Ya sizi bekleyen bir son olmasaydı…
Hayatındaki insanlar birer birer siliniyor. Kocaları, sevgilileri, ailesi vc arkadaşları yaşayıp ölüyor ama o hep aynı kalıyor. Sevdiklerini kaybederken hep çaresiz. İnsanlar onun neden sürekli genç göründüğünü merak ettiğinde ise yer değiştirmek zorunda. Tüm olasılıklar karşısında üç yüz yıl yaşamış biri olarak yanlış bir şey söylediği an, zaman çarkı tepetaklak olabilir.
Elisc, tıbbi bir mucize sonucu ebediyen genç kalacaktır. Hayatı üç yüz yıl önce başlamıştı. Versailles Sarayı’nda, 14. Louis’nin hükmettiği bir devirde. İlk kez her şeyi göze alıp sonsuz gençliğinin sırrını, sevdiği adamla paylaşmaya karar verdiğinde bu isteğinin neden olacağı tehlikeleri – hem kendisi hem de tüm dünya için – hayal bile edemez. Bilim bu duruma yanıt verecek bir seviyeye ulaştığında ancak birileri onun çaresizliğini görebilecek.
Sonsuza dek yaşamak, hiç yaşlanmamak… Bir tek kırışıklık ve kırlaşmış saç için her şeyini vermeye hazırdır Elise.
Yalnızca sıra dışı bir kahramanın hikayesi değil aynı zamanda insanlığın en tutkulu arayışının büyüleyici bir keşfi.
***
BOSTON
10 Mayıs 1980
Elise Travers’in ince uzun parmaklan piyanonun tuşları üzerinde zarafetle dolaşıyordu. Çalarken bir yandan da sağındaki cam kapıdan değişen manzarayı izliyordu. Güneş ışıkları Beacon Tepesi’nin zirvesine ihtişam katmış, aşağıdaki nehirde son tekneler de limana doğru yönelmişti.
Onu dinlemek üzere etrafında on kadar misafir toplanmıştı. Batan güneş omzuna dek uzanan parlak kumral saçlarında yansıyor, kehribar renkli gözlerinin alev alev parıldamasına neden oluyordu. Müziğin namelerine kendini kaptırmış, hafif hafif sallanırken zümrüt yeşili giysisi insanda sanki şeffafmış gibi bir izlenim yaratıyordu.
Bu gece onun gecesiydi. Ve her şey Patrik’le planladıkları gibi giderse yaşamlarının da en önemli gecesi olacaktı.
Kocasını görmeye çalışarak etrafına bakındı. Köşede bir grup arkadaşıyla birlikteydi. Göz göze geldiklerinde gülümseyerek başıyla antreyi işaret etti. O da gülümseyip ardından çaldığı parçayı bitirinceye dek gözlerini kapattı.
“Bravo, Elise! Bravo!”
Alkışları saygıyla kabul edip piyanonun başından kalktı. Hemen bir garson gelip bir kadeh şarap uzattı. O da kendisini tutup antreye bakmadan önce içkisinden iki yudum aldı.
Az önce içeri giren adam fiziksel olarak son derece sevimsiz biriydi. Elli beşinde, orta yaşlı, gözlüklü… Ama Patrick’le birlikte faydalanmaya niyetlendikleri şey onun zekasıydı. Elise dış görünüşün aldatıcı olabileceğini gayet iyi biliyordu ama yine de durumdan habersiz suç ortaklarının tam da bir profesörün sahip olması gerektiği türden bir görünüme sahip olmasından oldukça memnundu. Bu başka bir işe yaramasa bile en azından onu kontrol etmeyi kolaylaştırabilecek bir özellik olabilirdi.
Elise kalabalık salonda her birkaç adımda bir durup diğer konuklarla havadan sudan bahsederek ona doğru ilerlemeye koyuldu. Antreye ulaştığında profesör mavi saçlı, binlerce dolarlık elmas takılarla süslü zengin bir dul tarafından bir köşeye çekilmişti.
“… Peki ya arı sütü? O işe yaramaz mı?”
