Acımasız gaganın oyduğu gözün, kendi gözü olabileceğini düşündü. Göz kapaklarının altındaki gözyuvalarını hissedebiliyordu; yuvarlak ve sıcaktı, huzursuz bir şekilde bir aşağı bir yukarı giden peltemsi bir kıvamdaydı ama bilinçsiz bir şekilde boş boş bakıyordu.
Adamların dördü çiftlik evindeki camın yanına toplanmışlar, birlikte sessizce konuşuyorlardı.
“Kaçmak mı?” dedi biri, başıyla dışarıyı göstererek. “Tanrım, en iyilerimiz bile zar zor sendeleyerek yürüyor ve altı kişi de yürüyemiyor.”
“Eğer gidebiliyorsanız gidin,” dedi yerde yatan bir kişi. Yırtık pırtık örtülerle sarılan kendi bacağına bakarken yüzünü buruşturdu. “Bizim pek zamanımız yok.”
Duncan MacDonald acımasız bir gülüşle geriye döndü ve başını iki yana salladı. Camdan gelen ışık yüzünün kaba hatlarını aydınlatıyor, yorgunluk izlerini derinleştiriyordu.
“Hayır, bekleyeceğiz,” dedi. “Zaten İngilizler pire gibi her yere üşüşmüşler, pencereden nasıl kalabalık olduklarını görebilirsin. Şimdiye kadar Drumossie’den sağ salim kurtulan bir adam yok.”
“Dün araziden kaçanlar bile çok uzağa gidemeyecekler,” diye yorum yaptı MacKinnon yumuşak bir sesle. “İngiliz askerlerinin geceleyin dolaştıklarını duymadın mı? Bizim gibi ayaktakımından birilerini yakalamanın onlar için zor olacağını mı sanıyorsun?”
Bu soruya cevap veren olmadı; hepsi cevabı çok iyi biliyordu. Kuzey İskoçyalılar’ın çoğu savaştan önce zar zor dayanabilmişti. Soğuktan, yorgunluktan ve açlıktan zayıf düşmüşlerdi.
Jamie başını duvara doğru çevirdi, adamlarının yeterince erken varmaları için dua ediyordu. Lallybroch uzaktı; eğer Culloden’dan olabildiğince uzaklaştılarsa, yakalanmaları pek olası değildi. Ve Claire ona Cumberland’in askerlerinin Kuzey İskoçyalılar’ı kırıp geçeceğini, intikamlarını almak için hepsini kurşundan geçireceklerini söylemişti.
Claire’i düşünmek, bu sefer onda bir özlem dalgasının oluşmasına sebep olmuştu. Tanrım, burada olsa, elini elinin üzerine koysa, yaralarını iyileştirse ve başını onun kucağına koysa. Ama o gitmişti – ondan iki yüz yıl sonrasına – ve bunun için Tanrı’ya şükürler olsun! Gözyaşları, kapalı göz kapaklarının altından yavaşça süzülüyordu. Diğerleri görmesin diye yana döndü.
Tanrım, o güvende olsun, diye dua ediyordu. O ve çocuğum.
***
Öğleden sonra havayı ansızın yanık kokusu kapladı, koku camsız pencereden içeriye süzülmüştü. Barut kokusundan daha yoğundu; kızarmış et kokusunu andıran belli belirsiz ama korkunç ve keskin bir kokuydu.
“Ölüleri yakıyorlar,” dedi MacDonald. Köy evine geldiklerinden beri camın yanında oturduğu yerden ara sıra kalkıyordu. Ölü gibi görünüyordu; kömür karası saçları kirden keçeleşmişti ve yüzündeki bütün kemikler ortaya çıkmıştı.
Kırların oradan bildik sesler geliyordu. Silah sesleri. Ekose giyinmiş biri, kendisinden daha şanslı arkadaşlarıyla birlikte odun yığının üstüne atılmadan önce, öldürücü son darbe İngiliz komutanları tarafından vuruluyordu. Jamie yukarıya doğru baktı. Duncan MacDonald’ı hâlâ pencerenin kenarında otururken gördü ama gözleri kapalıydı.
Jamie’nin yanındaki Ewan Cameron istavroz çıkardı. “Bize acı,” diye fısıldadı.
***
Öyle de oldu. Sonunda çizmeli ayaklar çiftlik evine yaklaşıp, kapıyı sessizce açtıklarında ikinci günün öğle vaktiydi.
“İsa aşkına.” Çiftlik evindeki manzaraya karşı yapılan boğuk bir haykırıştı bu. Kapıdan giren rüzgâr yerde yatan ya da istiflenmiş şekilde kirli ve kana bulanmış bedenlerin üzerindeki pis kokuyu hareketlendirmişti.
Silahlı direniş gibi bir ihtimal yoktu; karşılarındaki insanların kalpleri yoktu ve bu saçmaydı. II. James yanlıları sadece oturmuş, ziyaretçilerinin keyiflerini bekliyordu.
İçeriye giren binbaşıydı, kırışıksız üniforması yeniydi ve çizmeleri parlaktı. İçerdekileri incelemek için bir an tereddüt ettikten sonra içeriye girdi, üsteğmeni hemen arkasındaydı.
“Ben Lord Melton,” dedi, etrafa bakıyordu sanki içerdekilerin liderini arıyordu, ona göre gözlem en uygun şekilde yapılmalıydı.
Bakışmalarının ardından, Duncan MacDonald yavaşça ayağa kalktı ve başını eğdi. “Glen Richie’li Duncan MacDonald,” dedi. Bir eliyle işaret ederek devam etti, “Ve diğerleri, majesteleri Kral James’in son askerleri.”
“Ben de öyle tahmin ediyorum,” diye konuştu İngiliz sertçe. Otuzlu yaşlarında genç bir adamdı ama deneyimli bir askerin güvenine sahipti. Adamları süzdü sonra ceketine uzandı ve katlı bir kâğıt çıkardı.
“Ekselansları, Cumberland Dükü’nün emrini getirdim,” dedi. “Bastırılan haince ayaklanmaya karışan kişilerin derhal infazı onaylanmıştır.” Bir kez daha köy evine bir göz attı. “Burada vatan haini olmadığını söyleyen masum biri var mı?”
İskoçlar’dan belli belirsiz bir kahkaha sesi yükseldi. Yüzlerinde siyah savaş boyasıyla, katliam alanının hemen yanında dikilmişlerdi.
“Hayır, lordum,” dedi MacDonald, dudaklarında belli belirsiz bir gülümseme vardı. “Hepimiz vatan hainiyiz. Asılabilir miyiz?”
Melton bariz bir tiksintiyle yüzünü buruşturdu, sonra yeniden vurdumduymaz tavrını takındı. Küçük, sağlam kemikleriyle zayıf bir adamdı fakat otoritesini çok iyi taşıyordu.
“Vurulacaksınız,” dedi. “Kendinizi hazırlamanız için bir saatiniz var.” Duraksadı, üsteğmenine bir göz attı, sanki emrindekinden önce cömert davranmaktan korkuyor gibiydi ama devam etti. “Eğer yazmak için bir şeye ihtiyacınız olursa kâtibim size yardımcı olacaktır.” Üstünkörü bir tavırla MacDonald’a işaret etti, topuklarının üstünde geriye döndü ve gitti.
Korkunç geçti o bir saat. Birkaç kişi önerilen kalemi ve mürekkebi aldı, kararlı bir şekilde bir şeyler karalamaya başladı, başka yazacak bir yer olmadığından kâğıtları yana yatık bacaya dayıyorlardı. Diğerleriyse sessizce dua ediyor ya da oturup bekliyordu.
MacDonald, Giles McMartin ve Frederick Murray için merhamet istedi, on yedi yaşında oldukları için diğerleri ile aynı kefeye konmamaları gerektiğini söylüyordu. Bu rica geri çevrildi ve çocuklar yan yana oturdular. Duvara yaslanmışlardı, yüzleri bembeyazdı ve birbirlerinin ellerini tutuyorlardı.
Jamie onlar için kahreden bir acı hissetti – diğerleri için, sadık arkadaşları ve yiğit askerleri için. Kendisine gelince sadece bir iç rahatlığı içindeydi. Endişelenecek ve yapılacak bir şey yoktu. Adamları, eşi ve doğmamış çocuğu için yapabileceği her şeyi yapmıştı. Şimdi bedensel ızdırabının bitme zamanı gelmişti ve huzur içinde bu dünyadan gidebilirdi.
Şans için gözlerini kapadı ve her zaman yaptığı gibi Fransızca tövbesini dile getirmeye başladı. Mon Dieu, je regrette… Fakat devam etmedi, tövbe etmek için artık çok geçti.
Öldüğünde Claire’i bulabilecek miydi, merak ediyordu. Belki de umduğu gibi belli bir süre mi ayrı kalacaklardı? Her durumda onu yeniden görecekti; kilisenin emirlerinden daha çok buna inanıyordu. Tanrı bir kere Claire’i ona vermişti, bir kere daha verebilirdi.
Dua etmeyi kesti ve gözleri kapalıyken Claire’in yüzünü hatırlamaya çalıştı; yanaklarının ve şakaklarının kıvrımını, onu öpmeye kışkırtan açık renk kaşlarını, kaşlarının tam ortasında burnunun hemen üstünde, berrak kehribar rengi gözlerinin arasındaki düzgün teni. Dikkatini dudaklarının şekline verdi; tatlı kıvrımını, tadını, dokusunu ve zevkini dikkatlice hayal ediyordu. Dua, kalem karalama sesleri ve Giles McMartin’in hıçkırık sesleri kulaklarından silinivermişti.
Öğleden sonra Melton geri döndü. Bu sefer yanında üsteğmeni ve kâtibi dâhil altı kişi vardı. Yeniden kapı eşiğinde durdu ama o konuşmadan önce MacDonald ayağa kalktı.
“İlk ben gideceğim,” dedi ve kararlı bir şekilde çiftlik evinin karşısına doğru yürüdü. Başını kapıdan dışarıya çıkmak için eğerken Lord Melton kolunu tuttu.
“Tam adınızı söyleyin, sör? Kâtibim not edecek.”
MacDonald kâtibe bir göz attı, dudağının köşesinde acı bir gülümseme belirdi.
“Ödül listesi, değil mi? Evet, tamam.” Omuz silkti ve doğruldu. “Glen Richie’li Duncan William MacLeod MacDonald.” Lord Melton’a nazik bir şekilde reverans yaptı. “Hizmetinizdeyim efendim.”
Kapıdan dışarıya çıktı ve yakından atılan tek el silah sesi duyuldu. Çocukların beraber gitmesine izin verdiler, kapıdan çıkarlarken elleri sıkıca birbirlerine kenetlenmişti. Geri kalanlar tek tek alınıyor, kâtibin not etmesi için her birinin adı soruluyordu. Kâtip kapının yanındaki sandalyede oturuyordu, başı kucağındaki kâğıtlara doğru eğilmiş, geçen adamlara bakmıyordu bile.
Sıra Ewan’a geldiğinde, Jamie dirseğinin üzerinde doğrulmak için çabaladı ve yapabildiğince sert bir şekilde arkadaşının elini tuttu.
“Yakında seni göreceğim,” diye fısıldadı.
Ewan’ın eli titriyordu ama Cameron sadece gülümsedi. Sonra eğildi, Jamie’yi dudağından öptü ve doğruldu.
Yürüyemeyen altı kişiyi sona bırakmışlardı.
