Luke Fitzwilliam yıllardan sonra İngiltere’ye dönüyordu artık. Vapurdan inip gümrüğe girdiği sırada, acaba buraya yeniden alışabilecek miyim, diye düşündü. Diğer yolcularla birlikte, vapuru beklemiş olan Londra trenine binerken hala bu soru vardı aklında. İşim yok artık… Küçük bir gerilim var. Bol vaktim olacak. Ne yapacağım? Neyle oyalanacağım?
***
Luke Fitzwilliam: Doğu’da polislik yapmıştı. İngiltere’ye döndüğü gün bir cinayet olayına karıştı.
Livinia Fullerton: Görünüşte hafif bunamış bir ihtiyardı. Oysa katil onun çok şey bildiğinden kuşkulanıyordu.
Bridget Conway: Esmer güzeli bir kız. Patronuyla evlenmesinin iyi birşey olacağını düşünüyordu.
Lord Gordon Easterfield: Bridget’in nişanlısı. Adam kendisinin çok önemli bir kimse olduğuna iyice inanıyordu.
Alfred Wake: Ashe köyünün rahibi. Dedikodudan hoşlanıyor, köydeki ölümlerden ve düşmanlıklardan habire sözedi-yordu.
Mr. Abbot: Avukat. Neşeli, çabuk öfkelenen, çabuk yatışan bir adamdı.
Honoıia Flete: Lavinia Fullerton’un arkadaşı. Ashe’deki kazalardan kuşkulanıyor ama bu konuda konuşmak da istemiyordu.
Mr. Sorty: Antikacı. Bu acayip adam, Orta çağlara özgü ayinlere meraklıydı.
Mr. Horton: Emekli binbaşı. Haşin ve aksi bir kadın olan karısının ölümünden sonra biraz rahata kavuşmuştu.
Dr. Geoffrey Thomas: Çocuksu halli genç bir adamdı. Cinayet işlemenin çok kolay olduğunu söylüyordu.
Rose Humbleby: Dr. Humbleby’nin güzel kızı. Babasının ölümünden sonra sevgilisine kavuşmuştu.
Jessie Humbleby: Dr. Humbleby’nin karısı. Kocasının ani ölümü kadını çok sarsmıştı.
Sir William Ossington: Scotland Yard’dandi. Luke’un kuşku uyandırmayan sekiz cinayet hakkındaki sözlerini sırf onunla arkadaş olduğu için dinlemişti.
Baş Müfettiş Battle: Sakin bir adamdı ama gözünden de kolay kolay bir şey kaçmıyordu.
Luke’un elinde şu ip uçları vardı:
Yaşlı bir kadının sözleri Gazetedeki bir ilan Şapka boyası Öksürük şurubu Ölü bir horoz Kızıl saçlar
Taştan oyulmuş bir saksı Ahlâksız bir çocuk Kanlı eller Cinayetlerin esranm çözebilmek için Luke’un şu sorulan cevaplandırması gerekiyordu.
Lavinia Fullerton aslında hayali geniş bir kadın mıydı? Araba yaşlı kadına kazara mı çarpmıştı?
Amy intihar mı etmişti?
,Lord Easterfield, düşmanlarını tanrısal bir gücün ortadan kaldırdığına gerçekten inanıyor muydu? İki doktor birbirleriyle neden geçinemiyorlardı? Honoria Flete neden kuşkulanıyordu?
Sorty, ne gibi kirli işlerle ilişkiliydi? Tommy düşmüş müydü? Yoksa onu itmişler miydi? Carter nehre yuvarlanmış mıydı? Yoksa biri onu suya mı atmıştı? Bridget gerçekten paragöz bir kız mıydı?
***
I
Luke Fitzwilliam, yıllardan sonra İngiltere’ye dönüyordu artık. Vapurdan inerek, gümrüğe girdiği sırada, «Acaba buraya yeniden alışabilecek miyim?» diye düşündü. Diğer yolcularla birlikte vapuru beklemiş olan Londra trenine binerken hâlâ bu soru vardı aklında. «İşim yok artık… Küçük bir gelirim var. Bol vaktim olacak. Ne yapacağım? Neyle oyalanacağım?»
Genç adam, bu sorulan kafasından kovmaya çalışarak, gazetesini açtı. Bir iki dakika sonra önemli haberlere dalıp gitmişti.
