Roman (Yabancı)

Zebani

zebani ön kapak

Romantizmi, hayal ile gerçeği ustaca bir araya getiren egzotik bir macera.
Marie Claire

Sizi okumaya mecbur bırakıyor… Sayfalar sanki kendi kendilerini çeviriyorlar.
Metro

Çılgınca bir hayal gücü… Çok satan kitaplar arasında uluslararası yerini hak ediyor.
Observer

Mükemmel bir macera.
Guardian

Sıra dışı… Zebani çok etkileyici bir roman… Egzotik bir macera.
Daily Telegraph

Davidson öylesine geniş ve sihirli bir dünya örüyor ki, gerçek hayata dönmek insanın kalbini parçalıyor. Titizlikle yapılmış araştırmaların ve oldukça duygusal bir bakış açısının ürünü olan bu büyük eser, yazar için çok önemli bir çıkış romanı ve ilk romanı olarak kalmayacağı kesin.
Suzanne Black, The List

Zebani’nin baş kahramanı çok etkileyici bir karakter: Hem çok ciddi hem tam bir kaçık, hem ağırbaşlı hem de coşkulu. İnsanı düşündüren ve egzotik bir maceranın içine sürükleyen bir roman. Her şeyden öte, yetenekli ve hayal gücü yüksek, yeni bir yazarın eseri.
Simon Baker, The Daily Telegraph

Romanın dili şampanya köpüğü gibi fışkırıyor.
Stuart Evers, Word magazine

Andrew Davidson’ın Zebani’si ayaklarımı yerden kesti. İnsanı hipnotize eden, dehşete düşüren, şaşırtıcı bir roman ve bütün bunlara rağmen aynı zamanda da insanın ruhunu arındıran bir roman.
Sara Gruen,

Zebani her yönüyle hayretler uyandıran bir cümbüş, bir isyan. Romanın Andrew Davidson’ın ilk eseri olduğuna inanmak güç: Şelalenin içinden üslubundaki canlılıkla akıp gidiyor, yıllanmış ustalara özgü cesaretinden söz etmiyorum bile. Kitap, okurun ayaklarını yerden kesiyor, salt keyif ve tatminden çığlıklar atana dek onu havada savuruyor. Ne muhteşem, ne güzel bir ikram.
Peter Straub.

Romantizmi, mitolojik göndermeleri ve gerçekleri ustaca bir araya getiren Davidson’ın bu ilk romanı, hünerli bir performans sergiliyor.
Marie Claire