“James Alexander Malcolm MacKenzie Fraser,” dedi, kâtibin doğru yazması için yavaşça konuşuyordu. “Broch Tuarach Beyi.” Sabırlı bir şekilde heceledi, sonra Melton’a baktı.
“Lordum, izninizle ayakta durabilmem için bana yardımcı olur musunuz?” Melton ona cevap vermedi ama aşağıya doğru dik dik baktı, yüzünde tiksinti, şaşkınlık ve korkunun karıştığı bir ifade vardı.
“Fraser?” dedi. “Broch Tuarachlı?”
“Benim,” dedi Jamie sabırlı bir biçimde. Bu adam biraz daha acele edemez miydi? Vurulmaya razı olmak yetmişti ama arkadaşlarının öldürüldüğünü dinlemek çok farklı bir şeydi ve artık sinirlerine hâkim olamıyordu. Kendini zorladığından kolları titriyor ve aynı gücü paylaşmayan bağırsakları dehşetli bir guruldamayla kasılıyordu.
“Lanet olsun,” diye mırıldandı İngiliz. Eğildi ve duvarın gölgesinde uzanan Jamie’ye baktı sonra döndü ve üsteğmenine işaret verdi.
“Onu ışığa çıkarmama yardım et,” diye emretti. Kibar değillerdi ve hareket bacağındaki ağrıyı azdırdığında Jamie homurdandı. Bu, bir anlığına onun başının dönmesine sebep olmuştu ve Melton’ın söylediklerini kaçırmıştı.
“II. James yanlılarının bahsettiği Kızıl Jamie sen misin?” diye sordu adam sabırsızca.
Jamie’yi belli belirsiz bir korku sardı; adı çıkmış Kızıl Jamie olduğunu onlara söylediğinde, onu vurmayacaklardı. Yargılanmak için zincirlerle Londra’ya götüreceklerdi – savaşın ödülü olarak. Ondan sonra cellâdın ipi gözükecekti ve karnını yarıp bağırsaklarını çıkardıklarında, o yarı boğulmuş bir halde döşemenin üstünde yatacaktı. Bağırsakları gürültülü bir şekilde guruldamıştı; onların bile pek fikri yok gibiydi.
“Hayır,” dedi olabildiğince soğukkanlı olmaya çalışarak. “O zaman devam edeceksiniz, değil mi?”
Bunu önemsemeyen Melton dizlerinin üstüne çöktü ve Jamie’nin gömleğinin yakasını açtı. Jamie’nin saçlarını tuttu ve başını geriye itti.
“Lanet olsun!” dedi Melton. Melton’ın parmakları onu boğazından tutuyordu, hemen köprücük kemiğinin üstündeydi. Küçük, üçgen şeklinde bir iz vardı ve bu sorgu yargıcının endişelenmesine sebep olmuş gibi görünüyordu.
“Broch Tuarachlı James Fraser. Kızıl saçlı ve boğazında üçgen şeklinde bir yara izi var.” Melton saçlarını bıraktı ve ayağa kalkarak geri çekildi, dalgın bir halde çenesini ovalıyordu. Sonra kendini topladı ve üsteğmenine döndü, çiftlik evindeki geri kalan beş adamı işaret etti.
“Geri kalanını götürün,” diye emretti. Açık renk kaşları derin bir çatışla birleşmişti. Jamie’nin başucunda duruyordu, diğer İskoçlar götürülürken kaşları hâlâ çatıktı.
“Düşünmek zorundayım,” diye mırıldanıyordu. “Lanet olsun, düşünmek zorundayım!”
“Yapın şunu,” dedi Jamie, “Eğer yapabilirseniz. Uzanmam lazım.” Duvara doğru onu yasladılar, bacağı önünde açılmış haldeydi ama iki gün yattıktan sonra dik oturmak, onun yapabileceğinden daha fazla çabayı gerektiriyordu. Odada sarhoş gibi yana yatmış, gözlerinin önünde küçük ışıklar dönüyordu. Bir yanına yaslandı ve aşağıya doğru kaydı. Kirli yeri kucakladı ve baş dönmesinin geçmesini beklerken gözlerini kapattı.
Melton mırıldanıyordu ama Jamie kelimeleri anlayamıyordu, her durumda bunu umursamıyordu. Güneş ışığında otururken bacağını ilk kez görebildi ve asılmak için o kadar uzun yaşamayacağından emin oldu.
Yanığın koyu kırmızı rengi yukarıya doğru yayılmıştı, kurumuş kan lekelerinden daha parlaktı. Yaranın kendisi iltihaplıydı; diğer adamların kötü kokusunun azalmasıyla kendinden boşalan berbat ter kokusunu belli belirsiz hissedebiliyordu artık. Bu durumda ani bir kurşunla ölmek, iltihabın oluşturduğu acı ve bilinç kaybıyla ölmekten çok daha iyiydi. Silah sesini duyup duymadığını merak etti ve çöküp uykuya daldı, ezilmiş serin toprak sıcak yanağının altında annesinin göğsü kadar düzgün ve rahatlatıcıydı.
Aslında uyumuyordu, sadece ateşin verdiği baygınlık haliydi ama kulaklarında çınlayan Melton’ın sesi onu uyandırmıştı.
“Grey,” diyordu ses, “John William Grey! Bu adı biliyor musun?”
“Hayır,” dedi, uyku ve ateşten aklı karışmıştı. “Bak dostum, ya beni vur ya da git, tamam mı? Ben hastayım…”
“Carryarrick yakınlarında.” Melton’ın sesi teşvik edici ve sabırsızdı. “Bir çocuk, sarışın ve on altı yaşlarında. Ormanda karşılaştınız.”
Jamie, ona eziyet çektiren kişiye gözlerini kısarak baktı. Ateş görüşünü bulanıklaştırıyordu fakat üzerine eğilmiş sağlam, kemikli yüzün bir şekilde tanıdık geldiğini düşünüyordu. Neredeyse bir kızınkine benzeyen bu büyük gözleri bir yerden hatırlıyordu.
“Ahh,” dedi, aklında kararsızca dönen resim selinden tek bir yüzü yakalayarak. “Beni öldürmeye çalışan küçük delikanlı. Evet, hatırlıyorum.” Gözlerini yeniden kapattı. Ateşin etkisiyle bir duygu diğer duyguya karışıyor gibi geliyordu. John William Grey’in kolunu kırmıştı; elinin altındaki çocuğun sağlam kemiklerini hatırlaması, taşlara doğru onu sürüklerken Claire’in kolunun kemiklerini aklına getirmişti. Serin puslu esinti Claire’in parmaklarıyla yüzüne vuruyordu.
“Uyan, baş belası!” Melton sabırsızca onu sallarken, başı boynuna vuruyordu. “Beni dinle!”
Jamie zayıf bir şekilde gözlerini açtı. “Evet?”
“John William Grey benim kardeşim,” dedi Melton. “Bana seninle karşılaştığını söyledi. Sen onun hayatını bağışlamışsın ve sana bir söz vermiş. Bu doğru mu?”
Büyük bir çabayla aklını toplamaya çalıştı. Ayaklanmanın ilk savaşından iki gün önce onunla karşılaşmıştı; Prestonpan’daki İskoçlar’ın zaferinden iki gün önce. O zamanla şimdi arasında geçen altı ay büyük bir uçurum gibi görünüyordu, bu aradaki zamanda ne kadar çok şey olmuştu.
“Evet, hatırlıyorum. Beni öldürmek için söz vermişti. Onun için bunu yaparsan kusura bakmam.” Göz kapakları yeniden düştü. Vurulmak için illa uyanık olması şart mıydı ki?
“Sana bir şeref borcu olduğunu söyledi ve var da.” Melton ayağa kalkıp pantolonunun dizlerindeki tozu silkeledi ve büyük bir şaşkınlıkla soran gözlerle bakan üsteğmenine döndü.
“İki arada bir derede kaldım, Wallace. Bu… bu II. James yanlısı herif oldukça ünlü biri. Sen Kızıl Jamie’yi duymuş muydun? İlanların bir tanesinde var mıydı?” Üsteğmen başını ‘evet’ anlamında salladı, ayaklarının ucunda yerde yatan pis bedene şüpheli bir şekilde bakıyordu. Melton acı bir şekilde gülümsedi.
“Şimdi o kadar da tehlikeli görünmüyor, değil mi? Ancak o hâlâ Kızıl Jamie Fraser ve Ekselansları böyle şanlı bir esirin olduğunu duyunca mutlu olacaktır. Charles Stuart’ı daha bulmadılar ama iyi bilinen birkaç II. James yanlısı da Tower Hill’deki kalabalığı hoşnut eder.”
“Ekselanslarına haber yollayayım mı?” Üsteğmen posta kutusuna uzandı.
“Hayır!” Melton tutuklusuna bakmak için döndü. “Bu sıkıntı yaratır! Önemli bir yem olmasının ötesinde bu pis zavallı, Preston yakınlarında benim küçük kardeşimi esir alan ve yumurcağı vurmak yerine – ki bu onun istediği şeydi – onun hayatını bağışlayıp arkadaşlarına geri yollayan adam. Bu yüzden,” sözlerini dişlerinin arasından söylüyordu, “ailemin üstünde büyük bir şeref borcu var!”
“Olur şey değil,” dedi üsteğmen. “Yani ekselanslarına da teslim edemiyorsunuz.”
“Hayır, lanet olsun! Erkek kardeşimin yeminine leke sürmemek için bu piç kurusunu vuramam bile!”
Tutuklu bir gözünü açtı. “Eğer vurursan kimseye söylemem,” diye önerdi ve yeniden gözünü hemen kapadı.
“Kapa çeneni!” Tamamen kontrolünü kaybeden Melton, inleyen ama bir şey söyleyemeyen tutuklusunu tekmeledi.
Üsteğmen, “Belki başka bir isimle onu vurabiliriz,” diye yardımsever bir şekilde teklifte bulundu.
Lord Melton şaşkınlık içinde yardımcısına döndü, sonra zamanı hesaplamak için pencereden dışarıya baktı.
“Üç saat içinde hava kararacak. İnfaz edilen diğer tutukluların gömme işlerini denetleyeceğim. Küçük bir araba bul ve içini samanla doldur. Bir de şoför ama ağzı sıkı olsun. Wallace, bu rüşvet demek ve karanlık basar basmaz burada olsun.”
“Tamam, efendim. Şey, efendim? Tutukluya ne olacak?” Üsteğmen çekingen bir halde yerde yatan bedeni işaret etmişti.
“Ona ne mi olacak?” dedi Melton kabaca. “Sürünmek için çok güçsüz, tek başına yürüyemez. Hiçbir yere gitmeyecek – en azından araba buraya gelene kadar.”
“Araba mı?” Tutuklu yaşam belirtilerini göstermeye başlıyordu. Üzüntünün uyarıcı etkisiyle kalkmak için tek kolunun üstüne dayandı. Keçeleşmiş kızıl saçlarının altındaki kan çanağı mavi gözleri korkudan parlıyordu. “Beni nereye gönderiyorsun?” Kapıdan dönen Melton tiksinti dolu bir bakışla ona baktı.
“Sen Broch Tuarach Beyi’sin, değil mi? Seni gönderdiğim yer işte orası.”
“Ben eve gitmek istemiyorum! Ben vurulmak istiyorum!”
İngilizler birbirlerine baktılar.
“Delirmiş,” dedi üsteğmen anlamlı bir şekilde ve Melton da ‘evet’ dercesine başını salladı.
“Seyahat boyunca yaşayacağından şüpheliyim ama en azından ölümü ellerimden olmayacak.”
Kapı İngilizler’in arkasından yavaşça kapandı, Jamie Fraser tek başına kalmıştı – ve hâlâ hayattaydı.

