27 Mayıs’ın karanlık günlerinde yasak ve imkânsız bir aşkın hikâyesi.
Ayağında yüksek ökçeli iskarpinler yok bu kez, terlik giymiş. Bana doğru dönünce göğüsleri çarpıyor gözüme. Sutyenden fışkıracakmış gibi duruyorlar…Birden ani bir kararla, neredeyse koşarcasına geliyor yanıma, koltuğa bırakıyor kendini. Yanı başımda kalbinin atışlarını duyuyorum. Genç bir kızın kalbi gibi çarpıyor diyeceğim ama emin değilim bundan. Genç bir kız kalbinin çarpışını o ana dek ne duydum ne hissettim. Peki, ne olacak şimdi? Aklında ne var? Sorular zihnimde geçit töreni yaparken elini başıma götürüp saçlarımı okşamaya başlıyor. Sonra, belki de bir şey demiş olmak için, “Saçların uzamış” diyor. Bununla da yetinmeyip, “Benimkilerden daha uzun” diye fısıldıyor kulağıma ve öbür eliyle omzumdan tutup kendine doğru çekiyor beni. Derken dudaklarımız birleşiyor.
Nedim Gürsel’in çok tartışılacak, çok ses getirecek yapıtlarından biri. Ve hiç kuşkusuz en pervasızı…
Galatasaray Lisesi’nde yatılı okuyan bir ergen. Lakabı Yüzbaşının Oğlu. Babası 27 Mayıs’ın karanlık atmosferinde ismi Asan Hasan’a çıkmış bir asker. Sıra arkadaşları Beyoğlu’nun batakhanelerinde, arka sokaklarında cinselliği keşfederken o kendini yasak bir aşkın kucağında, en yakın arkadaşının annesinin kollarında buluyor…Bu tek sesli ama çok katmanlı romanda yasak bir aşk yok yalnızca. Bir yaşlı adam geçmişiyle ve otoriteyle hesaplaşıyor. Toplumsal tabularla kurumları kökünden sarsarak. Baskıyla özgürlük ikilemi arasında sıkışıp kalmış insanın dramını anlatırken, okuru hem Anadolu’nun kışla kentlerinde hem eski Beyoğlu’nun büyülü dünyasında dolaştırıyor. Yüzbaşının Oğlu alaycı ve son derece samimi, sivri dilli bir roman.
***
1
Hikâyemi anlatmaya annemin ölümüyle başlıyorum. O gün okumayı sökmüştüm. Okula yazıldığım yılın ortalarına doğruydu. Belki biraz geç kalmıştım ama artık benim için de harfler karatahtada karmaşık çizgiler olmaktan çıkmış, anlam kazanmışlardı, İşaretparmağımı üzerlerinde gezdirerek teker teker okuyabiliyordum onları. BABA BANA TOP AL! AL SANA TOP! YAŞA BABA YAŞA! Ve gerçekten de o güne dek oynadığım lastik toplardan farklı, pompayla şişirilen meşin bir top almıştı babam. Topçu subayıydı. Kışladan bir top da alabilirdi, ağzından hiç düşürmediği deyimle, “Maksat iktisat” deyip o top sesini andıran kahkahalarından birini patlatarak. Babamın, hele içki sofrasındayken patlattığı kahkahalardan ibaret değildi çocukluğumun sesleri, gerçekten top atıldığı da olurdu. Ramazan boyunca iftan haber vermek için değil; manevralar başladığında kışladan karşı tepeleri vururdu toplar. Yazın güneşin yakıp kavurduğu, kışın karla kaplı tepeler toz dumandan görülmez olurdu. “Boşuna atıp duruyoruz işte” derdi babam, “ne düşman var tepelerde, ne in ne cin! Milletin parasına yazık”. Eli sıkıydı evet, ama cüzdanı da fazla kabarık sayılmazdı. Hem şakanın sırası değildi, daha yeni cenaze kalkmıştı evden.