BİRİNCİ BÖLÜM
Kazalar en beklenmedik zamanlarda hem de tüm şiddetiyle buluverir insanı. Tıpkı aşk gibi.
Paskalya yortusundan Önceki Cuma günüydü ve yıldızlar şafak vaktiyle beraber yavaş yavaş gökyüzünde gözden kaybolmaya başlamışlardı. Gözlerim ağırlaşmıştı ve etrafı net göremiyordum. Bütün geceyi cam bir sehpanın üzerine eğilip beni aynadaki kendi görüntüme kilitleyen beyaz tozdan çizgileri soluyarak geçirdiğim düşünülürse bunda şaşılacak bir şey yoktu tabii. Reflekslerimin güçlü olduğunu sanıyordum. Yanılmışım.
Virajlı yolun bir tarafı dağın dik yamaçlarından aşağı inen bir uçuruma bakıyordu. Diğer tarafı ise sık ağaçlarla kaplı karanlık bir ormandı. Gözlerimi yolun üzerinden ayırmamaya çalışıyordum ama içimden bir ses ileride, ormanın içinde bir yerlerde saklanmış, beni pusuya düşürmek için bekleyen bir şeylerin olduğunu söylüyordu. Meselâ bir tabur paralı asker olabilirdi bu. Uyuşturucular böyle paranoyak yapıyor insanı işte. Direksiyona sıkı sıkı yapışmıştım. Kalbim yerinden fırlayacak gibi atıyordu ve sırtımdan terler süzülüyordu.
Ayaklarınım araşma sıkıştırdığım viskiden bir yudum almak için şişeyi elime almaya çalışmıştım ama elimden kaydı ve içindeki viski her yere saçıldı. Şişe koltuğun altına yuvarlanmıştı. İçinde kalan son bir parça alkol kırıntısını da yere dökülmekten kurtarmak için direksiyonun altına doğru eğildim ve o anda her şeyi alt üst eden o imgelemi, o saçma sapan imgelemi gördüm işte. Bir anda ormanın içerisinden yüzlerce okun alevler içinde yanarak üzerime doğru geldiğini görmüştüm. O anda içgüdüsel olarak bir anda direksiyonu hayali düşmanlarımın barındığı ormandan öte tarafa kırdım. Bu hiç de iyi bir fikir değildi, çünkü böylelikle araba uçurumla aramızdaki tek bariyer olan dikenli tellere doğru savrulmuştu. Yolcu koltuğunun kapısı gergin tellerin üzerinde parçalandığı sırada, tahta çitlere her çarpışımda metalin sürtünmesiyle cıyak cıyak, korkunç bir gürültü çıkıyordu. Araba her çarpışta vücuduna elektrik verilmiş bir suçlu gibi sarsılıyordu.
O korkuyla direksiyonu hızla öbür tarafa çevirince bu kez de karşı yola geçtim ve neredeyse bir yük kamyonunun altında kalıyordum. Sonra yine korkuyla direksiyonu öbür tarafa kırdım ve yine bariyerlere doğru savruldum. Dikenli teller korkunç bir şakırtıyla koptu ve zıpkına takılmış bir ahtapotun bacakları gibi havaya fırladılar. Tellerden bir tanesi arabanın ön canımı paramparça etmişti. Bu vahşi hayvanın kollarının arasından boşluğa doğru yuvarlandığım sırada o tel bana çarpmadığı için ne kadar da sevindiğimi hatırlıyorum şimdi.
Kısa bir süreliğine inanılmaz bir hafiflik hissetmiştim; gökyüzünün ve yeryüzünün, cennetin ve cehennemin dengede olduğu bîr nokta. Ne garip, diye düşünmüştüm, uyumakla uyanıklık arasında her şeyin muazzam bir şekilde gerçeküstü göründüğü ve cismani hiçbir şeyin olmadığı o ana ne kadar da benziyor. Sanki bütünlüğe doğru süzülmek gibi bir fey bu. Ama tıpkı var olmakla hayaller âlemine dalmak arasındaki o çizgide olduğu gibi, o büyülü an da yine birdenbire, acımasızca farkmdalığa doğru çekilmemle son bulmuştu.
Trafik kazaları sanki sonsuza dek sürecekmiş gibi gelir insana. Ve mutlaka bir an için bile olsa her şeyi düzeltebileceğinize dair bir hisse kapılırsınız. Evet, diye düşünürsünüz içinizden, hemen hemen bin beş yüz kilo ağırlığında bir arabanın içinden, bir dağın yamacından aşağı doğru sarkmaktayım. Vadinin dibinden de en az otuz metre yukarıda olduğum doğru. Ama şu direksiyona sıkıca asılıp şöyle biraz çevirebilirsem her şey yoluna girecek.