Tam yanm saat sonra tren yavaşladı ve nihayet durdu. Luke, başını kaldırarak pencereden dışarı baktı. Küçük bir istasyona gelmişlerdi. Geride bir büfe vardı. Genç adam, ani bir kararla yerinden kalkarak dışarı çıktı. Büfeye giderek, bir kahve istedi. Aklına yine o soru gelmişti.
«Buraya yeniden alışabilecek miyim? İngiltere hoşuma gidecek mi?»
Kahveyi içip, parasını ödedi. Döndü ve hayretle olduğu yerde kaldı. O farkına varmadan tren kalkıp gitmişti.
– Luke, asık suratlı bir hamala, «Tren nereye gitti?» diye sordu.
«Hangi tren? 3.14 postasından sonra buradan hiç tren kalkmadı.»
«Demin burada bir tren durdu. Londra ekspresi. Ben de ondan indim.»
«Londra ekspresi hiç bir yerde durmaz.»
Luke, «Durdu ama,» diye cevap verdi. «Ben ondan indim diyorum.»
Hamal bu kez sitem eder gibi başını salladı. «İnmeme-liydiniz. Ekspres burada durmaz.»
«Ama durdu.»
«O durmak sayılmaz. Ekspres ileride kırmızı ışık olduğu için burada bir an durakladı yalnızca.
Doğrusu inmemeniz gerekirdi.»
«Bunu ben de kabul ediyorum,» dedi Luke. «Ama artık olan oldu. Şimdi hangi trene binmemi önerirsiniz?»
«Her halde 4.25’e binmeniz iyi olur.»
«Eğer ö tren Londra’ya gidiyorsa, ben de dediğiniz gibi yaparım…» Luke, peronda bir aşağı bir yukarı dolaşmaya başladı. İstasyonun yukarısmdaki tabelada «Fenny Clayton Kavşağı»
yazılıydı. «Ashe’e gitmek için buradan aktarma yapılır.» Bir iki dakika sonra eski tip bir lokomotifin geri geri ittiği bir tek vagon istasyonda durdu. Banliyö treninin küçüklüğünden dolayı adetâ büyük utanç duynyormuş gibi ‘bir hali vardı.
Daha sonra Londra treni ne kadar önemli olduğunu belirtmek istercesine homurdana homurdana gözüktü ileriden. Tren durur durmaz Luke telâşla kapıya atıldı. Bunu da kaçırmak niyetinde değildi. Genç adam, koridordan ilerleyerek dikkatle kompartmanlara baktı. İlkinde ukalâ tavırlı bir adam sigara içiyordu. Luke, üçüncü kompartmanda karar kıldı. Burada tek bir yolcu vardı. Yaşlı bir kadın. Luke onu halalarından birine benzetti. Mildred halaya. Kadın, Luke on yaşındayken büyük bir yüreklilik göstererek onun zararsız bir yılan beslemesine razı olmuştu. Evet, iyi bir kadındı Mildred halacık.
Tren beş dakika sonra hareket etti. Luke de ciddî bir tavırla gazetesini açtı. Ama tek satır okuyamıyacağının da farkındaydı. Bir sürü yaşlı halası ve teyzesi olduğu için, kompartımandaki yolcunun da Londra’ya kadar sessiz sedasız oturmayacağını biliyordu.
Gerçekten de yaşlı kadın önce kendisinden camı kapamasını rica etti, sonra da treni övmeye başladı. «Bir saat on dakikada Londra’ya varıyor. Bu da fevkalâde bir şey. Evet, bu tren sabah kalkandan daha iyi. O bir saat kırk dakika sonra Londra’ya varıyor. Tabiî çok kişi sabah trenini tercih ediyor. Ben de ona binecektim ama bizim Pooh kayboldu. Pooh benim kedimdir. Acem kedisi. Pek güzel bir hayvandır «o. Ama son zamanlarda kulağı ağrıyor. Pooh’u bulamadıkça evden ayrılamazdım kuşkusuz.»
Luke, «Tabii, tabii,» diye mırıldanarak, başını gazetesine eğdi ama bunun bir yaran olmadı.