“Gerçekten bilmiyorum, efendim. İyi bir nemlendirici olduğunu sanıyorum ama onun dışında…”
“Bayan Oakley! Bu gece muhteşem görünüyorsunuz.”
Kadın işittiği iltifattan memnun bir tavırla Elise’e doğru döndü. Ancak genç ev sahibesini tepeden tırnağa süzerken hissettiği şiddetli kıskançlığı da gizlemeyi başaramamıştı. “Sağ ol tatlım. Sen de her zamanki gibi harikasın.”
Ondan bir şekilde kurtulmak gerek diye düşündü Elise.
“Aramızda kalsın ama Ron Sanders’ın bana anlattığı yeni egzersiz ve beslenme programı sayesinde. Eğer ayrıntıları öğrenmek isterseniz kendisi şu an oyun odasında.”
“Ah, ne kadar harika! Bana izin verir misiniz? Sizinle tanıştığıma çok sevindim Dr. Goldman.” Kadın heyecanla yanlarından uzaklaştı.
“Demek Dr. Arthur Goldman sizsiniz,” dedi Elise. “Sizinle tanışmaya can atıyordum. Ben Elise Travers. Bizim Bayan Oakley neler fısıldıyordu kulağınıza?”
“Kırışık giderici kremler, sağlıklı yiyecekler filan gibi şeyler.”
“Ama siz genetikçisiniz.”
“Yaşlanma genetiği. Bu yaşlanma etkileri üzerinde çalışan bir bilim dalı. Belki de işin bu kısmını kırk yaş üstündeki insanlarla tanışırken saklamalıyım.”
Elise boğuk bir melodi gibi işitilen bir sesle güldü. Goldman daha şimdiden neşelenmiş gibiydi. Tıpkı Elise’in umduğu gibi. “Ama bir hayli de enteresan bir iş olmalı.”
“Benim açımdan öyle. Ama çoğu insan nihayetinde herkesin birbiriyle aynı olacağı bir gelecek fikrinden pek hoşlanmayabilir.”
Elise düşünce dolu bir ifadeyle şarabından bir yudum aldı. Onu şaşırtma zamanı gelmişti artık. “En son duyduğuma göre mitotik ve postmitotik hücreler arasındaki RNA transferleri üzerinde çalışıyordunuz. Bu konuyla ilgili yeni bir çalışmanız yayınlanacak mı?”
Goldman ona bakakaldı. “Tanrım, bunları nereden öğrendiniz?”
Bırak merak etsin. “Çok okurum. Nedir durum? Bir sonuca ulaştınız mı?”
“Şey… Sanki mitotik hücrelerde bir miktar sistin ve aktifleş- miş histidin duvarlı RNA varmış gibi görünüyor. Ancak bunun sapma olarak kabul edilip edilemeyeceğinden henüz emin değilim.”
Elise adamın kendisini bu kadar kısa süre içinde muhatap kabul ederek açıklamalarda bulunmaya başlamasından fazlasıyla hoşnuttu. Bu da işin bundan sonraki kısmını kolaylaştıracaktı.
“Peki ya alanin duvarı?”
“En azından alanin duvarlarının enzim üreten postmitotik hücrelerle ilişkilendirilebileceğini biliyoruz. Salgı sistemlerinde filan. Bu tür şeyleri anlayabildiğinize göre sağlam bir biyo-kimya geçmişiniz olmalı. Nerede okudunuz?”
“Ne önemi var? Berkeley’den mezunum.” Artık koyu kırmızıyla mor arası tonlara bürünen güneş ışıklarının parıldadığı devasa büyüklükteki pencerelere baktı. Uzakta, nehrin karşı kıyısındaki MİT ve Cambridge’in ışıklan seçilebiliyordu.
“Hangi alanda?”
Elise gülümsedi. “Sadece kimyayı ek ders olarak aldım. Asıl ilgimi çeken şey hayatın anlamı. Ve nasıl yaşadığımız? Bir içecek daha alır mısınız? Şarap mesela?”