2

Av Başlasın

Inverness

2 Mayıs 1968

“Tabii ki o öldü!” Claire’in sesi üzüntüden sert çıkıyordu; hemen hemen boş olan çalışma odası sesiyle inliyor, kitaplıkta yankılanıyordu. Duvara yaslanmış ayakta duruyordu, tıpkı idam mangasını bekleyen bir tutuklu gibiydi, bir kızına bir Roger Wakefield’a bakıp duruyordu.
“Ben pek öyle sanmıyorum.” Roger kendini yorgun hissediyordu. Bir eliyle yüzünü ovuşturdu, sonra masadan dosyayı aldı; Claire ve kızı üç hafta önce gelip, ondan yardım istediğinden beri yaptığı bütün araştırmalar bu dosyanın içindeydi.
Dosyayı açtı ve içindekileri yavaşça karıştırmaya başladı. Culloden’ın II. James Yanlıları. ’45 Ayaklanması. Süslü Prens Charlie’nin sancağı altında toplanan ve İskoçya’yı keskin bir kılıç gibi kesen, sadece Culloden’ın gri kırlarında Cumberland Dükü’ne karşı bozguna ve yenilgiye uğrayan yiğit İskoçlar.
“Burada,” dedi ve birkaç sayfayı aldı. Eski el yazısı, fotokopinin siyah canlılığında tuhaf görünüyordu. “Bu, Lovat alay komutanının ordu kaydı.”
İnce kâğıt destelerini Claire’e uzattı ama kâğıtları alan kızı oldu. Brianna kâğıtları ondan aldı ve sayfaları karıştırmaya başladı, kızıla çalan kaşlarının arası hafiften kırışmıştı.
“Kâğıdın üstünü oku,” dedi Roger. “‘Komutanlar,’ dediği kısmı.”
“Tamam,” diye yüksek sesle okumaya başladı, “Lovat Komutanı Simon…”
Roger, “Genç Tilki,” diye lafını kesti. “Lovat’ın oğlu. Ve beş isim daha?”
Brianna tek kaşını kaldırdı fakat okumaya devam etti.
“Üsteğmen William Chisholm Fraser; Komutan George D’Amerd Fraser Shaw; Üsteğmen Duncan Joseph Fraser; Binbaşı Bayard Murray Fraser,” durdu, son ismi okumadan önce yavaşça yutkundu, “Komutan James Alexander Malcolm MacKenzie Fraser.” Kâğıtları aşağıya indirdi, solgun görünüyordu. “Babam.”
Claire kızının olduğu yere gidip, onun kolunu sıktı. O da solgundu.
“Evet,” dedi Roger’a. “Onun Culloden’a gittiğini biliyorum. Beni… dikili taşta bıraktığı zaman… Charles Stuart ile olan adamlarını kurtarmak için Culloden Arazisi’ne gitme niyetindeydi. Ve gittiğini de biliyoruz” – masanın üstündeki dosyayı başıyla işaret etti, lambanın ışığında yüzeyi donuk ve masum görünüyordu – “sen onların adını buldun. Ama… ama… Jamie…” İsmi yüksek sesle söylemek, onun aklını karıştırmış gibi görünüyordu ve dudaklarını bastırdı.
Şimdi destek olma sırası Brianna’nındı.
“Geri gittiğini söylüyorsun.” Koyu mavi ve cesaret verici gözleri annesinin yüzüne odaklanmıştı. “Adamlarını araziden uzaklaştırıp, sonra savaşa geri dönecekti.”
Claire başını ‘evet’ anlamında salladı, yavaşça kendine geliyordu.
“Kaçmak için pek şansı olmadığını biliyordu. İngilizler’in onu yakalamasındansa… savaşta ölmeyi tercih ettiğini söylerdi.” Roger’a döndü, bakışları heyecan verici kehribar rengindeydi. Onun gözleri her zaman Roger’a şahini hatırlatırdı, sanki çoğu kişiden daha iyi görüyor gibiydi. “Orada ölmediğine inanamam. Birçok kişi öldü ve onun da amacı buydu!”
Kuzey İskoçya ordusunun çoğu Culloden’da ölmüştü, top ateşinin patlamasıyla ve yakıcı yaylım ateşiyle parçalanmışlardı. Ancak Jamie Fraser değil.
“Hayır,” dedi Roger kararlı bir şekilde. “Sana Linklater’ın kitabından bir parça okudum.” Fundalıklardaki Prens başlıklı büyük bir cildi almak için uzandı.
“Savaşın akabinde,” diye okumaya başladı, “II. James yanlısı on sekiz tane yaralı komutan, sığınmak için kırın yakınındaki eski bir çiftlik evine gittiler. Orada iki gün boyunca acı içinde yattılar, yaralarıyla ilgilenilmemişti. İki günün ardından dışarıya götürüldüler ve vuruldular. Bir kişi, Lovat alay komutanından bir Fraser, katliamdan kaçtı. Geri kalanı milli parkın yanına gömüldü.”
“Gördün mü?” dedi, kitabı bıraktı ve iki bayana sayfaların üstünden ciddi bir şekilde baktı. “Lovat alayından bir komutan.” Ordu defterindeki kâğıtları tutuyordu.
“Ve işte buradalar! Altısı da. Şimdi, çiftlik evindeki kişinin Genç Simon olmadığını biliyoruz; o iyi bilinen tarihi bir kişi ve ona ne olduğunu da çok iyi biliyoruz. Araziden geri çekildi, yaralı değildi. Dinle bak, bir grup adamıyla kuzey yolunda savaştı, buraya yakın olan Beaufort Şatosu’na geri dönebilmek için.” Boydan boya olan pencereyi işaret etti, akşam vakti Inverness’ın ışıkları belli belirsiz parıldıyordu.
“Leanach çiftlik evinden kaçan diğer dört komutan – William, George, Duncan ya da Bavard – da değildi,” dedi Roger. “Neden?” Dosyadan başka bir kâğıt aldı ve neredeyse tam bir zaferle salladı.
“Çünkü hepsi Culloden’da öldü! Dört kişi arazide öldürüldü. Onların adlarını Beauly’deki kilisede asılı olan tabelada buldum.”
Claire derin bir soluk verdi, sonra masanın arkasındaki eski döner sandalyeye kendini bırakıverdi.
“Yüce İsa,” dedi. Gözlerini kapadı ve öne doğru eğildi, dirsekleri masanın üstünde ve başı ellerine dayalıydı, kıvırcık kahverengi saçları yüzünü saklamak için öne doğru saçılmıştı. Brianna bir elini Claire’in sırtına koydu, annesinin üzerine eğilirken yüzü sıkıntılıydı. Uzun boylu bir kızdı; iri, sağlam kemikleri vardı ve uzun, kızıl saçları masa lambasının ışığında parlıyordu.
“Eğer o ölmediyse…” diye usulca konuşmaya başladı.
Claire hemen tamamladı sözlerini. “Ama o öldü!” dedi. Yüzü gergindi ve gözlerinin etrafındaki küçük çizgiler belirgindi. “Tanrı aşkına, iki yüz yıl; Culloden’da ölsün ya da ölmesin, o artık ölü!”
Brianna annesinin tepkisinden dolayı geriledi ve başını öne doğru eğdi, böylece kızıl saçları – babasının kızıl saçları – yanaklarının aşağısına doğru süzüldü.
“Ben de öyle düşünüyorum,” diye fısıldadı. Roger, Brianna’nın gözyaşlarının akmaması için uğraştığını görebiliyordu. Ve bunda hiç şüphe yok, diye düşündü. Kısa süre içinde, sevdiğin ve bütün hayatın boyunca ‘baba’ dediğin adamın aslında baban olmadığını, gerçek babanın iki yüz yıl önce yaşamış bir İskoçyalı olduğunu öğrenmek ve muhtemelen onun korkunç bir şekilde yok olduğunu, eşinden ve çocuğundan çok uzakta onları korumak için kendi hayatını feda ettiğini idrak etmek… şaşırmak için yeterli, diye düşündü Roger.
Brianna’nın yanına gitti ve koluna dokundu. Brianna ona kısa dalgın bir bakış attı ve gülümsemeye çalıştı. Roger kollarını ona doladı, üzüldüğü için kıza şefkat duymasına rağmen onun ne kadar garip hissettiğini düşünüyordu.
Claire hâlâ öylece çalışma masasında oturuyordu. Sarı şahin gözleri şimdi daha yumuşak bir renge bürünmüştü, anılarla uzağa dalmıştı. Roger’ın üvey babası Papaz Efendi Wakefield tarafından bırakılan notlarla, günlüklerle yerden tavana kadar dolu olan çalışma odasının alçı duvarına dalgın bir şekilde odaklanmışlardı.
Kendi de duvara bakan Roger, York Hanedan Derneği tarafından gönderilen yılık toplantı bildirisini gördü – hâlâ İskoçya’nın bağımsızlık davasını destekleyen şu coşkulu tuhaf ruhlar, Charles Stuart’a ve onu takip eden Kuzey İskoçyalı kahramanlara hürmet toplantısı düzenliyorlardı.
Roger yavaşça boğazını temizledi.
“Şey… eğer Jamie Fraser Culloden’da ölmediyse,” dedi.
“O zaman daha sonra ölmüştür.” Claire’in gözleri Roger’ın gözleriyle buluştu, sarı-kahverengi derinliklerin arkasında buz gibi bir bakış vardı. “Nasıl olduğu hakkında bir fikrin yok,” dedi. “Kuzey İskoçya’da kıtlık vardı – savaştan önce adamların hiçbiri günlerce bir şey yemedi. O yaralıydı – bunu biliyoruz. Oradan kaçsa bile, ona bakacak… kimse yoktu.” Sesi burada alçalmıştı; şimdi o bir doktordu, o zamanlar yani yirmi sene önce dikili taşlardan adımını attığı ve James Alexander Malcolm MacKenzie Fraser ile kaderi birleştiği zaman ise bir şifacıydı.
Roger ikisini de anlayabiliyordu. Kollarının arasında tuttuğu uzun boylu titreyen kız ve masada oturan kadın, ikisi de öyle durgun öyle üzgündü ki. Taşların arasından zamana yolculuk etmişti; bir casus olduğundan şüphelenilmiş, cadı diye tutuklanmış, akıl ermez bir olayla ilk kocası Frank Randall’ın kollarından alınmıştı. Ve üç sene sonra, ikinci kocası James Fraser onu içine çeken saldırıdan eşini ve doğmamış çocuğunu kurtarmak için umutsuz bir halde, onu hamile haliyle dikili taşlardan geri yollamıştı.
Roger kendi kendine, Claire acaba bütün ümidini yitirmiş mi, diye düşünüyordu. Fakat Roger bir tarihçiydi. Bir öğrencinin doyumsuz, etik dışı merakına sahipti. Bu merakı basit bir şefkatle sınırlandırılamayacak kadar güçlüydü. Bundan daha fazlası, kendisinin de dahil olduğu aile trajedisindeki üçüncü kişiyi, yani Jamie Fraser’ı, hastalıklı bir şekilde merak ediyordu.
“Eğer o Culloden’da ölmediyse,” diye başladı, daha kararlıydı bu defa, “o zaman, ona ne olduğunu bulabilirim. Denememi ister misin?” Bekledi, nefesi kesilmişti ve gömleğinin içine işleyen Brianna’nın sıcak nefesini hissediyordu.
Jamie Fraser’ın bir hayatı ve bir de ölümü vardı. Roger, anlaşılması güç bir şekilde gerçeği bulmanın onun görevi olduğunu hissediyordu; Jamie Fraser’ın kadınlarının, ona ne olduğunu bilmeye hakları vardı. Brianna’ya gelince, onun bildiği tek şey asla tanımadığı bir babasının olduğuydu. Ve Claire – Roger’ın sorduğu soruyu henüz kavrayamadığı açıkça ortadaydı, olması gerektiği gibi şok içindeydi. İki defa zamanda yolculuk etmişti. Muhtemelen bunu bir kez daha yapabilirdi. Eğer Jamie Fraser Culloden’da ölmediyse…
Roger, onun bulutlanmış kehribar gözlerinde bir canlılık hareketi olduğunu gördü, sanki hayata geri dönüyordu. Claire normalde açık tenliydi, şimdi ise yüzü önündeki masanın üstünde duran mektup açacağının fildişi sapı gibi bembeyazdı. Parmakları mektup açacağını kavramış, öyle sıkı sarmıştı ki eklemleri belli oluyordu.
Uzun bir süre konuşmadı. Bakışları bir anlığına Brianna’ya odaklandı, sonra Roger’ın yüzüne döndü.
“Evet,” dedi alçak bir sesle, öyle ki Roger onu zar zor duyabildi. “Evet. Benim için araştır. Lütfen. Bul onu.”