Annemin tabutunu musalla taşma koyanlar arasında merhumenin bir tek yakını yoktu ama babamın içki arkadaşlarıyla silah arkadaşları vardı. O gün, annemin hiçbir akrabası olmadığını, çünkü yetim büyüdüğünü, babamın onu çok genç, hatta çocuk yaşta bir yetimhaneden alıp evlendiğini bilmiyordum. Annemin öldüğü yaşı çoktan geride bıraktım, babamdan da fazla yaşadım. Her ikisinin de üzerimde fazla haklan olduğunu söyleyemem. Zaten annemi yalnızca beyaz, elmacıkkemikleri biraz çıkık, yuvarlak bir yüz olarak anımsıyorum. Bir de geceleyin başucumda karanlığa üflemeden önce kulağıma fısıldadığı duaları aklımda. Yatıştırıcı bir sesi vardı, yumuşacık. Ya da çocukluğumun karlı gecelerinde uykuya dalmadan önce bana öyle gelirdi. Babamın top gibi patlayan kahkahalarından da, içkiyi fazla kaçırdığında iyice cıvıklaşan sesinden de çok farklıydı. Şimdi düşünüyorum da, hayatını çok sonraları merak edip araştırdığım annem, “soframızdaki yeri öküzümüzden sonra gelen” demeye dilim varmıyor ama hiç yaşamamış gibi ölen Anadolu kadınlarındandı. Fazla güzel sayılmazdı. Bendeki fotoğrafında biraz zoraki gülümsüyor. Kara gözleri hafif çekik, bakışları dalgın. Terk edilmişliğin, yetimliğin onulmaz acısı sinmiş yüz çizgilerine. Alnı geniş ve ferah. Belki saçlarını, uzun siyah saçlarını arkada topuz yaptığı için öyle görünüyor. Şöyle bir güzel salsa onları, omuzlarına dökse. Babamın dinlerken ağladığı şarkıdaki gibi “tarumar” etse. Derken, bir kahkaha patlatmasa da, şöyle doya doya gülse. Kendini bıraksa biraz, öyle pencerenin önünde, karşıdaki çıplak, boz tepelere dalıp gitmese. Elindeki gergefi artık işlemese. Konu komşuya gitse biraz, garnizon lokantasında babama eşlik etse. Göle karşı birlikte kadeh tokuştursalar. Babamın sofra arkadaşlarıyla söylediği şarkılara o da katılsa.
Şimdilerde oldukça sık bakıyorum bu fotoğrafa, oysa üzerimde taşımama rağmen, yıllarca bir kentten bir başka kente, bir kadından ötekine savrulurken aklıma bile getirmediğim çok oldu. Demek ki yalnızca anılar değil, eski fotoğraflar da naftalin kokan sandıklardan çıkarılmak için bazı yaşlan bekliyor. Zaman annemin suretini belleğime nakşetti zaten, böyle ikide bir fotoğrafına bakmama gerek kalmadı. Yine de, neden bilmem, belki bu dünyadan iz bırakmadan geçtiğini kabullenemediğimden, bir zaman olmuş o da yaşamış diyebilmek için yanımdan ayırmıyorum fotoğrafım; babamın kafayı bulunca tekrarlamaktan bıkıp usanmadığı deyimle böyle “zırt pırt” bakıyor, gözlerinden, kara saçlarından, kara kaderinden bir anlam çıkarmaya çalışıyorum. Bir zamanlar alfabedeki kara biçimlerden de bir anlam çıkarmaya çalıştığım gibi. BABA BANA TOP AL! Gerçekten de, annemin cenazesinin kalktığı gün, sözünün eri olduğunu kanıtlamak için mi, yoksa bana acıdığından mı bilmem, meşin bir top almıştı babam. Lojmanın duvarına şut atarken annemi bir daha göremeyeceğimi bilmiyordum. Babam elimden tutup zorla sürüklemeseydi sanırım cenazeye de gitmezdim. O meşin toptan alırdım öcümü, şutladıkça lojmanın yeni boyanmış sarı duvarından seken, kelle gibi yuvarlanıp giden, peşinden koşturdukça hızlanan toptan.