. Direksiyonu yana çevirdiğinizde hiçbir şeyin değişmediğini gördüğünüz zamansa kafanızda tüm netliğiyle bir tek düşünce vardır artık: Lanet olsun] O fevkalade güzellikteki bir saniye içerisinde Doğu filozoflarının bir ömür boyu peşlerinde koştuğu o boşluğu, o büyük mutluluğu hissedersiniz. Ama bu ermişliğin ardından beyni Diz, bir anda, aracınızın atacağı taklaların sayısını bulup bunu düşüş açısıyla gelecek olan hızla çarptıktan sonra Newton’un hareket kanunlarına göre çarpanlarına ayırıp yarım saniye içerisinde insanın aklını başından alan o bu fena halde canım yakacak sonucuna ulaştırma yeteneğine sahip süper bir bilgisayara dönüşür.
Bentten aşağı fırlayan arabanız giderek hızlanmaktadır. Hipotezinizin doğruluğu öyle çabuk kanıtlanmıştır ki aslında bu gerçeğin kendisi bile fena halde acı verir insana. Beyniniz farklı farklı hisleri listeleyip katalog! amaya başlamıştır. Ardı arkası kesilmez dönüşler, insanın başım döndüren bir denge kaybı ve şeytani yogasını icra etmekte olan arabanın feryatları. Sonunda metalin yere çakılıp kaburgalarınıza dayandığında çıkardığı o ses ve en nihayetinde kıçınızda bir tırmık ve ağzınızda sülfür tadı olduğunu hissedersiniz. Evet, piç kurusu tam ensenizde, buna şüphe yok.
Döşeme tahtası ayaklarımın altında patlayarak sol ayağımın parmaklarını ezdiği sırada gözümün önünde şimşekler çaktığını hatırlıyorum. Direksiyon milinin omzumun üzerinden uçtuğunu ve patlayan camların her tarafıma saçıldığını da. Araba sonunda durduğu zaman, emniyet kemerinden asılı bir şekilde baş aşağı duruyordum, Dışarıda, arabanın havada dönen tekerleklerinin çıkardığı sesleri ve motordan kaçan ajanın tıslamalarını duyabiliyordum. Araba sallanmayı bırakmıştı ve tavan tam tepemde katır kutur sesler çıkararak yerine yerleşiyordu. Araba tersine dönmüş, acınacak halde bir kaplumbağa gibiydi adeta.
Tam bilincimi yitirmek üzereydim ki o sırada patlama oldu işte. Ama filmlerdeki gibi bir patlama değil, sahibine garezi olan bir ocağın bir anda tutuşması gibi gerçek hayatta olabilecek küçük patlamalardan. Havada sallanan bedenimin altında yamuk bir açıyla yana yatmış arabanın tavanında mavi bir alev parlamıştı. Burnumdan süzülen bir damla kan altımda yeni yeni hayat bulan küçük neşeli alevciklerin üzerine damladı. Saçımın alev aldığım hissedebiliyordum. Çok geçmeden kokusu da gelmişti zaten. Etlerim sanki ızgaraya yeni atılmış bir et gibi kızarmaya başlamıştı. Alevler derimi usulca okşadıkça üzerimde oluşan kabarcıkların sesini duyabiliyordum. Ellerimi başıma götürüp alevleri söndürmem mümkün değildi. Kollarım beynimin komutlarına cevap vermiyordu.
Isıyla böyle bir deneyiminiz oldu mu hiç sevgili okuyucum? Hayal etmeye çalışın. Belki bir keresinde çaydanlığı yanlış bir açıda tutmuşsunuzdur ve kaynayan suyun buharı kollarınıza değmiştir. Ya da gençliğin verdiği cesaretle yanan bir kibriti sönene kadar parmaklarınızın arasında tutmayı denemiş s inizdir. Herkes hayatında en az bir kere olsun küveti yanlışlıkla kaynar suyla doldurup önce ayak parmağıyla kontrol edeceği yerde bütün ayağını suyun içine sokuvermiştir, en azından. Eğer basınızdan sadece böyle