3

Frank ve Tam Açıklama

Inverness

9 Mayıs 1968

Çay saati için evlerine giden insanlarla yaya trafiği Ness Gölü köprüsünde yoğundu. Roger önümde yürüyordu, geniş omuzları beni etrafımızdaki kalabalıktan koruyordu.
Kalbimin, göğsüme bastırdığım kitabın sert kapağına karşı ağır ağır attığını hissedebiliyordum. Gerçekte ne yaptığımızı düşünmek için ne zaman dursam, böyle oluyordu. Hangi olası seçeneğin daha kötü olduğundan emin değildim; Jamie’nin Culloden’da öldüğünü bulmak mı yoksa ölmediğini bulmak mı?
Papaz evine yorgun bir şekilde yürürken, köprünün tahtaları ayaklarımın altında inliyordu. Kollarım taşıdığım kitapların ağırlığından ağrıyordu, bu yüzden ağırlığı bir kolumdan diğerine verdim.
“Nereye gittiğine baksana be adam!” diye bağırdı Roger, bisikletli bir işçi köprü trafiğinde aşağıya doğru dümdüz ilerlediğinde neredeyse beni korkuluklara savuracakken Roger beni ustaca kenara çekmeyi başarmıştı.
“Affedersiniz!” diye özür dilercesine bir bağrış duyuldu ve bisiklet, çay saati için evlerine giden iki grup öğrencinin arasından geçerken, sürücü omzunun üstünden el salladı. Brianna arkamızda görünüyor mu diye geriye, köprünün karşısına bir göz attım ama ondan bir iz yoktu.
Roger ve ben öğleden sonrasını Antikaları Koruma Derneği’nde geçirmiştik. Brianna, Roger’ın derlediği evrak listesinin fotokopisini almak için Kuzey İskoçya Klan ofisine gitmişti.
“Bunca zahmete girmen büyük incelik, Roger,” dedim, köprü ve gölden gelen gürültüye karşı sesimi yükseltmiştim.
“Önemli değil,” dedi ve biraz acemice, ona yetişmem için durdu. “Merak ediyorum,” diye ekledi, hafiften gülümsüyordu. “Bilirsin, tarihçiler bir bilmeceyi çözmeden duramazlar.” Başını iki yana salladı; ellerini kullanmadan rüzgârın gözlerinin önüne getirdiği saçları geriye doğru atmaya çalışıyordu.
Tarihçileri bilmiyordum. Ancak yirmi yılımı biriyle geçirmişim. Frank de bu özel bilmeceyi çözmeden duramazdı. Frank öleli iki yıl olmuştu, şimdi yaşam sırası bendeydi ve Brianna’daydı.
“Dr. Linklater’dan haber aldın mı?” diye sordum köprü kemerinin aşağısına doğru geldiğimizde. Akşamüzeriydi ama güneş, daha kuzey de olduğumuz için hâlâ yüksekteydi. Gölün kenarındaki limon ağaçları yapraklarının arasından görünüyordu, köprünün aşağısında duran granit anıt mezarda pembe renkte parıldıyordu.
Roger rüzgâra karşı gözlerini kısarak başını iki yana salladı. “Hayır ama yazalı bir hafta oldu. Pazartesiye kadar haber almazsam, telefonla ulaşmaya çalışacağım. Endişelenme,” – yandan bana gülümsedi – “Çok düşünceli bir insanım. Ona, araştırmasını yaptığım bir çalışma için Culloden’dan sonra Leanach çiftlik evinde bulunan II. James yanlısı komutanlarının listesine ihtiyacım olduğunu ve bu infazdan kurtulanlar hakkında bilgi varsa, bana orijinal kaynakları gönderebilir mi diye sordum.”
“Sen Linklater’ı tanıyor musun?” diye sordum, kitapları yan tarafıma kalçama doğru yaslayarak, sol kolumu rahatlatmaya çalışıyordum.
“Hayır ama ricamı Balliol Koleji adı altında yazdım ve referans olarak da Linklater’ı tanıyan asistan hocam Bay Cheesewright’ı gösterdim.” Roger rahatlatıcı bir şekilde göz kırptı ve ben de kahkaha attım.
Buğday tenine rağmen, gözleri parlak açık yeşildi. Jamie’nin hikâyesini bulmak için bize yardım etme sebebini ‘merak’ diye açıklamış olabilirdi ama ben Brianna’ya olan ilgisinin arttığının farkındaydım. Ve ayrıca, bunun karşılıklı olduğunu da biliyordum. Bilmediğim tek şey Roger’ın da bunu fark edip etmediğiydi.
Papaz Efendi Wakefield’ın çalışma odasına geç saatte döndüğümüzde, kucak dolusu kitapları rahatlamışçasına masanın üzerine bıraktım ve şöminenin yanındaki arkası yüksek koltuğa çöktüm, o sırada Roger evin mutfağından bir bardak limonata getirmeye gitmişti.
Ekşi şerbeti yudumlarken, nefesim yavaşlamıştı ama getirdiğimiz etkileyici kitaplar yığınına bakarken nabzım değişken bir halde atıyordu. Jamie oralarda bir yerde miydi? Ve eğer öyleyse… Soğuk bardağı tutan ellerim gittikçe daha fazla ıslanmıştı. Bu düşünceyi bastırdım, o kadar ilerisini düşünme, diye kendimi uyarıyordum. Beklemek ve ne bulacağımızı görmek daha iyi.
Roger, diğer olasılıkları araştırmak için çalışma odasındaki kitaplığı inceliyordu. Roger’ın üvey babası Papaz Efendi Wakefield, iyi bir amatör tarihçiydi ve gereksiz her şeyi toplayan biriydi; mektuplar, gazeteler, ilanlar, antika ve güncel kitaplar – hepsi kitaplığa tıkılmıştı.
Roger tereddüt etti sonra eli masanın yanında duran kitap yığının üstüne düştü. Bunlar Frank’in kitaplarıydı – tozlu kapakta basılan övgüye bakılırsa etkileyici bir başarıydı.
“Bunu hiç okudun mu?” diye sordu, Jacobites başlıklı bir kitabı göstererek.
“Hayır,” dedim. Limonatamdan rahatlatıcı bir yudum aldım ve öksürmeye başladım. “Hayır,” dedim yeniden. “Yapamadım.” Döndükten sonra İskoçya’nın tarihi ile ilgili hiçbir materyale bakmamaya kararlıydım, özellikle on sekizinci yüzyıl Frank’in ilgi alanı olsa bile. Jamie’nin öldüğünü düşünüyordum ve onu hatırlatacak her şeyden kaçıyordum. İşe yaramaz bir kaçıştı – onu aklımdan çıkarmanın bir yolu yoktu, Brianna’nın varlığı günden güne bana onu hatırlatıyordu – ama hâlâ Süslü Prens’i – bu korkunç, beyhude genç adamı ya da onun arkadaşları ile ilgili olan kitapları okuyamıyordum.
“Anlıyorum. Burada yararlı bir şey olup olmadığını bilmek istersin diye düşündüm.” Roger konuşmasını kesmişti, elmacık kemikleri daha bir kızarmıştı. “Senin… şey, senin eşin, Frank demek istemiştim,” aceleyle ekledi. “Sen ona… anlattın mı… şeyi…” Sesi giderek alçaldı, utançtan nefesi kesilmişti.
“Evet, Tabii ki anlattım!” dedim biraz sertçe. “Sen ne sanıyordun? Üç yıl ortalıktan kaybolduktan sonra ofisine gidip ‘Ahh, merhaba hayatım, akşam yemeğinde ne istersin?’ diye sorduğumu mu?”
“Hayır, Tabii ki,” diye mırıldandı Roger. Döndü ve gözlerini kitaplığa dikti. Ensesi utançtan kızarmıştı.
“Üzgünüm,” dedim derin bir nefes alarak. “Bu gayet normal bir soru. Ama sadece, daha çok taze.” Çoktan daha fazlası vardı. Bu yaranın ne kadar taze olduğunu anlamak, beni hem şaşırtmış hem de korkutmuştu. Dirseğimin altındaki masaya bardağı bıraktım. Eğer bununla uğraşacaksak, limonatadan daha sert şeylere ihtiyacım olacaktı.
“Evet,” dedim. “Ona anlattım. Bütün dikili taşları – Jamie’yi. Her şeyi.”
Roger bir müddet cevap vermedi. Sonra kısmen döndü, böylece yüzünün sert hatları belli oldu. Bana bakmıyordu, gözleri sadece Frank’in yığılı kitaplarındaydı; kapağın arkasında Frank’in zayıfça, esmer, yakışıklı ve gülümseyen bir fotoğrafı vardı.
“Sana inandı mı?” diye sordu Roger kısık bir sesle.
Dudaklarım limonatadan yapış yapış olmuştu, bu yüzden cevap vermeden önce dudaklarımı yaladım.
“Hayır,” dedim. “İlk başta değil. Delirdiğimi düşündü; hatta beni psikiyatriste yolladı.” Kesik bir kahkaha attım ama bu anı, kızgınlıkla yumruklarımı sıkmama sebep olmuştu.
“Sonra ne oldu?” Roger bana bakmak için dönmüştü. Tenindeki kızarma geçiyordu, gözlerinde sadece merak vardı. “Ne düşündü?”
Derin bir nefes aldım ve gözlerimi kapattım. “Bilmiyorum.”
———————————-
Inverness’taki küçük hastane fenollü dezenfektan ve nişasta gibi alışık olmadığım bir kokuyla doluydu.
Düşünmüyor ve hissetmemeye çalışıyordum. Dönüşüm, geçmişe gidişimden daha korkutucuydu, çünkü orada nerede olduğum ve ne yaptığım hakkında şüphe ve endişe tabakasından korunuyordum. Dahası sürekli kaçma umudu ile yaşıyordum. Şimdi nerede olduğumu çok iyi biliyorum ve kaçışımın olmadığının da farkındayım. Jamie ölmüştü.
Doktorlar ve hemşireler benimle nazik bir şekilde konuşuyorlar, bana yemek yediriyorlar ve içmem için bir şeyler getiriyorlardı ama benim içimde acı ve korkudan başka bir şey yoktu. Sorduklarında adımı söylemiştim fakat daha fazla konuşmamıştım.
Beyaz çarşaflı bir yatakta yatıyordum, parmaklarımı savunmasız karnımın üstüne kenetlemiştim ve gözlerimi kapalı tutuyordum. Taşlara adımımı atmadan önce gördüğüm en son şeyi defalarca hayalimde canlandırıyordum – yağmurlu havadaki kırı ve Jamie’nin yüzünü –etrafımı saran şeylere uzun süre bakarsam bu manzara gittikçe yok olacaktı, onun yerini hemşireler ve yatağımın yanında bulunan çiçek dolu vazo gibi sıradan şeyler alacaktı. Gizliden bir başparmağımı diğerinin altına bastırdım, J şeklindeki küçük kesiği belli belirsiz hissediyordum. Jamie benim isteğim üzerine yapmıştı – bu tenimdeki son dokunuşuydu.
Bir süre bu halde kalmış olmalıyım; ara sıra uyuyordum, II. James Ayaklanması’nın son birkaç gününü rüyamda görüyordum – ormandaki parlak küf mantarlarının altında uykuya dalmış ölü adamı ve Culloden Evi’nin çatı katında ölen Dougal MacKenzie’yi; çamurlu hendeklerde katliamdan önceki son uykularını uyuyan Kuzey İskoçya ordusunun bakımsız adamlarını.
Rüyalarımda yankılanan akıl almaz Gaelce kelimelere karşı, dezenfektan kokusuna ve rahatlatıcı sözlere çığlık atarak veya sızlanarak uyanıyordum ve sonra yeniden uykuya dalıyordum, ızdırabımı avcumun içinde sımsıkı tutuyordum.
Ve sonra gözlerimi açtım ve Frank oradaydı. Kapıda duruyordu, bir eliyle siyah saçlarını düzeltiyordu, zavallı adam kuşkulu bir şekilde bakıyordu.
Yastığa geri yattım, sadece onu izliyor ve konuşmuyordum. Onda atalarının bakışı vardı; Jack ve Alex Randall’ın. Güzel, parlak, aristokratik yüz hatları ve düz siyah saçların altında biçimli bir yüz. Küçük değişikliklerin ötesinde, yüzü onlarınkinden tarifsiz bir şekilde farklıydı. Onda korku ya da acımasızlık izleri yoktu; ne Alex’in ruh hali ne de Jack’in buz gibi küstahlığı. Onun zayıf yüzü zeki gibi görünüyordu, kibar ve hafiften yorgun, tıraş olmamıştı ve gözlerinin altındaki torbalar belli oluyordu. Buraya gelmek için bütün gece araba kullandığını o söylemeden anlamıştım.
“Claire?” Yatağa geldi ve belirsiz bir şekilde konuşmaya başladı, sanki benim gerçekten Claire olup olmadığımdan emin değildi.
Ben de emin değildim ama başımı aşağı yukarı sallayıp, “Merhaba Frank,” dedim. Sesim kısık ve pürüzlü çıkmıştı, konuşmaya alışkın değildim.
Elimi tuttu ve ben de tutmasına izin verdim.
“Sen… iyi misin?” dedi bir müddet sonra. Bana bakarken kaşlarını çatmıştı.
“Ben hamileyim.” Aklımın karışık olmasına rağmen, bu önemli bir nokta gibi görünmüştü. Onu yeniden görürsem Frank’e ne diyeceğimi düşünmemiştim ama onu kapıda gördüğüm an, aklım başıma gelmişti. Ona hamile olduğumu söyleyecektim, o ayrılacaktı ve ben de Jamie’nin son haliyle ve elimdeki dokunuşuyla yalnız kalacaktım.
Yüzü biraz gerilmişti ama elimi bırakmıyordu. “Biliyorum. Bana söylediler.” Derin bir nefes aldı ve bıraktı. “Claire; sana ne olduğunu bana anlatır mısın?”
Bir an şaşırdığımı hissettim, sonra omuz silktim.