Annemin böyle ansızın, babamın görevi gereği yeni taşındığımız taşra kentinde çok sık kullanılan deyimle “durduk yerde” ölüvermesi elbette beklenmedik bir olaydı. Gençti daha, hamarattı. Evi derleyip topladıktan sonra kerevete bağdaş kurup oturur, sanki bu dünyadan erken gideceğini sezmiş gibi, kanaviçeye serviler işlerdi. Onun servilerini, Osmanlı çinilerindeki renk ve biçimleriyle anımsadığımda yalnızca kötü kaderi gelmiyor aklıma, geceleyin eve körkütük dönen babanım çıngıraklı çeyiz sandığım açıp annemin göz nuru el işlerini koklayarak ağladığım da anımsıyorum. Masa örtülerini sermeye kıyamazdı annem, hem babamın emir eri sakar adamın tekiydi, ortalığı derleyip toplarken bakarsın kirletiverirdi o canım işlemeleri. Temizliği annemle birlikte yaparlardı, alışverişeyse Ahmet yalnız gönderilirdi. Ne annem ne babam, hatta ne de muhacir kökenli babaannem adıyla çağırmazlardı emir erini. Memet derlerdi, Memet aşağı, Memet yukarı. O da, babaanneme bile, “Emret komutanım” diye karşılık verir, Memet diye çağırtmaktan hiç gocunmazdı. Kışlada bir dolu vardı bu Memet’lerden, hem komutanın emir eri olmak eğitime çıkmaktan da, kışlada gün saymaktan da yeğdi.
Doğrusu Azrail’in böyle tez yetişip anneciğimin canını alması için görünür bir neden yoktu ortada. Anevrizma dediler, aort daman patlamış. Öyle durduk yerde nasıl patlar bir damar anlayamadım. Hadi ben neyse, doktorlar da anlayamadı. O zaman “anevrizma”nın da, “aort”un da anlamını bilmiyordum elbette. Öğrenmem için aradan yıllar geçmesi gerekti. Yaşlandıkça fark ettim bedenin kırılganlığını; doktorların elinden çektiğim çile sayesinde hayatta en hakiki mürşidin ilim değil, lastik tekerlekli arabasıyla her gün kapımızın önünden geçen Turşucu Hurşit de değil, zaman olduğunu öğrendim. Akreple yelkovanın yarışı örseledi dört bir yanımı, takvimden koparılan her yaprakla ölüme biraz daha yaklaştım. Anneme kavuşmama az kaldı. Kendi gelmeden önce bana annemin suretinde görünen Azrail’le başbaşayım artık, nicedir onunla düşüp kalkıyor, onunla yaşıyorum. Onda tüketiyorum annemin erken ölümüyle bana bağışladığı ömrünü. Annem usulca yaklaşıyor, ortalığa çekidüzen verdikten sonra kerevetin üzerine çıkıyor. Ne tuhaf, çocukluğumun evindeyim yine ama çocuk değilim. Olan biten her şeyi, tıpkı geçmişteki gibi görebiliyorum. Babaannemin komşulara annemi çekiştirdiğini bile duyuyorum babamın kahkahaları arasında. Subay lojmanlarının en üst katındaki evimizden karşı tepeleri ve gölü görüyorum. Aşağıda babamı her gün kışlaya götüren cip duruyor ama emir eri yok. Sırra kadem basmış Ahmet, hangi cehenneme gittiyse babaannemin çağırmalarına bile kulak astığı yok. Oysa bir koşu alışveriş yapıp gelmesi, annem mutfakta yemek yapar mezeleri hazırlarken içki sofrasını kurması gerek. Sonra da, “Başka bir emriniz var mı komutanım?” diye babama, babam ortalıkta yoksa babaanneme sorduktan sonra ayak altında dolaşmaması, ancak bu işler bittiğinde sır olması gerek, böyle güpegündüz, vakt-i kerahetten önce değil. Derken, yusyuvarlak, gümüş bir tepsi biçiminde ay doğuyor. Annemin sabırla işlediği gergefte, servilerin ardından doğuyor ay. Ve şavkı annemin yüzüne vuruyor.
Annemin tam olarak ne zaman ve nerede öldüğü benim için uzun süre bir sır olarak kaldı, gerçeği öğrendiğimdeyse çok geçti artık, “Ölenle ölünmez” diyen babaannem hayatta değildi, ölenle ölmeyeceği her halinden belli olan babamsa son yolculuğuna çoktan çıkmıştı. İlkokulda ezberlediğim o şiirdeki gibi, “Çocuktum top oynadım acıktım” demeyeceğim ama fazla da eşelemedim olayı; herkes gibi, komşular ve babamın silah arkadaşlarıyla içki arkadaşları gibi, hatta emir eri Ahmet gibi, bana anlatılanlarla yetindim. Çocuk aklımla fazla akıl yürütecek durumda değildim. Babam, “Zırlayıp durma, erkek adam ağlamaz” deyince gözyaşlarımı içime gömmek zorunda kaldım. Babaanneminse etekleri zil çalıyordu. Gelinini günahı kadar sevmediği, oğluna layık görmediği öylesine belliydi ki, “Allah taksiratını affetsin” derken hiç tanımadığı bir başkasını kastediyordu sanki. Gözlerinde o zaman pek anlam veremediğim, ama şimdi gerçeği bildiğim için bana çok doğal gelen bir korku, dahası bir tedirginlik sezdiğimi anımsıyorum.