“İstemem, teşekkür ederim. Zaten çok fazla kalamayacağım. Yarın sabah beyaz farelerle randevum var.”
Konuya gir, elinden kaçırma onu. “Anlıyorum. Tanrım, laboratuarlardan uzak kalalı o kadar çok oldu ki… Önümüzdeki sonbahar genetik kurslarından bir ikisine katılmayı planlıyorum. Sizce bu mümkün olabilir mi?”
“Evet, gayet tabii. Ama bu sizin önceki eğitiminize de bağlı olarak…” “Gerekli ön koşullan sağladığıma eminim. Notlarım da gayet iyiydi. Berkeley’deki notlarımı gösteren bir belgem de var.”
“Bu durumda sorun olmaz sanırım.”
“Peki ya özel kurslar? Bana birkaç tane tavsiye edebilir misiniz?”
“Lisansüstü programları pek yakından takip ettiğimi söyleyemeyeceğim. Yeni katalogları inceleyip birkaç kişiye sorayım, sonrasında size daha ayrıntılı bilgi verebilirim. Bu arada gerçekten ilgileniyorsanız uygun olduğunuz bir gün laboratuara da uğrayabilirsiniz. Size laboratuarı gezdirmekten onur duyarım.”
İşte ağa girdi. Şimdi ona hevesini göster. “Harika! Ciddi misiniz?”
“Tabii ki ne zaman isterseniz. Bu arada öğleden sonraları daha uygun oluyorum.”
Otuzlarında, siyah saçlı, zayıf bir adam onlara doğru yaklaştı. “Hiçbir yerde bulamadım seni tatlım. Nasıl gidiyor?”
“Harika zaman geçiriyorum. Canım seni genetik uzmanı Dr. Arthur Goldman’la tanıştırayım. Doktor, bu da eşim Patrick.”
Patrick Travers elini uzattı. “Tanıştığıma çok memnun oldum.”
“Dr. Goldman beni laboratuarına davet etti.”
“Çok naziksiniz efendim. Eşim çalışmalarınızı adeta büyülenerek izler.”
Goldman gülerek, “Neredeyse benim kadar da bilgili,” dedi.
Patrick gülüp, kolunu Elise’in beline doladı. “Hiç şaşırmadım. Bakın sohbetinizi bölmek istemem ama ikramla ilgili bir sorun çıkmış. Elise’in mutfağa gitmesi gerek. Bir sakıncası yok değil mi?”
“Gayet tabii,” dedi Goldman. “Başımın çaresine bakabilirim sanırım. Zaten harika bir parti bu.”
Elise oldukça sıcak bir tavırla doktorun elini sıktı. “Sadece Bayan Oakley’den uzak durun. Bu arada lütfen beni davet ettiğinizi unutmayın.”
“Sabırsızlıkla bekleyeceğim.”
Genç çift birlikte mutfağa yöneldiler. Koridorda ilerlerken Patrick sessizce boş yatak odasını işaret etti. İçeri girdiler, Elise kapıyı yavaşça kapattı.
“Pekala?” dedi Patrick gergin bir sesle. “Ne dedi? Sana inandı mı?”
Elise aynanın karşısına oturup saçlarını taramaya koyuldu. “Söyledim ya. Beni laboratuarına davet etti.”
“Peki ya sonrası? Yapıp yapmayacağıyla ilgili bir şey söyledi mi?”
“O kadar ileri gitmedim.”
“O zaman oraya gitmenin işe yarayıp yaramayacağını nereden biliyorsun? Ya korkarsa?”
“Korkmayacak. Acele etmeden ilerlememiz gerek.”
“Nasıl olup da bu kadar emin olabildiğini anlamıyorum.” Saç fırçasını bırakıp alaycı bir ifadeyle kocasına döndü. “Tatlım, şimdiye dek erkeklerle nasıl anlaşılacağı konusunda birkaç şey öğrendiğimi sanıyorum.”
Patrick sırıtarak, “Farkındayım,” dedi. “Sadece biraz gerginim hepsi bu.”