“Ben de bunu umuyordum,” dedim. Yavaşça düşüncelerimi toplamaya başlamıştım; bunun hakkında konuşmak istemiyordum ama bu adama karşı da sorumluluk hissediyordum. Suçluluk değil, henüz değil ama yine de sorumluluk. Onunla evliydim.
“Evet,” dedim, “başka birine âşık oldum ve onunla evlendim. Üzgünüm,” yüzündeki şok ifadesini görünce, “kendime hâkim olamadım,” diye ekledim.
Bunu beklemiyordu. Ağzı açık kaldı ve sonra kapattı, hâlâ elimi tutuyordu. Bana çığlık attırıp, elimi geri çektirecek kadar sıkı tutmaya başlamıştı.
“Ne demek istiyorsun?” dedi, sesi sertti. “Neredeydin Claire?” Birden doğruldu, yatağın üstünde karartı gibi görünüyordu.
“Seni en son gördüğüm zamanı hatırlıyor musun, Craigh na Dun denilen dikili taşlara gidiyordum?”
“Evet?” Öfke ve şüpheyle karışık bir ifadeyle aşağıya, bana doğru bakıyordu.
“Evet” – kuruyan dudaklarımı yaladım – “gerçek şu ki, o halkadaki ayrık bir taştan içeriye girdim ve kendimi 1743 yılında buldum.”
“Dalga geçme Claire!”
“Şaka yaptığımı mı sanıyorsun?” Bu düşünce öyle saçmaydı ki kahkaha atmaya başladım, gerçeklikten uzak olduğunu hissediyordum.
“Kes şunu!”
Gülmeyi kesmiştim. İki hemşire kapıda görünüverdi, sanki sihirle gelmişlerdi; yakındaki koridorda gizlenmiş olmalılardı. Frank eğildi ve kolumu tuttu.
“Beni dinle,” dedi dişlerinin arasından. “Bana nerede olduğunu ve ne yaptığını anlatacaksın!”
“Anlatıyorum! Bırak kolumu!” Yatakta doğruldum ve tutuşundan kolumu kurtarmak için çektim. “Sana anlattım; bir taşın içinden geçtim ve kendimi iki yüz yıl geride buldum. Ve orada senin lanet olası atan Jack Randall ile tanıştım!”
Frank gözlerini kırpıştırdı, tamamen afallamıştı. “Kim?”
“Kara Jack Randall ve o lanet olası, ahlaksız, iğrenç sapığın teki!”
Frank’in ağzı açık kalmıştı ve tabii ki hemşirelerin de. Arkalarındaki koridordan gelen ayak seslerini ve telaşlı bağrışları duyabiliyordum.
“Jack Randall’dan kurtulmak için Jamie Fraser ile evlenmek zorundaydım. Kendime hâkim olamadım, Frank. Ona âşık oldum ve eğer yapabilseydim onunla kalacaktım ama o beni Culloden yüzünden gönderdi ve bebek–”Kapıdaki hemşireleri iten doktor üniformalı bir adam içeri girince konuşmayı kestim.
“Frank,” dedim bitkin bir halde, “Üzgünüm. Bunun olmasını istemedim ve geri dönmeye çalıştım, gerçekten denedim ama yapamadım. Ve şimdi artık çok geç!”
Kendimi tutmama rağmen gözyaşlarım dolmaya ve yanaklarımdan aşağıya süzülmeye başlamıştı. Çoğunluğu Jamie, kendim ve taşıdığım çocuk içindi ama birkaçı da Frank içindi. Burnumu çektim ve yutkundum, kendime hâkim olmaya çalışıyordum ve yatakta doğruldum.
“Bak,” dedim, “bana daha fazla katlanmak istemediğini biliyorum ve seni bu yüzden suçlamıyorum. Sadece… sadece git, gidecek misin?”
Yüzü değişti. Artık kızgın bakmıyordu fakat üzgündü ve aklı karışmıştı. Yatağın kenarına oturdu, içeri giren ve nabzımı ölçen doktor umurunda değildi.
“Hiçbir yere gitmiyorum,” dedi, artık biraz daha nazikti. Çekmeye çalışmama rağmen elimi yeniden tuttu. “Bu… Jamie. Kim o?”
Derin ve düzensiz bir nefes aldım. Doktor diğer elimi tutuyor, hâlâ nabzımı ölçmeye çalışıyordu. Biraz paniklemiştim, sanki ikisi arasında tutsaktım. Bu hissi yatıştırmaya ve sakin bir şekilde konuşmaya çalıştım.
“James Alexander Malcolm MacKenzie Fraser,” dedim, isimleri resmi bir şekilde sırasıyla söylemiştim. Jamie düğün günümüzde tam adını söylediği zaman bu şekilde söylemişti. Bunu düşünmek başka bir gözyaşının akmasına neden olmuştu ve ben de gözlerimi omzuma sildim, çünkü ellerim tutuluyordu.
“Kuzey İskoçyalıydı. Culloden’da öldü.” Yeniden ağlamak işe yaramayacaktı, gözyaşları içimi saran acıyı rahatlatmıyordu ama sahip olduğum tek cevap dayanılmaz bir acıydı. Yavaşça öne eğilip, karnıma sarılmaya çalıştım. Karnımdaki küçük, görülmez hayatı kendimce kucaklıyordum, o bana Jamie Fraser’dan kalan tek şeydi.
Ben yarı bilincimi kaybetmişken, Frank ve doktor birbirlerine bakmışlardı. Tabii ki onlar için Culloden uzak bir geçmişti. Benim için ise sadece iki gün öncesiydi.
“Belki dinlenmesi için Bayan Randall’ı bıraksak iyi olur,” dedi doktor. “Şuan için çok üzgün görünüyor.”
Frank şüpheli bir halde bana bakıyordu. “Evet, kesinlikle üzgün görünüyor. Fakat ben gerçekten öğrenmek istiyorum… bu ne, Claire?” Elimi çekerken dördüncü parmağımdaki yüzüğü görmüştü ve şimdi onu incelemek için eğilmişti. Bu, Jamie’nin düğün günümüzde bana verdiği yüzüktü; geniş gümüş yüzük, Kuzey İskoçya motifiyle süslenmiş, küçük devedikeni çiçekleriyle şekillendirilmişti.
“Hayır!” diye bağırdım, Frank yüzüğü parmağımdan çıkarmaya çalışırken paniklemiştim. Elimi çektim ve yumruğumu göğsümün altında tuttum. Frank’in altın yüzüğünün takılı olduğu sol elimle onu sarmalamıştım. “Hayır, onu alamazsın. Sana izin vermem! Bu benim düğün yüzüğüm!”
“Göster bana, Claire–” Frank’in sözleri doktor tarafından kesilmişti, Frank’in olduğu tarafa geçti ve kulağına bir şeyler fısıldadı. Birkaç kelimeyi anlamıştım. “…eşinizi sıkmayın. Şok…” ve sonra Frank bir kez daha ayağa kalktı, doktor tarafından uzaklaştırılıyordu.
Şırınganın acısını neredeyse hissetmiyordum, acı dalgası zaten beni içine almıştı. Belirsiz şekilde Frank’in giderken söylediği sözleri hatırlıyordum, “Tamam ama Claire, öğreneceğim!” Ve sonra karanlık çöktü ve ben, çok çok uzun süreliğine rüyasız bir uykuya daldım.
———————————-
Roger viski şişesini aldı ve bardağı yarısına kadar doldurdu. Yarı gülümser bir şekilde bardağı Claire’e verdi.
“Fiona’nın büyükannesi, her zaman sıkıntı veren şeyler için viskinin iyi geldiğini söylerdi.”
“Ben daha ağır ilaçlar da gördüm.” Claire bardağı aldı ve o da aynı biçimde gülümsedi.
Roger kendi için de bir içki koydu, sonra onun yanına oturdu ve yavaşça içkisini yudumladı.
“Onu göndermeye çalıştım, anlarsın ya,” dedi birden Claire, bardağını aşağıya indirirken. “Frank’e benim için aynı şeyleri hissetmediğini bildiğimi söyledim. Olanlara inanıp inanmadığı önemli değildi. Ondan boşanabileceğimi söyledim. Gitmek ve beni unutmak zorundaydı, hayatını ben olmadan yeniden düzenlemek zorundaydı.”
“Fakat o bunu yapmadı,” dedi Roger. Güneş battığı için çalışma odası soğumuştu ve eğilip eski elektrik sobasını yaktı. “Çünkü sen hamileydin?” diye tahminde bulundu.
Claire ona sert bir bakış attı, sonra gülümsedi; dalga geçer gibiydi.
“Evet, öyleydi. Frank, sadece şerefsiz bir adamın neredeyse hiçbir şeyi olmayan hamile bir kadını terk etmeyi düşünebileceğini söylemişti. Özellikle de temelsiz şeylere böyle sıkıca tutunan bir kadını,” dedi dalga geçercesine. “Aslında hiçbir şeyim yok değildi. Lamb Amca’dan bana kalan bir miktar para vardı ama Frank şerefsiz bir adam değildi.” Bakışları kitaplığa yönelmişti. Eşinin tarihi çalışmalarına bakıyordu, orada yan yana diziliydiler ve kitapların sırtı masa lambasının ışığında parlıyordu.
“O çok nazik bir adamdı,” dedi yumuşak bir sesle. İçkisinden bir yudum daha aldı, alkol kokusu yükselirken gözlerini kapadı.
“Ve sonra, kendisinin bir çocuk sahibi olamayacağını anladı ya da bundan şüphe duydu. Tarihe ve soyağacına bu kadar merak salmış bir adam için kâbus gibi bir şeydi. Bütün bu hanedan düşüncelerine dalmış biri için yani, anlarsın ya.”
“Evet, anlayabiliyorum,” dedi Roger yavaşça. “Ancak hissetmedi mi, yani demek istediğim, bir başkasının çocuğunu anlamadı mı?”
“Anlamıştır.” Kehribar gözler yeniden ona bakıyordu, parlaklıkları viski ve anılarla yumuşamıştı. “Fakat böyle olduğu halde, Jamie hakkında söylediğim hiçbir şeye inanmıyordu. Yani bebeğin babası aslında bilinmiyordu. Eğer adamın kim olduğunu bilmezse – ve gerçekte benim de bilmediğime, sadece şoktan dolayı uydurduğumu kendine inandırırsa – o zaman, hiç kimse bu çocuğun ondan olmadığını söyleyemezdi. Tabii ki ben de,” diye ekledi, yüzünde acı bir ifade vardı.
Viskisinden gözlerini sulandıran büyük bir yudum aldı ve gözlerini silmek için bir müddet durdu.
“Ama sağlama almak için beni uzağa götürdü. Boston’a,” diye devam etti. “Harvard’dan iyi bir teklif gelmişti ve orada bizi kimse tanımıyordu. Orası Brianna’nın doğduğu yerdi.”
———————————-
Sıkıntılı bir ağlayış beni yine uykumdan uyandırmıştı. Gece boyunca bebekle birlikte beş kez uyandıktan sonra yatağa altıda yatmıştım. Mahmur gözlerim, vaktin yedi olduğunu gösterdiğinde saate döndü. Banyodan şarkı söyleyen neşeli bir ses yükseliyordu; Frank’in sesi ‘Rule, Britannina,’ şarkısıyla su sesini bastırıyordu.
Yatakta uzanıyordum, yorgunluktan kollarım ve bacaklarım ağrıyordu. Frank banyodan çıkıp Brianna’yı bana getirene kadar bu ağlama sesine dayanıp dayanamayacağımı merak ediyordum. Sanki bebek ne düşündüğümü anlamışçasına ağlama sesini iki ya da üç ton daha arttırdı ve bu ağlayışı periyodik bağrışlara döndürdü, arada korkunç nefes yutma sesleri de gelmeye başlamıştı. Yatak örtülerini üzerimden atıp ayağa kalktım, savaşta hava saldırısında duyduğum aynı panikle yürümeye başladım.
Soğuk koridordan aşağıya hantal bir şekilde yürüdüm ve çocuk odasına girdim. Üç aylık kızım Brianna’yı sırt üstü yatarken bulmuştum, küçük kırmızı kafasını geriye doğru kaldırarak ağlıyordu. Uykusuzluktan o kadar halsiz düşmüştüm ki onu karnının üstüne yatırdığımı hatırlamam birkaç dakikamı almıştı.
“Bir tanem! Sen dönmüşsün! Hem de kendi başına!” Cesur hareketinden dolayı dehşete düşüp bağırdığımdan Brianna küçük pembe yumruklarını salladı ve gözlerini de sıkı sıkı kapatıp avazı çıktığı kadar bağırmaya başladı.
Onu aldım ve sırtını okşamaya başladım, kızıl incecik tüylerle kaplı kafasının üstünden bir şeyler mırıldanıyordum.
“Ahh, benim canım! Sen ne kadar da zeki bir kızsın!”
“Ne var? Ne oldu?” Frank banyodan çıkmıştı, bir havluyla başını kuruluyordu ve ikinci havlu beline sarılıydı. “Brianna’ya bir şey mi oldu?”
Bizim yanımıza gelmişti, endişeyle bakıyordu. Doğum yaklaştığında ikimizde tedirgindik; Frank asabiydi ve ben de korkuyordum, Jamie Fraser’ın çocuğu dünyaya geldiğinde aramızda neler olacağı hakkında bir fikrim yoktu. Fakat hemşire Brianna’yı beşiğinden alıp, “İşte babasının küçük kızı,” diye Frank’e verdiğinde, yüzü donuklaşmış sonra bir gül kadar harika olan küçük yüze merakla bakmaya başlamıştı. Bir hafta içinde Frank onun olmuştu, hem bedenen hem ruhen.
Ona doğru döndüm ve gülümsedim. “Arkasına döndü! Hem de kendi başına!”
“Gerçekten mi!” Hala nemli olan yüzü mutluluktan parlıyordu. “Bunun için daha erken değil mi?”
“Evet, öyle. Dr. Spocks, bunu yapabilmesi için diğer ayın da geçmesi lazım demişti!”
“Dr. Spocks amma da biliyormuş! Gel buraya, küçük güzellik. Bu kadar erken geliştiğin için babaya bir öpücük ver.” Rahat pembe uyku tulumuna sarılmış küçük, yumuşak bedeni kaldırdı ve burnunun üstünü öptü. Bunun üzerine Brianna hapşırdı ve biz de güldük.