Ağzımda “hayat”ın tadı, okuldan yeni dönmüştüm. Öğretmenimiz okumayı söken her çocuğa yamalı bohçayı andıran o eski püskü, siyah el çantasında özenle taşıdığı “hayat” şekerlerinden verirdi. Ortası delik yüz parayı bastırdın mı bakkaldan da alabilirdin şekeri, ama ödül olarak yenilen “hayat”ın tadı başkaydı. Hem tren yoluna dek gidip raylara koyduğumuz yüz paralar, üzerlerinden lokomotif ve vagonlar geçtikten sonra, iyice büyümüş, neredeyse tanınmaz duruma gelmiş olurdu. Değerlerinin de büyüdüğünü zannedip kumbaraya atardık; ne de olsa, “maksat iktisattı”, o yaşta başka bir maksadımız olamazmış gibi, İçini yer, ne yemesi neredeyse çiğnemeden yutar, kâğıdını da biriktirirdik. Çok şey biriktirmedim hayatta, annemin servileri hariç her şeyi, daha sonradan merak sardığım pul koleksiyonumu bile elden çıkardım da, “hayat” şekerlerinin kâğıtlarını, o eprimiş, renkleri birbirine karışmış dört köşe kâğıt parçacıklarını atmaya kıyamadım. Hâlâ saklarım sandıkta. Onlardan ayrılırsam “hayat”tan da ayrılırım endişesiyle belki, belki bana dünyayı, başka ülkelerle başka hayatların da olabileceğini öğrettikleri için. Beni engin okyanuslara, balta girmemiş ormanlara, uzak mor dağların da ötesindeki çöllere çağırdıkları için. Kimi zaman rengi atmış hayvan resimleri de olurdu “hayat” kâğıtlarında, başlarından su fışkırtan balinalar, gür yeleli aslanlar, benekli leoparlar, bakışları babaannemin bakışlarına benzeyen kartallar… Seriyi tamamlayınca bir kutu bedava “hayat” kazanırdın. Hayat kazanılan bir şeydi evet, şimdi hayatını kazanmak isteyenin gerçekte onu kaybettiğini biliyorum ama ne kazanacak ne de kaybedecek bir şeyim kalmadı artık. Günler, göl kıyısındaki o küçük kentte, kışlayla okul, tren yoluyla lojman arasında geçen, yazlık sinemalarda gördüğüm Ayşecik filmleriyle şenlenen çocukluğumdan uzak, annemin ay yüzüyle o öldükten sonra artık top gibi patlamayan babamın kahkahalarından da uzak, burada da geçip gidiyor işte. Gecelerse bitmek bilmiyor.