ufak tefek olaylar geçtiyse sizden şimdi yepyeni bir şey hayal etmenizi istiyorum. Mesela ocağınızı yaktığınızı hayal edin  diyelim ki su üstü siyah saçla kaplı elektrikli ocaklardan biri olsun bu. Ama ocağın üzerine bir tencere su koymayı filan düşünmeyin, çünkü su ısıyı emecek ve kaynayacaktır. Bunun yerine sadece bırakın yansın. Belki eskiden kalma artıkların yanmasıyla ocağın üzerinde dumanlar çıkmaya başlayacaktır. Bir süre sonra ocağın siyah halkalarının arasında hafif bir menekşe renginin yuvalandığını göreceksiniz. Ve daha sonra ocak olmamış böğürtlenler gibi kırmızı morumsu renklere bürünecek. Sonra turuncuya ve sonunda  sonunda!alev alev yanan bir kırmızıya. Kulağa ne kadar da hoş geliyor, değil mi? Şimdi yavaşça eğilin ve ocağı göz hizanıza alarak bu açıdan izleyin. Titreye litreye yukarı doğru kıvrılan ısı dalgalarını görebilirsiniz böylece. Eski filmlerde kahramanın beklenmedik bir biçimde çölün ortasında bir vaha gördüğü o sahneleri düşünün. Tıpkı onun gibi. Şimdisinden sol elinizin parmak uçlarıyla sağ elinize, avucunuzun içine dokunmanızı istiyorum. Deriniz en ufak dokunuşları bile nasıl da algılıyor, değil mi? Eğer bunu bir başkası yapıyor olsa tahrik bile olabilirdiniz. Ve şimdi o hassas, o duyarlı elinizi alev alev yanan o ocağa bastırın.
Sakm kaldırmayın, Ocak Dante’nin cehennem çukurundaki dokuz halkayı elinize kazırken elinizi ocağın üzerinde tutun. Böylelikle cehennemi her zaman avucunuzun içinde tutabilirsiniz. Isının derinizi, kaslarınızı, bağlarınızı eritip kemiklerinize kadar ulaşmasını bekleyin. Yanıklar bütün elinizi kaplayana kadar bekleyin. Öyle ki en sonunda acaba elimi bu ocaktan ayırabilecek miyim diye düşünmeye başlayıncaya kadar sakın çekmeyin. Çok geçmeden alev alev yanan etinizin kokusu burnunuzun içindeki kıllara kadar ulaşacak, orada hapsolacaktıf. Ve siz kendi bedeninizin yanık kokusunu duyacaksınız.
Sizden o eli orda tutmanızı istiyorum. İçimizden yavaş yavaş altmışa kadar sayacağız. Hile yapmak yok. Bir Mississippi, iki Mississippi, üç Mississippi… altmış Mississippi’ye geldiğinizde eliniz öyle bir erimiş olacak ki bir bakmışsınız sonunda ocağı kaplamış, onunla bir olmuş. Şimdi kolunuzu çekip koparın elinizden.
Size verecek bir görevim daha var: şimdi eğilin, başınızı bir tarafa çevirin ve yanağınızı da aynı ocağa yapıştırın. Yüzünüzün hangi tarafını yapıştıracağınıza siz karar verebilirisiniz. Ve yine altmış Mississippi sayacağız. Hile yapmak yok. Olabilecek en makul şey kulağınızın çatırdayarak kopması ve etinizden ayrılmasıdır.
O arabanın içinde, alevlerin arasında sıkışıp kaldığımda, sonunda bilincimi tamamen kaybedene kadar her şeyi olduğu gibi hissetmiştim. Belki şimdi o anda neler yaşadığımı biraz olsun anlayabilirsiniz. Tanrının lütfü sayılabilecek birkaç saniye boyunca hiçbir şey hissetmediğim halde hâlâ koku alabiliyor ve sesleri duyabiliyordum. İşte o sayede bütün bunları şimdi size anlatabiliyorum. Neden artık canım yanmıyorl Gözlerimi kapatıp her şeyin sona ermesini ve o canım karanlığa kavuşmayı dilediğimi hatırlıyorum, O an keşke vejetaryen olsaydım diye düşünmüştüm.
Sonra araba bir kez daha yerinden kıpırdadı ve kenarında asılı kaldığı derenin içine yuvarlanıverdi. Tıpkı dengesini tekrar bulduktan sonra ayaklarının üzerine bastığı an yanında gördüğü ilk su kaynağına atılan bir kaplumbağa gibi.