Gülmeyi kestim, birden bir sene içinde ilk kez güldüğümü fark ettim. Dahası bu, Frank ile birlikte güldüğüm ilk zamandı. O da bunu fark etmişti; Brianna’nın başının üzerinden görünen gözleri benimkilerle buluşmuştu. Gözleri tatlı bir ela rengindeydi ve o an şefkatle doluydu. Biraz ürkekçe ona gülümsedim ve birden onun tamamen çıplak olduğunu fark ettim, su damlacıkları zayıf omuzlarından aşağıya kayıyor ve göğsünün pürüzsüz teninde parlıyordu.
Aynı zamanda bize ulaşan yanma kokusu bizi aile saadetinden uyandırmıştı.
“Kahve!” Çabucak Bree’yi benim kollarıma iten Frank mutfağa fırladı, iki havlusu da benim ayakucumda yığın halinde duruyordu. Mutfağa doğru koşarken, farklı bir şekilde parlayan çıplak kalçalarının görüntüsüne gülümsedim ve Bree’yi omuzlarıma doğru tutuyorken yavaşça onu takip ettim.
Yanmış demlikten yükselen kötü kokulu buharın ortasında, çıplak bir halde lavabonun yanında duruyordu.
“Çaya ne dersin?” diye sordum, tek elimle dolabı karıştırırken diğer elimle de ustaca Brianna’yı kalçama dayamış tutuyordum. “Hiç Seylan çayı kalmamış, üzgünüm sadece poşet çay var.”
Frank suratını astı; iliklerine kadar tam bir İngiliz olduğundan, poşet çaydan yapılan çayı içeceğine tuvalet suyunu içmeyi tercih ederdi. Poşet çay, haftalık temizliğe gelen Bayan Grossman’dan kalmıştı, yapraklardan çay yapmanın pis ve iğrenç olduğunu düşünüyordu.
“Hayır, üniversiteye giderken yoldan kahve alırım. Ahh, hazır bundan bahsetmişken, bu akşam Dean ve eşinin yemeğe geleceklerini hatırlıyorsun, değil mi? Bayan Hinchcliffe Brianna için bir hediye getirecekmiş.”
“Ahh, tamam,” dedim, heyecandan yoksundum – Hinchcliffeler ile daha önceden tanışmıştım ve bu tecrübeyi tekrarlamaya meraklı değildim. Ancak yine de bu yapılmak zorundaydı. Gizli bir iç çekişle, bebeği diğer tarafa aldım ve alışveriş listesini yapmak için çekmecede kalem aramaya başladım.
Brianna kırmızı püsküllü elbisemin önünü çekiştirmeye başlamış, acıktığını belirten küçük gurultular çıkarmaya başlamıştı.
“Yeniden acıkmış olamazsın,” dedim başının üstünden. “Seni doyuralı iki saat bile olmadı.” Onun araştırmalarına cevaben göğüslerim süt sızdırmaya başlamıştı ve ben de hemen oturup elbisemin önünü açtım.
“Bayan Hinchcliffe, bir bebek her ağladığında emzirilmemesi gerektiğini söylüyor,” dedi Frank. “Eğer düzenli olarak emzirilmezse şımarırlarmış.”
Bayan Hinchcliffe’in çocuk yetiştirme konusundaki fikirlerini ilk kez duymuyordum.
“O zaman şımaracakmış, öyle mi?” dedim soğuk bir şekilde, ona bakmıyordum. Küçük pembe ağız hiddetli bir şekilde göğsüme yapıştı ve Brianna akıl almaz bir iştahla emmeye başladı. Bayan Hinchcliffe’nin emzirme ile ilgili düşüncelerini de biliyordum; emzirme hem kaba hem de sağlıksızdı. On sekizinci yüzyılda birçok bebeğin, annelerinin göğüslerini rahatça emdiklerini gören ben ise böyle düşünmüyordum.
Frank iç çekti ama daha fazla bir şey söylemedi. Bir müddet sonra, demliği bıraktı ve yavaşça kapıya doğru gitti.
“O zaman,” dedi gönülsüz bir şekilde. “Altı gibi görüşürüz? Ben bir şeyler getireyim mi?”
Alelade bir şekilde gülümsedim, “Hayır, ben hallederim,” dedim.
“Ahh, iyi.” Bir müddet duraksadı, Bree’yi rahatça kucağıma yerleştirmiştim, başı kolumun çukur kısmındaydı, göğsümün kıvrımına uyum sağlıyordu. Başımı bebekten yukarıya kaldırdım ve Frank’in dikkatle beni izlediğini gördüm, gözleri yarı kapalı göğüslerime odaklanmıştı. Benim gözlerim de onun bedeninin aşağı kısımlarındaydı. Tahrik olmaya başladığını görmüş ve başımı bebeğe doğru eğmiştim, kızaran yüzümü saklıyordum.
Bebeğin başının üzerinden, “Güle güle,” diye mırıldandım.
Frank bir an öylece durdu, sonra öne doğru eğildi ve yanağımdan öptü. Yakınımdaki çıplak bedeninin sıcaklığı heyecan vericiydi.
“Hoşça kal, Claire,” dedi yumuşak bir sesle. “Akşama görüşürüz.”
Gitmeden önce mutfağa uğramadı, böylece Brianna’yı emzirme ve düşüncelerimi normal seyrine sokma fırsatı yakaladım.
Döndüğümden beri Frank’i çıplak görmemiştim; her zaman ya banyoda ya da soyunma odasında giyinirdi. Bu sabahki ihtiyatlı küçük öpücükten önce beni hiç öpmemişti de. Hamileliğim kadın doğum uzmanının dediği gibi ‘yüksek risk’ taşıyordu ve ben buna hazır olsam bile – ki değildim – Frank’in yatağımı paylaşmayı istemesi gibi bir ihtimal yoktu.
Bunun yaklaştığını anlamalıydım ama anlamadım. İlk olarak büsbütün kendi içime kapanmamdan, ikincisi de şişen karnımın haricinde bütün her şeyden kendimi soyutlamamdan dolayı bu hale gelmiştim. Brianna doğduktan sonra emzirmeden emzirmeye canlanıyor, anlık da olsa iradesiz bir huzuru arıyordum. İşte o zaman, bilinçsizce küçük bedeni kendime yaklaştırıyor ve ona dokunmanın, onu tutmanın saf anlarıyla ve düşüncesiyle içimin rahatladığını hissediyordum.
Frank onunla oyun oynar ve bebeği göğsüne bastırarak, büyük koltuğunda beraber uykuya dalarlardı. İkisi keyifle ve huzurlu bir şekilde homurdanırlardı. Frank ve ben ise birbirimize dokunmazdık, hatta ev düzenlemeleri ile Brianna haricinde konuşmazdık da.
Bebek bizim ortak noktamızdı; birbirimize dokunmamıza vesile olan tek noktaydı ve hep kol boyu mesafede dururduk. Ama öyle görünüyor ki artık bu kol boyu mesafe Frank’e yetmiyordu.
Bunu yapabilirdim, en azından fiziksel olarak. Bir hafta önce kontrol için doktora gitmiştim ve doktor babacan bir göz kırpmayla, bana kocamla ‘ilişkiye’ girebileceğimi söylemişti.
Kaybolduğumdan beri Frank’in kimseyle yatmadığını biliyordum. Kırklı yaşlarındaydı, hâlâ zayıf, kaslı, gösterişli ve çok yakışıklı bir adamdı. Kokteyl partilerinde, bal küpünün etrafına üşüşen arılar gibi kadınlar ona yaklaşır ve heyecanla, küçük mırıltılar çıkarırlardı.
Çoğunlukla partilerde gördüğüm kahverengi saçlı bir kız vardı; köşede durmuş ve içkisinin üzerinden Frank’e üzüntülü bir şekilde bakıyordu. Bu kız partide feci sarhoş olmuş ve iyice üzüntülü bir hal almıştı, iki kız arkadaşı ona evine kadar eşlik etmişti. Çiçekli hamile elbisemin içindeki hafif şişlikle onun yanında dururken, Frank ve bana şeytanca bir bakış atmışlardı.
Frank ağzı sıkı bir adamdı. Eve her zaman akşamları gelirdi ve yakasında ruj izi olmamasına dikkat ederdi. Şimdiyse tamamen eve gelme niyetindeydi. Sanırım bunu beklemeye de hakkı vardı; bir zamanlar ben onun karısıydım.
Sadece küçük bir problem vardı. Gecenin bir yarısı beni uykumdan uyandıran Frank değildi. Rüyalarıma girip beni uyandıran, böylece sabahları uyandığımda nemli, nefes nefese kalmasına sebep olan onun düzgün, kıvrak bedeni değildi. Ama ben buna neden olan adama bir daha dokunamayacaktım.
“Jamie,” diye fısıldıyordum. “Ahh, Jamie.” Sabah ışığında gözyaşlarım parıldıyordu; Brianna’nın yumuşak ve tüyümsü kızıl saçlarını dağılan inci ve elmas gibi süslüyordu.
İyi bir gün değildi. Brianna çok kötü pişik olmuştu. Bu onu huzursuz ve sinirli yapıyordu, sürekli onunla ilgilenmek gerekiyordu. Emiyor, yaygara koparıyor ve aralarda kusmak için duruyordu, ne giydiysem onu lekeliyordu. Daha saat on bir olmadan üç kez bluzumu değiştirmiştim.
Giydiğim ağır emzirme sütyeni koltuk altından aşınmıştı ve göğüs uçlarımın üşüdüğünü, çatladığını hissediyordum. Evi toparlarken döşeme tahtasının altından bir vızıldama sesi gelmiş ve zayıf bir iç çekişle ısıtıcı bozulmuştu.
“Hayır, gelecek hafta olmaz,” dedim, kalorifer tamir dükkânını telefonla aramıştım. Pencereye baktım, eşiğin altından sızmak için soğuk Şubat sisi savaş veriyordu. “İçerisi altı derece ve üç aylık bir bebeğim var!” Söz konusu olan bebek ana kucağında yatıyordu, yorganlarına sarılmıştı ve haşlanmış bir kedi gibi ciyaklıyordu. Telefonun ucundaki kişinin konuşmasını önemsemeden, bir iki dakikalığına ahizeyi Brianna’nın kocaman açılmış ağzına tuttum.
“Anladınız mı?” diye sordum, telefonu yeniden kulağıma tutarken.
“Tamam, bayan,” dedi hattın diğer ucundaki kişi razı olmuşçasına. “Öğleden sonra geleceğim, bir ile altı arası.”
“Bir ile altı arası mı? Zaman aralığını biraz daha daraltamaz mıyız? Alışveriş yapmam gerek,” diye itiraz ettim.
“Şehirde kaloriferi bozulan bir siz değilsiniz, bayan,” dedi ses son olarak ve telefon kapandı. Saate baktım; on bir buçuktu. Yarım saat içinde alışveriş yapıp geri gelemezdim. Küçük bir bebekle alışveriş yapmak için çok daha fazlası gerekiyordu.
Dişlerimi sıkarak, akşam yemeği için gerekli olan malzemeleri pahalı bir marketi arayarak sipariş ettim. Sonra da artık yüzü patlıcan rengine dönen ve ağır kokan bebeğimi kucakladım.
“Bu çok sıkıcı görünüyor, hayatım. Eğer bunu çıkarırsak kendini daha iyi hissedersin, değil mi?” Brianna’nın kırmızı poposundaki kahverengi yapışkan şeyi silerken, rahatlatıcı bir şekilde konuşmaya çalışıyordum. Belini yukarıya kaldırıp, nemli bezden kaçmaya çalışırken bir kez daha bağırmaya başlamıştı. Vazelin sürmüştüm ve bu değiştirdiğim onuncu çocuk beziydi; çocuk bezi aracı yarına kadar gelmeyecekti ve ev amonyak kokuyordu.
“Tamam bir tanem, buradayım, buradayım.” Bebeği omuzlarıma doğru kaldırdım, sırtına hafifçe vuruyordum ama bağırması gittikçe artıyordu. Onu suçlamıyordum; zavallı poposu henüz çok hassastı, havludan başka hiçbir şeye temas etmemesi gerekiyordu ama evin sıcaklığı ona uygun değildi. Bebek de ben de kazaklarımızı ve kışlık paltolarımızı giymiştik, bu emzirmeyi her zamankinden daha sıkıcı bir hale getirmişti.
Brianna bir seferde on dakikadan fazla uyuyamıyordu. Sonuç olarak ben de. Saat dörtte uykuya daldığımızda, elindeki büyük cıvata anahtarını bir an olsun yere koyma zahmetine girmeden kapıya hızla vuran tamircinin sesine uyanmıştık.
Ağlama ve alt kattan gelen tamir sesleri eşliğinde, bir elimle bebeği omzumda sallayıp, diğer elimle de yemek pişirmeye başlamıştım.
“Size söz veremem bayan ama en azından şimdilik ısınabilirsiniz.” Tamirci birden ortaya çıkıvermiş, kırışık alnındaki makine yağı lekesini siliyordu. Neredeyse huzurlu bir şekilde omzumda yatıp, başparmağını emen Brianna’ya bakmak için öne doğru eğildi.
“Parmağının tadı nasıl, tatlım?” diye sordu adam. “Başparmağını emmesine izin vermemeniz gerekiyormuş, öyle söylerler bilirsiniz,” dedi doğrulurken beni bilgilendirmeye çalışarak. “Dişleri yamuk çıkarmış ve tel taktırmak gerekirmiş.”
“Öyle mi?” dedim dişlerimin arasından. “Borcum ne kadar?”
Bir saat sonra tavuk tepsideydi; içi doldurulmuş ve üstü yağlanmıştı, etrafı sarımsak ezmesi, biberiye parçaları ve limon kabuğu ile süslenmişti. Tavuğu fırına verdim ve Brianna ile birlikte giyinmek için içeri gittim. Mutfak yeteneksiz bir hırsızın elinden geçmiş gibi görünüyordu, dolap kapakları açıktı, mutfak eşyaları her yere saçılmıştı. Dolap kapaklarını ve sonra da mutfak kapısını kapattım, kusursuz olmasa bile Bayan Hinchcliffe’i dışarıda tutmaya yeter, diye düşündüm.
Frank Brianna’nın giymesi için yeni pembe bir elbise almıştı. Güzel bir elbiseydi ama boynunun etrafındaki dantellere şüpheyle baktım. Hem rahatsız edici hem de zarif duruyorlardı.