Öğretmenimin verdiği şekerle sevincim ikiye katlanmıştı o gün. Hem hayatla aramdaki en büyük engeli aşıp okumayı sökmüş hem de kovandan bal çalan ayılı “hayat”la seriyi tamamlamıştım. Aklım kazandığım şekerlerdeyken annemin hayatını kaybettiğini söylediler. Sonraları şiir okuma yarışmasında bana birincilik kazandıracak o dizelerdeki gibi uyumuş, bir daha uyanamamış. Diyeceğim annemin de, “Otuzbeş Yaş” şairinin dediği gibi, bir namazlık saltanatı oldu taht misali musalla taşında. Tabutu önünde saf tutanların arasındaydım, babamın yanında. Babaannemse geride, cenaze namazı kılmaya hakkı olmayan kadınlarlaydı. Subay eşleriydi çoğu ve annemi hep küçümsemiş, ona tepeden bakmışlar, bir kez olsun konkene ya da çaya davet etmemişlerdi. Fısıldaşıp duruyorlardı aralarında. Hiçbirinin tek damla gözyaşı dökmediğini bugünmüş gibi anımsıyorum. Babam üniformasını giymiş, çizmelerini parlatıp sinekkaydı tıraş olmuştu. Anlaşılan karısını bir şehit gibi uğurlamak istiyordu son yolculuğuna. Silah arkadaşları sivil giyinmişlerdi. Alay komutanı da son anda katılmıştı aralarına. Yüzbaşı babam, ilk kez kendisinden yüksek rütbeli birinin önünde olmanın keyfini yaşıyordu. Bunu, çocuk aklımla fark etmiş değildim elbette, ama şimdi çarşı camiinin avlusundan kaldırılan cenazeyi hayal ettikçe, babamın içinde bulunduğu ruh halini de tahmin edebiliyorum. Karısını kaybetmiş yaslı bir kocadan ziyade rütbesi gereği bir taburu değil de koskoca bir alayı komuta ediyormuş gibi davranıyordu. Silah arkadaşları onun bu tafrasından rahatsız olmuşa benziyorlardı. Sofra arkadaşları da, savcı (o zamanki adıyla müdde-i umumi) başta olmak üzere cemaatin içinde yerlerini almışlardı. Onları dikkatle inceleseydim yüzlerindeki ifadeden bir şeyler çıkarabilirdim belki. Örneğin savcının neden ikide bir iç çektiğini, “Lâ havle velâ kuvvete” diye mırıldandığını merak edip cenaze kalktıktan sonra bu sözlerin ne anlama geldiğini babaanneme sorabilirdim. Ama, dedim ya, şekerlerdeydi aklım; annemin, zavallı anneciğimin ölümünde değil, imam, “Hatun kişi niyetine el Fatiha” dediğinde ben de herkesle birlikte avuçlarımı açıp duaya başladım. Arkada, cami avlusunun duvarı dibinde siyah başörtüsüyle yere saplı bir hançer gibi dimdik duran babaannemden öğrendiğim ilk ayetten sonrasını getiremedim. Aklımda Afrika’nın balta girmemiş ormanlarında daldan dala atlayan kırmızı kıçlı maymunlar, pençelerindeki tavşanla havada fır dönen kartallar, göğüslerini yumruklayan goriller, kaplanlar, gergedanlar ve kavak boyunda zürafalar vardı. Karga gaklarken, “Çık bu dala bak”; leylek derken, “Hani bana çekirdek” der gibiydi. Ve babamın dediğine bakılırsa civar dağlarda sayılan giderek çoğalan ayılar dolaşıyordu. Rastlantı bu ya, onlardan biri “hayat” şekerimin kâğıdında kovandan bal çalıyordu, bir başkasınıysa babam avlamış, postundan annesine yumuşacık, güzel mi güzel bir namaz seccadesi yapmış; kafasını da, içine saman doldurup konuk odasındaki büfenin üzerine, düğün fotoğraflarının tam yanına koymuştu. O zamanlar benim için dünya, babamın yaş günümde hediye ettiği, ne var ki ancak heceleyerek okuyabildiğim Hayvanlar Âlemi adlı kitaptan ibaretti, insanlarla pek ilgilendiğim yoktu. Daha sonraları, babamın içki sofralarından aşina olduğum yüzleri hayvanlara benzetme alışkanlığımın nedeni de bu olsa gerek. Şimdi böyle düşünüyorum evet, oysa annemin öldüğü yıl dünya sözcüklerden çok resimlerden ve seslerden ibaretti, yüzlerden değil. Anlamdan önceydi ses, Turşucu Hurşit’in kavanoz dolusu lahana, hıyar, biber, domates turşularıyla sokaktan geçerken bağırışı, annemin dua ederken dudaklarının arasından çıkardığı Asıltı, yağmurun damda tıkırtısıyla rüzgârın göl boyunca salınan kavaklardaki hışırtısı, babamın top gibi gürleyen kahkahası, bütün bunlar ve hâlâ kulaklarımda çınlayan, geceleyin uykumu bölen sesler el yordamıyla keşfetmeye çabaladığım dünyanın bir parçasıydılar.
Neyse ki fazla sürmedi namaz; oysa ramazan boyu babaannem başını seccadeden hiç kaldırmaz, sabaha dek teravih namazı kılardı, babam yan odada sofra arkadaşlarıyla kafayı çekerken. Aralarında başöğretmen de vardı, sınıf öğretmenimize âşıktı sanırım, tabii bu aşkın anında dillere düşeceğini, zürafa boyunlu, oku…