Bu olayyani arabanın dereye yuvarlanmasıalevlen söndürmüştü. Böylece hayatım kurtulmuş oldu işte.
Kazalar en beklenmedik zamanlarda hem de tüm şiddetiyle buluverir insanı. Tıpkı aşk gibi.
Bu kitaba başıma gelen kazayı anlatmakla başlamanın iyi bir karar olup olmadığı konusunda en ufak bir fikrim yok. Çünkü daha önce hiç kitap yazmadım. Doğrusunu söylemek gerekirse, bu kazayla başlamamın sebebi, okuyucum olarak sizlerin dikkatim çekmek ve sizi olayların akışına sürüklemekti. Şu anda hâlâ okuduğunuza göre bunu başarmış sayılırım.
Yazı yazmanın en zor kısmı cümleleri nasil kuracağına karar vermek değilmiş meğer. Bunu şimdi anlıyorum. Asıl zor olan neyi nereye yerleştireceğinize ve neleri dışarıda bırakacağınıza karar vermekmiş. Sürekli kafamda kendimi eleştiriyorum ve sonraki hamle lerimi tahmin etmeye çalışıyorum. Kazayı anlatmakla başladım ama buna gelinceye kadar otuz beş yıllık hayatımın içerisinde herhangi bir noktadan da başlayabilirdim. Neden “Bin dokuzyüz bilmem kaçta, falanca şehrinde doğdum,” diye başlamadım ki?
Öte yandan neden kendi hayat dilimime takılıp kalayım ki? Belki de on üçüncü yüzyılın başlarında Nümberg’de dünyaya gelen, Adelheit Roller” gibi talihsiz bir isme sahip bir kadının, günah dolu olduğuna inandığı yaşantısını geride bırakarak, arınmak üzere bir Beguine rahibesine dönüştüğü hikayesiyle başlayabilirdim. Beguine rahibeleri mutlaka kiliseye bağlı olmak zorunda değillerdir; ama İsa’yı model alarak, kendilerini onun gibi yoksul ve mazbut bir yaşam sürmeye adarlar.
Çok geçmeden Rotter pek çok taraftar kazanmıştır. Sonunda 1240 yılında Swinach yakınlarındaki Engelschalksdorf ta bir mandıra çiftliğine taşınırlar. Ulrich II von Königstein adındaki hayır sahibi bir adam, çiftlikteki işlere yardım ettikleri sürece rahibelerin burada kalmalarına izin vermiştir. Rahibeler 1243 yılında burada bir bina inşa etmişlerdir ve sonraki yıl burası ilk baş rahibelerinin seçilmesiyle beraber manastıra dönüştürülür.
Ulrich öldüğü zaman, hiçbir erkek varisi olmadığı için bütün mal varlığını Beguin’lere bırakmıştır. Bunun karşılığında tek istediği rahibelerin Königstein ailesi için dua etmeleri ve akrabalarının mezarları için çiftlikte yer ayırmalarıdır Ayrıca bir sağduyululuk örneği göstererek çiftliğin adının Swinach, yani “Domuz Evi” yerine Engelthal’a, yani “Melekler Vadisi’ne” çevrilmesini istemiştir. Ancak Ulrich’in yaptığı değişikliklerin içerisinde benim hayatımı en derinden etkileyecek olan isteği şudur: Ulrich, manastırın içerisinde bir yazıhane açılmasını buyurmuştur.
Göz kapaklarım aralanıyor. Mavi kırmızı, ışıl ışıl dönen bir fırıldak. Sesler ve gürültüler adeta bir yıldırım harbi. Metal bir çubuk arabanın yan tarafını deliyor ve çene gibi sıkışmış kapıyı çekip çıkarıyor. Üniformalar. Tanrım, Cehennemdeyim ve burada üniforma gi………..

Yazar

BENZER İÇERİKLER

Sainte- Beuve’e Karşı

Editor

Saldırganı Hoş Tutmak

Editor

Hayal Avcısı

Editor

Yorum bırak

* Bu formu kullanarak yorumlarınızın bu web sitesi tarafından saklanmasını ve yayınlanmasını kabul etmiş olursunuz.

İnternet sitemizden en iyi şekilde faydalanabilmeniz ve internet sitemize yapacağınız ziyaretleri kişiselleştirebilmek için çerezlerden faydalanıyoruz. İstediğiniz zaman çerez ayarlarınızı değiştirebilirsiniz. Kabul et Daha fazla oku

Gizlilik ve Çerez Politikası