“Evet, hadi bir deneyelim,” dedim ona. “Babamız senin güzel görünmeni istiyor. Kusmamaya çalış tamam mı?”
Brianna daha fazla dışkı yaparken cevap olarak gözlerini kapattı, kasıldı ve homurdandı.
“Ahh, aferin!” dedim içtenlikle. Bu çarşafın değişeceği anlamına geliyordu ama en azından pişiği daha kötü olmayacaktı. Pislik temizlenmiş ve yerini yeni bir bez almıştı. Pembe elbiseyi salladım ve elbiseyi başından geçirmeden önce, dikkatli bir şekilde yüzündeki salyasını silmek için durdum. Gözlerini kırpıştırarak bana baktı ve tatlılıkla aguladı, yumruklarıyla mücadele ediyordu.
Uysal bir şekilde başımı aşağıya indirdim ve göbeğini gıdıkladım, bu onun kıvranmasına ve neşeyle agulamasına sebep olmuştu. Bunu birkaç sefer daha yaptık, sonra pembe elbisesini giydirmek için zahmetli işe koyulduk.
Brianna bundan hoşlanmamıştı; elbiseyi başından aşağıya geçirdiğimde şikâyet etmeye başlamıştı. Küçük tombul kollarını elbisenin pofuduk kollarından geçirirken, başını arkaya doğru itti ve çok kötü bir şekilde ağlamaya başladı.
“Ne oldu?” diye sordum, şaşkındım. Şimdiye kadar onun bütün ağlamalarını biliyordum ve ne demek istediğini de çoğunlukla anlıyordum ama bu yeniydi ve tamamen acıyla doluydu.
“Neyin var tatlım?”
Şimdi daha da kızgınlıkla ağlıyordu, yaşlar yanaklarından aşağıya süzülmeye başlamıştı. Heyecanla onu yüz üstü çevirdim ve ani karın ağrısı olduğunu düşünerek, sırtını sıvazlamaya başladım ama iki büklüm de durmuyordu. Şiddetli bir şekilde çabalıyordu ve onu kucaklamak için sırt üstü çevirdiğimde, kırmızı bir şeyin sallanan körpe kolunun içine gittiğini gördüm. Elbisede bir iğne kalmıştı ve ben de kollarını elbiseye sokmaya çalışırken etine batmıştı.
“Ahh, bebeğim! Ahh, Çok üzgünüm! Anne çok üzgün!” Batan iğneyi çıkarıp atarken benim de gözyaşlarım yanaklarımdan aşağıya süzülmeye başlamıştı. Onu kucaklayıp, ovalıyor, yatıştırmaya çalışıyor ve suçluluk hissinden kendimi sıyırmaya çalışıyordum. Tabii ki onun canını yakma gibi bir niyetim yoktu ama o bunu bilmiyordu.
“Ahh, bir tanem,” diye mırıldandım. “Tamam, geçti. Anne seni çok seviyor, tamam.” Neden iğnenin olup olmadığına bakmadım ki? Hangi çılgın, bebek kıyafetlerini paketlemede iğne kullanır? Kızgınlık ve huzursuzluk içinde yıpranarak Brianna’yı giydirmiş, çenesini silmiş ve yatak odasına götürmüştüm, ben aceleyle güzel bir etek ve yeni bir bluz giyerken onu yatağıma yatırmıştım.
Çoraplarımı giydiğimde kapı çaldı. Bir topuğunda delik vardı ama onunla uğraşacak zamanım yoktu. Ayaklarımı sıkan yüksek topuklu deri ayakkabıyı hızla giyip, Brianna’yı kucakladım ve kapıyı açmaya gittim.
Gelen Frank’ti, anahtarını kullanamayacak kadar elleri doluydu. Tek elimle bütün paketleri ondan aldım ve koridordaki masaya koydum.
“Akşam yemeği hazır mı, tatlım? Yeni masa örtüsüyle peçete aldım, bizimkilerin eski olduğunu düşündüm. Ve tabii ki şarap.” Karmakarışık saçlarıma ve yeni süt lekesi olmuş bluzuma hoşlanmamışçasına baktı.
“Tanrım, Claire!” dedi. “Kendine biraz çekidüzen veremez misin? Yani demek istediğim bütün gün evde yapacak başka bir şeyin yok. Birkaç dakikanı ayırıp–”
“Hayır,” dedim biraz yüksek sesle. Huysuz bir şekilde yeniden ağlamaya başlayan Brianna’yı ona ittim.
“Hayır,” dedim yeniden ve dirençsiz elinden şarap şişesini aldım.
“HAYIR!” diye bağırdım, ayaklarımı yere vuruyordum. Şişeyi salladım ama o yana çekilmişti, şişe kapıya çarptı ve kırmızı şarabın morumsu sıvısı küçük verandaya yayıldı, kırık cam parçaları ışığın altında girişte parıldıyordu.
Şişe parçalarını açelyanın içine attım ve ceketimi giymeden dışarıya, dondurucu sise kendimi attım. Biraz yürüdükten sonra, yarım saat erken gelen ve muhtemelen beni kusurlu bir ev hanımı olarak görmeyi bekleyen şaşkın Hinchcliffeler’e hiçbir şey demeden, yanlarından geçip gittim. Umarım akşam yemekleri iyi geçer.
Amaçsızca sisin içinde arabayı kullanıyordum, gazı azaltana kadar arabanın radyatörü neredeyse patlayacaktı. Eve gitmiyordum, henüz olmazdı. Gece açık bir kafeye? Bugünün cuma olduğunu fark ettim ve on ikiye kadar sürdüm. Ne de olsa artık bir planım vardı. Oturduğumuz mahalleye, St. Finbar Kilisesi’ne doğru geri döndüm.
Kilise, zarar görmemesi ve hırsızlıktan korunması için bu saatte kilitli oluyordu. İbadet edenler için kapı tokmağının altında, düğmeli bir kilit vardı. Beş düğmesi vardı, birden beşe kadar numaralanmıştı. Uygun bir sırayla üçüne basıldığında, anahtar içeri girmek için size yol veriyordu.
Gelişimi kaydetmek için St. Finbar’ın ayakucunda bulunan günlük deftere, kilisenin arkasına doğru sessizce ilerledim.
“St. Finbar mı?” demişti Frank kuşkuyla. “Böyle bir aziz yok. Olma ihtimali de yok.”
“Var,” demiştim, bilmiş şekilde. “On ikinci yüzyıldan, İrlandalı bir piskopos.”
“Ha, İrlandalı,” demişti Frank, saygısızca. “Bu her şeyi açıklıyor. Fakat anlamadığım bir şey var,” demişti, düşünceli olmaya dikkat ediyordu, “şey… neden?”
“Ne neden?”
“Neden bu sürekli tapınma işini yapıyorsun? Sen hiçbir zaman benden daha fazla dini bütün bir insan olmadın ki. Aşai Rabbani ayinine ya da başka bir şeye gitmiyorsun; Papaz Begges her hafta bana senin nerede olduğunu soruyor.”
Başımı iki yana sallamıştım. “Gerçekten söyleyemem, Frank. Bu sadece… yapmaya ihtiyaç duyduğum şey.” Ona bakmıştım, yeterli açıklamayı yapamayacak kadar çaresizdim. “Burası… huzur verici,” demiştim sonunda.
Daha fazla konuşmak için ağzını açmıştı ama sonra, başını iki yana sallayarak arkasını dönmüştü.
Burası huzur vericiydi. Kilisenin araba parkı ıssızdı, sadece bu saatte ibadete gelen birinin arabası vardı. İçeride adımı deftere yazdım ve öne doğru yürümeye başladım, direk konuşup kabalık etmemek için saat on birdeki ziyaretçiye haber vermek için öksürdüm. Onun arkasına diz çöktüm, sarı kabanlı tıknaz bir adamdı. Bir müddet sonra, mihrabın önünde diz çöktüğü yerden ayağa kalktı, döndü ve kapıya yürüdü, yanımdan geçerken sessizce başıyla bana selam vermişti.
Kapı gıcırdayarak kapandı ve artık yalnızdım; sadece sunağın üstündeki büyük altın güneş sembolü ve ben. Sunakta iki tane devasa mum yanıyordu. Düzgün ve beyazlardı, durgun havada titremeden öylece yanıyorlardı. Bir anlığına gözlerimi kapattım, sadece sessizliği dinliyordum.
Gün içinde olan her şey, karışık düşünceler ve hisler içinde aklımda dönüp dolaşıyordu. Ceket giymediğimden, park yerine doğru yaptığım kısa yürüyüşte üşüdüğümden titriyordum ama yavaşça ısınmaya başlamıştım, kucağımda kenetlenen ellerim en sonunda rahatlıyordu.
Sonunda her zaman olduğu gibi düşünmeye son verdim. Ebedi varlığın kısıtlı zamanından mı yoksa yorgunluğumun geçmesinden mi bilmiyordum ama Frank’e duyduğum suçluluk ve Jamie için duyduğum büyük acı azalmıştı. Hatta duygularım geçmişteki seslere doğru çekilirken, annelik endişelerim bile azalmıştı. Her şey yavaşça atan kalbimden daha sessizdi, kilisenin karanlık huzurunda düzenli ve rahatlatıcıydı.
“Yüce Tanrım,” diye fısıldadım, “James kulunun ruhuna merhamet eylemeni istiyorum.” Sonra sessizce ekledim, “ve benimkinin.”
Hareket etmeden öylece oturdum, altın güneşin yüzeyindeki mum alevlerinin parlaklığını izledim ta ki arkamdaki koridordan yeni gelen bir ziyaretçinin ayak seslerini duyana kadar. Her saatte geliyorlardı, gündüz ya da gece. Aşai Rabbani ayini boş kalmıyordu.
Birkaç dakika daha kaldım, sonra mihraba selam vererek kilise sırasından çıktım. Kilisenin arkasına doğru yürüdüğümde, St. Anthony’nin heykeli altındaki arka sırada birini gördüm. Ben yaklaştığımda o da hareket etmeye başlamıştı, sonra bir adam ayağa kalktı ve beni karşılamak için koridorda durdu.
“Burada ne yapıyorsun?” diye sordum tıslarcasına.
Düşünceli bir biçimde diz çöken yeni bir ziyaretçiye Frank selam verdi ve beni dışarıya götürmek için dirseğimden tuttu.
Ondan uzaklaşıp, onunla yüzleşmeden önce kilise kapısının arkamızdan kapanmasını bekledim.
“Bu ne şimdi?” dedim kızgın bir halde. “Neden peşimden geldin?”
“Seni merak ettim.” Küçük Ford’umun yanına korurcasına park ettiği büyük Buick’ine doğru boş park alanını işaret etti. “Kasabanın bu kısmında, gecenin bir vakti yalnız bir kadının sokaklarda dolaşması çok tehlikeli. Seni eve götürmeye geldim. Hepsi bu.”
Ne Hinchcliffelerden ne de akşam yemeği partisinden söz etmişti. Kızgınlığım bir parça da olsa azalmıştı.
“Ahh,” dedim. “Brianna’yı ne yaptın?”
“Ağlaması ihtimaline karşılık, Bayan Munsing’den kulağının kapıda olmasını söyledim. Fakat derin bir uykuya dalmış gibi görünüyordu ve ben de başka şansım olduğunu sanmıyordum. Hadi gel, dışarısı çok soğuk.”
Öyleydi, dondurucu soğuk beni ince bluzumun içinde titretmişti.
“O zaman evde görüşürüz,” dedim.
Brianna’ya bakmak için içeri girdiğimde çocuk odasının sıcaklığı beni kucaklamıştı. Hâlâ uyuyordu ama huzursuzdu. Kızıl kafasını bir sağa bir sola çevirirken, küçük ağzı bir balığın nefes alışı gibi açılıp kapanıyordu.
“Acıkmaya başlamış,” dedim Frank’e, arkamdan gelmiş ve omzumun üstünden, sevecen bir hâlde bebeğe bakıyordu.
“Yatağa gelmeden onu emzirsem iyi olacak, sonra sabaha kadar uyur.”
“Sana sıcak bir şeyler getireyim,” dedi ve mutfağa doğru gitmek için kapıdan kayboldu, o sırada ben de uyuyan küçük yığını kucakladım.
Sadece bir göğsümü emmişti ama karnı doymuştu. Gevşek ağzını yavaşça memeden çekmişti, ağzı sütle çevriliydi, kızıl başı kolumda geriye doğru düşmüştü. Hiçbir hareket ya da sesleniş diğer tarafı emmesi için onu uyandıramazdı, bu yüzden ben de vazgeçtim ve onu yatağına yatırdım. Cılız, hoşnut bir geğirme yükselene kadar yavaşça sırtını okşadım; o sırada tam bir doyma nefesi ortaya çıkmıştı.
“Gece için hazır, öyle mi?” Frank, sarı tavşanlı bebek battaniyesini onun üzerine örtüyordu.
“Evet.” Sallanan sandalyeme geri oturdum, yeniden ayağa kalkmak için hem zihnen hem de bedenen çok yorulmuştum. Frank durmak için arkamdan geldi; bir elini yavaşça omzuma koydu.
“O öldü, değil mi?” diye sordu nazikçe.
Sana anlattım, diye konuşmaya başlayacaktım. Sonra durdum, ağzımı kapattım ve sadece başımı aşağı yukarı salladım. Sandalyede yavaşça sallanırken karanlık beşiğe ve içindeki bebeğime bakıyordum. Sağ göğsüm acı bir şekilde sütle dolmuştu. Ne kadar yorgun olursam olayım bunu halletmeden rahatça uyuyamazdım. Boyun eğmiş bir iç çekişle, kaba ve gülünç görünümlü plastik göğüs pompasına uzandım. Kullanımı zor ve rahatsız ediciydi ama bir saat içinde acıyla, sütten sırılsıklam olmuş halde uyanmaktan iyiydi.
Frank’in gitmesini sağlamaya çalışarak, bir el işareti yaptım.
“Sen git. Sadece birkaç dakika sürer ama yapmak zorundayım…”