“Ben de. Hem de en az senin kadar. İşte bu yüzden attığım her adıma dikkat etmek istiyorum.”
“Tehlikeli de olabilir biliyorsun. Ona çok fazla şey anlatma.”
“Tamam.”
“Eğer medya bu işin kokusunu alırsa…” “Kimse bir şey anlayamayacak. Bak, şimdiye kadar bir şey öğrenebildiler mi?”
“Ama bu farklı. Onun ne keşfedeceğini de sonrasında nasıl tepki göstereceğini de bilmiyorsun.”
“Güven bana, Patrick. Ne yaptığımı biliyorum ben.”
“Pekala. Ama sakın şansını zorlama tamam mı?”
“Elbette zorlamayacağım. Sen de endişelenme artık tatlım. Bu kez başarılı olacağız. Eminim buna.” Goldman, Mount Vemon Caddesi’ne doğru yola koyulmak üzere Traversler’în Louisburg Meydanı’ndaki müstakil evlerinden çıkıp, serin gecenin havasını ciğerlerine çekti. Parti çok hoştu ama doktor neden davet edildiğini anlayamamıştı. Belki kendisi gibi akademisyenlerle muhabbet etmekten hoşlanıyorlardı. Ama buna rağmen sırf Elise Travers bir yerlerde bir iki yazısını okudu diye böyle bir partiye çağrılmış olmasına inanmakta güçlük çekiyordu.
Diğer taraftan kadın, çalışmalarıyla içtenlikle ilgileniyor gibiydi. Bu da şaşırtıcı olduğu kadar gurur okşayıcıydı. Neticede yirmi beş veya yirmi altı yaşındaki varlıklı bir genç kadından hiç de bekleyemeyeceği kadar bilgiliydi.
Kadının yüzü ona hiç de yabancı gelmemişti, daha önce nerede görmüş olabileceğini düşünüp duruyordu. Onunla daha önce tanışmadığına emindi. Belki de bu şekilde hissetmesinin nedeni her erkeğin yaşamının bir döneminde böylesi bir kadınla tanışmış olmayı arzu edeceğini düşünmesinden kaynaklanıyordu. Ya da daha büyük bir ihtimalle, onu Boston Globe dergisinin cemiyet sayfalarında görmüştü. Kocasının büyük bir video oyunu şirketi vardı. Bu yüzden de bu geceki gibi partilerde boy gösteriyor olmaları çok normaldi.
Ama başka bir şey daha vardı. İçeri girerken kadının çaldığını işittiği müzik. Neydi o parçanın adı? Hoş bir melodisi vardı. Hani adını bir türlü hatırlayamasanız da melodisi zihninize kazınan klasik parçalar vardır ya işte öyle bir şey çalıyordu.
Beacon Tepesi’ne doğru yürürken parçayı hatırlamaya çalıştı. Charles Caddesi’ndeki istasyona varıp, Harvard Meydam’na giden trene binince de bu konuyu bir kenara bırakıp yeniden nükleotid, pürin ve pirimidinleri düşünmeye yoğunlaştı.
*
VERSAILLES
4 Ekim 1682
Chatillon Markisi Henri Philippe, tekerleklerin nispeten daha düz bir araziye çıkışından arabanın Versailles’a yaklaştığını anlamıştı. Güneşin batmış oluşuna üzülüyordu. Batıdan geliyor olsa bile gün boyu geçtiği bakımsız köylerden sonra yeni başkent müthiş bir tezat oluşturuyordu.
“Monsenyör, neredeyse geldik…”
“Evet, evet biliyorum. Bavullarımı getir.”
“Varınca tahtırevanı hazırlamamı ister misiniz, Monsenyör?”
“Kraliçeye rapor vermeye gidiyorum. Yürüyebilirim.”
Uşağın dalkavukça tavrı zaman zaman sinir bozucu oluyordu. Bunun yanında midesi de ağrıyordu. Chartres’ten beri Rambouillet’teki bir handa yediği pis kokulu ekmek dışında ağzına tek bir lokma bile girmemişti. Henri öfkeyle midesini ovuşturdu.