Gitmek ya da cevap vermek yerine, pompayı elimden aldı ve masaya bıraktı. Sanki kendi kendine hareket ediyormuşçasına, o yönünü değiştirmeden çocuk odasının sıcak karanlık odasında başı yavaşça kalktı ve şişen göğsümün kıvrımlarını kendiliğinden kavradı.
Başını eğdi ve göğsümdeki ağzı yavaşça hızlandı. Küçük kanaldan sızan sütün yarı acılı karıncalanmasını hissederek sızlanmaya başlamıştım, başının arkasına elimi koydum ve yavaşça onu iyice kendime çektim.
“Daha sert,” diye fısıldadım.
Ağzı yumuşaktı ve nazik davranıyordu, kötü bir ölüm gibi hızlanan, talep eden, emen, aç gözlülüğüne cevaben cömert hayat kaynağını serbest bıraktıran bir bebeğin sert, dişsiz damağının kavrayışı gibi değildi.
Frank önümde eğilmişti, ağzı yalvarıyordu. Acaba kullarının önünde eğildiğini gören Tanrı’nın hissettiği de bu muydu, merak etmiştim? Bu kadar şefkat ve merhametle dolu muydu? Yorgunluk bana sanki her şey yavaş yavaş oluyormuş gibi bir his vermişti, sanki suyun altındaydık. Frank’in elleri dalga gibi yavaşça hareket ediyor, sürekli sallanıyor, yosun yapraklarının dokunuşu gibi nazik dokunuşlarla tenimde dolaşıyordu. Bir dalga gücüyle beni kaldırdı ve çocuk odasındaki halının kenarına yatırdı. Gözlerimi kapattım ve akıntının beni uzağa götürmesine izin verdim.
———————————-
Papaz evinin ön kapısı gıcırtıyla açılırken, Brianna Randall’ın döndüğünü haber veriyordu. Kızların sesini duyunca Roger hemen ayağa kalktı ve koridora gitti.
“En iyisinden yarım kilo tereyağı. Benden istediğin buydu ve ben de yaptım ama hâlâ ikinci derece en iyi tereyağı ya da kötü tereyağı nasıl oluyor merak ediyorum.” Brianna sarılı paketleri Fiona’ya verdi, gülüyordu ve konuşmaya devam ediyordu.
“Evet, eğer tereyağını ahlaksız ihtiyar Wicklow’dan aldıysan muhtemelen en kötüsü oluyor, onun ne söylediği önemli değil,” diye cevap verdi Fiona. “Ahh, tarçın da almışsın, bu harika! Sonra tarçınlı çörek yaparım. Gelip nasıl yaptığımı izlemek ister misin?”
“Evet ama önce yemek yemeliyim. Açlıktan ölüyorum!” Brianna parmaklarının ucunda yükseldi, umutla mutfağın olduğu yönü kokladı. “Soğanlı ciğer yahnisi mi var?”
“Soğanlı ciğer yahnisi! Nazik ol, seni aptal Sassenach. Soğanlı ciğer yahnisini ilkbaharda yiyemezsin! Sonbaharda yersin, koyunlar kesildiği zaman.”
“Ben bir Sassenach mıyım?” Brianna isimden hoşlanmışa benziyordu.
“Tabii ki öylesin, guguk kuşu. Ama yine de seni seviyorum.”
Fiona, küçük İskoç kızının yanında kule gibi duran Brianna’ya bakarak kahkaha attı. Fiona on dokuz yaşındaydı, oldukça çekici ve hafiften balıketli bir kızdı. Onun yanında Brianna bir orta çağ eseri gibi duruyordu; sağlam yapılı ve güçlü. Uzun, düz burnu ve parlayan uzun kırmızı-sarı saçlarıyla, bin yıldır değişmeden canlılığını koruyan bir el yazmasından çıkmış gibiydi.
Roger birden dirseğinin yanında duran Claire Randall’ı hatırladı. Aşkla, gururla ve şaşkınlıkla kızına bakıyordu Claire. Jamie Fraser, kızına sadece dikkat çekici boyunu ve Vikinglerin kızıl saçlarını miras bırakmakla kalmamış, aynı zamanda fiziksel görünüşünü de vermişti.
Bu olağanüstü, diye düşündü Roger. Alışılmamış hiçbir şey yapmıyor ya da söylemiyordu ama Brianna karşı konulamaz bir şekilde insanları kendine çekiyordu. Onda bir çekicilik vardı, neredeyse herkesi kendi yörüngesine çeken bir gezegen gibiydi. Roger da çekilmişti; Brianna ona doğru döndü ve gülümsedi, hareket ettiğinin farkına varmadan Roger, onun elmacık yanaklarındaki belirsiz çilleri görecek ve gezdiği mağazalardan sinen pipo tütünü kokusunu alacak kadar kendini onun yakınında bulmuştu.
“Merhaba,” dedi gülümseyerek. “Klan ofislerinden bir haber var mı, yoksa Fiona’nın yük eşeği olacak kadar çok mu meşguldün?”
“Yük eşeği mi?” Brianna’nın gözleri şaşkınlıktan kısıldı. “Yük eşeği? Önce bir Sassenach oluyorum, şimdi de bir yük eşeği. Siz İskoçlar insanlara kibar davranmak yerine, neden böyle isimler takıyorsunuz?”
“Bir tanem,” dedi Roger, ‘R’ harfini abartılı bir şekilde söylemiş ve kızların kahkaha atmasını sağlamıştı.
“Kötü eğitimli bir Aberdeen teriyeri gibi ses çıkarıyorsun,” dedi Claire. “Kuzey İskoçya Klan kütüphanesinde bir şeyler bulabildin mi, Bree?”
“Bir yığın zımbırtı,” diye cevap verdi Brianna, koridordaki masaya bıraktığı fotokopi yığınlarını didik didik ararken. “Onlar fotokopi çekerken birçoğunu okuma fırsat bulabildim.” Yığınlardan bir kâğıt aldı ve Roger’a verdi.
Kuzey İskoçya efsaneleri kitabından bir parçaydı; ‘Leap O’ the Cask’ başlığı adı altındaydı.
“Efsaneler mi?” dedi Claire, Roger’ın omzunun üstünden bakıyordu. “Bu aradığımız şey mi?”
“Olabilir.” Roger kâğıdı dikkatle okuyordu ve dalgın dalgın konuşuyordu, dikkati dağılmıştı. “Kuzey İskoçyalılar dağıldıkça, on dokuzuncu yüzyılın ortasından bu yana kadar tarihin çoğu da ağızdan ağza aktarılmış. Bu demek oluyor ki gerçek insanların hikâyesi, tarihi kişilerin hikâyesi ile denizatları, hayaletler ve büyücülerin hünerleri gibi efsanevi şeyler arasında büyük bir ayrım yok. Tarihi yazan bilginler, çoğunlukla ne ile uğraştıklarından kesinlikle emin değillerdi. Bu yüzden bazıları için efsane ile gerçeğin karışımı, bazıları için de anlatılan gerçek tarihin kendisi olur.”
“Örneğin bu,” – Roger kâğıdı Claire’e uzattı – “kulağa gerçek bir hikâyeymiş gibi geliyor. Kuzey İskoçya’da isim yapmış özel bir yerin tarihini anlatıyor.”
Claire saçını kulağının arkasına sıkıştırdı ve okumak için başını eğdi, lambanın loş ışığında gözlerini kısarak kâğıda bakıyordu. Küf kokulu kâğıtlardan ve tarihten oldukça sıkılan Fiona, akşam yemeğine bakmak için mutfağa geri dönmüştü.
“Leap O’ the Cask,” diye okumaya başladı Claire. “Bir dereye biraz uzakta olan bu olağanüstü yer, bir James yanlısı beyin ve onun hizmetinden sonra adını almıştır. Culloden felaketinden kaçabilen şanslı birkaç kişiden biri olan bey, büyük zorluklarla evine gelmiştir ama İngilizler Charles Stuart’ın kaçak destekçilerini bulmak için Kuzey İskoçya’da ava çıktıklarında, yaklaşık yedi yıl toprağındaki bir mağarada saklanmak zorunda kalmıştır. Beyin kiracıları sadık bir şekilde ondan kimseye bahsetmemişler ve beylerinin saklandığı yere yiyecek ve eşya götürmüşlerdir. Sık sık bölgeyi denetleyen İngilizler’e onu bulmaları için şans vermek istemediklerinden, saklanan adamdan sadece ‘Bozbere’ diye bahsetmeye özen göstermişlerdir. Bir gün bir çocuk, beyinin mağarasına bir fıçı bira götürürken bir grup İngiliz askeriyle karşılaşmıştır. Cesurca askerlere cevap vermeyi reddedip sorumluluğundan vazgeçmeyen çocuk, bir süvari tarafından saldırıya uğramış ve fıçı nehirden aşağıya yuvarlanarak çocuğun da sonunu getirmişti.”
Başını kâğıttan kaldırıp, kızına doğru kaşlarını sorgularcasına kaldırdı.
“Neden bu? Bunu biliyoruz ya da bildiğimizi sanıyoruz,” diye düzeltti, Roger’a doğru başını sallamıştı. “Jamie Culloden’dan kaçtı ama onun gibi birçok kişi de kaçtı. Sana bu beyin Jamie olduğunu düşündüren şey nedir?”
“Tabii ki Bozbere yüzünden,” diye cevap verdi Brianna, sanki annesinin sorduğu soru karşısında şaşırmıştı.
“Ne?” Roger ona bakıyordu, şaşkındı. “Bozbereye ne olmuş?” Bu cevap karşısında Brianna bir tutam saçını Roger’ın burnuna sürttü.
“Bozbere!” dedi sabırsızlıkla. “Kahverengi bere, değil mi? Her zaman bir şapka takıyordu, çünkü fark edilecek bir saçı vardı! İngilizler’in ona ‘Kızıl Jamie’ dediğini siz söylemediniz mi? Onun kızıl saçları olduğunu biliyorlardı. O da bunu saklamak zorundaydı!”
Roger şaşkınlıkla ona bakıyor ve konuşamıyordu. Brianna’nın saçları omuzlarından süzülüyordu, sanki alevlerle canlanmıştı.
“Haklı olabilirsin,” dedi Claire. Kızına bakarken heyecandan gözleri parlıyordu. “Seninkiler gibi, Jamie’nin saçları seninkiler gibiydi.” Uzandı ve yumuşak bir şekilde Brianna’nın saçlarını okşadı. Aşağıya, annesine doğru bakarken kızın yüzü yumuşamıştı.
“Biliyorum,” dedi. “Okuduğum şeyi düşünerek onu hayal etmeye çalışıyorum.” Sustu ve boğazını temizledi, sanki bir şey boğazına takılmıştı. “Fundalıkların dışında onu görebiliyorum, saklanıyor ve saçları güneş ışığında parlıyor. Onun bir sürgün olduğunu söylemiştin. Eğer insanlar onu öldürmeye çalıştıysa, nasıl saklanması gerektiğini… çok iyi biliyordur diye düşündüm,” konuşmasını yumuşak bir şekilde bitirmişti.
“Doğru,” dedi Roger, Brianna’nın gözlerindeki buğulanmayı dağıtmak için canlı bir şekilde konuşuyordu. “Bu muhteşem bir tahmin ama küçük bir işle bundan emin olabiliriz. Eğer bir haritada Leap O’ the Cask’ı bulursak–”
“Benim bir aptal olduğumu mu düşünüyorsun?” diye sordu Brianna alayla. “Bunu da düşündüm.” Gözlerindeki buğu kaybolmuştu ve yerini kendini beğenmiş bir ifade almıştı. “Bu yüzden bu kadar geç kaldım ya. Yazıcının Kuzey İskoçya’da bulunan her haritayı çıkarmasını istedim.” Yığınlardan başka bir fotokopi kâğıdı çıkardı ve kâğıdın üst kısmında bir yere parmağını vurmaya başladı.
“Gördünüz mü? Çok küçük bir yer, her haritada yok ama bunda var. Burası Broch Mordha köyü, annem Lallybroch’a yakın olduğunu söylemişti ve şurası,” dedi, parmağını biraz hareket ettirdi, çok ufak bir noktayı gösteriyordu. “Gördünüz mü?” diye tekrarladı. “Malikânesine, yani Lallybroch’a geri döndü ve burası saklandığı yerdi.”
“Büyüteç olmadan oranın ‘Leap O’ the Cask’ olduğunu anladım,” dedi Roger ve Brianna’ya gülümsedi. “O zaman tebrik ederim,” diyerek ekledi. “Onu bulduğunu düşünüyorum, biraz uzakta da olsa.”
Brianna gülümsedi, gözleri endişeyle parlıyordu. “Evet,” dedi yumuşak bir sesle. Kibarca kâğıtların ikisine dokundu. “Babam.”
Claire kızının elini sıktı. “Babanın saçlarına sahip olduğun gibi, annenin aklına sahip olduğunu görmek çok güzel,” dedi gülümseyerek. “Hadi gidelim ve keşfini Fiona’nın yemeğiyle kutlayalım.”
“İyi iş çıkardın,” dedi Roger Brianna’ya, yemek odasına giden Claire’i takip ediyorlardı. Roger elini hafifçe onun beline koymuştu. “Kendinle gurur duyuyor olmalısın.”
“Teşekkürler,” dedi belirsiz bir gülümsemeyle ama dudaklarının kıvrımına üzgün bir ifade oturmuştu.
“Ne oldu?” diye sordu Roger tatlılıkla, koridorda duruyorlardı. “Bir sorun mu var?”
“Hayır, aslında yok.” Brianna ona bakmak için döndü, kırmızı kaşlarının arasındaki küçük çizgi görünüyordu. “Sadece düşünüyorum, hayal etmeye çalışıyorum. Onun yerinde olsam ne düşünürdüm? Yedi yıl boyunca bir mağarada yaşasaydım? Peki ya sonra ona ne oldu?”
İçgüdüleriyle hareket eden Roger, ona doğru eğildi ve kaşlarının ortasını usulca öptü.
“Bilmiyorum, sevgilim,” dedi. “Ancak bulacağız.”

Yazar

BENZER İÇERİKLER

Portobello Cadısı

Poulo Coelho

Beyaz Şaman

Editor

Hayalet Şehir

Editor
Yükleniyor....

İnternet sitemizden en iyi şekilde faydalanabilmeniz ve internet sitemize yapacağınız ziyaretleri kişiselleştirebilmek için çerezlerden faydalanıyoruz. İstediğiniz zaman çerez ayarlarınızı değiştirebilirsiniz. Kabul et Daha fazla oku

Gizlilik ve Çerez Politikası