Yaşlı kadın, konuşmasını sürdürdü. «İşte bu yüzden ben de bu trene bindim. Bir frakıma daha da iyi oldu. Çünkü bu tren tenha. Ben de Londra’ya çok önemli bir iş için gidiyorum. Neler söyleyeceğimi önceden tasarlamam gerek. Tabiî aslında insan birinci mevkiye bindiği zaman kalabalıktan fazla rahatsız da olmuyor. Dedim ya ben de bu kez çok önemli bir iş için Londra’ya gidiyorum. O yüzden bu kadar masraf edebilirim, diye düşündüm.» Luke’un güneşten bronzlaş-mış olan yüzüne baktı. ((Tabiî izinli olan subaylarımızın da her zaman birinci mevkiye binmeleri gerekiyor.»
Luke, yaşlı kadının parlak gözlerindeki ışıltıya dayanamadı. Zaten eninde sonunda mesleğini öğreneceğini de biliyordu başından beri. «Ben subay değilim,» dedi.
«Ah, özür dilerim. Güneşten iyice yanmış olduğunuz için Doğu’dan izinli olarak evinize döndüğünüzü sandım.»
Luke, «Gerçekten Doğu’dan dönüyorum ama izinli değilim.» Yaşlı kadının daha fazla soru sormaması için gerçeği olduğu gibi söyledi. «Ben polisim.»
«Polis misiniz? İşte bu çok ilgi çekici… Doğrusu insan böyle rastlantılara bayağı şaşırıyor.
Çünkü — ben de Scotland Yard’a gidiyorum.»
Luke, kaşlarını kaldırdı. «Sahi mi?»
Yaşlı kadın neşeyle, «Evet,» diye cevap verdi. «Ama dediğim gibi Pooh’un yüzünden sabah trenini kaçırdım. Ama umarım geç kalmam. Scotland Yard’dakilerin belirli saatleri yok değil mi?»
Luke; «Onların saat dörtte kapılarını kapattıklarını sanmıyorum,» dedi.
Yaşlı kadmm yüzünde endişeli bir ifade belirmişti şimdi. «Ben oldum olası en yüksek memura baş vurmayı tercih ederim, John Reed, — yani Ashe’deki polis memuru iyi bir adamdır Nazik ve terbiyelidir. Ama onun önemli bir sorunu halledebilecek bir insan olduğunu sanmıyorum. O
yalnızca fazla içen, arabalarını hızlı süren kimselerle (başa çıkabilir. Açıkçası John Reed bir cinayet meselesini halledemez!»
Luke, hayretle başını kaldırdı. «Cinayet meselesini mi?»
Yaşlı kadın, heyecanla başım salladı. «Evet cinayet meselesini… Şaşırdığınız belli. Başlangıçta ben de çok şaşırdım. Bir türlü inanamadım. Hayalimin fazla geniş oduğunu düşündüm.»
Luke, şefkatle sordu. «Hayalinizin gerçekten geniş olmadığından emin misiniz?»
Kadın, kesin bir tavırla, «Tabiî eminim,» diye cevap verdi. «Belki ilk seferinde emin değildim.
Ama ikinci, üçüncü ve dördüncü cinayetlerden sonra işin kuşku görür yanı kalmadı.»
Luke, «Yani—» dedi. «Şey — birden fazla cinayet mi işlendi?»
Yaşlı kadın, o sakin ve tatlı sesiyle, «Korkarım öyle,» diye mırıldandı. «İşte bu yüzden gidip durumu Scotland Yard’a haber vermenin doğru olacağım düşündüm.»
Luke, düşünceli bir tavırla ona baktı. «Haklısınız…» Bir taraftan da «Scotland Yard’dakiler ona nasıl davranacaklarını bilirler,» diye düşünüyordu. «Her halde onlara her hafta bir sürü yaşlı kadın gelip, hayali cinayetleri haber veri-yordur.»
Yaşlı kadm, konuşmasını sürdürdü; «Bir keresinde gazetede bir cinayeti okuyordum… Şu birkaç kişiyi zehirleyen adamı. Biri, adamın bir kimseye tuhaf bir biçimde baktı mı, onun çok geçmeden zehirlenip öldüğünü söylediydi. Ben buna o zaman inanmamıştım. Oysa şimdi o sözlerin doğru olduğunu anlıyorum.»
«Doğru olan nedir?»
(«Katilin yüzünde tuhaf bir ifadenin belirdiği…»
Luke, hayretle kadma baktı. Zavallı titremeye başlamış, pembe yanakları da biraz solmuştu.
«Önce o ifadeyi Amy Gibbs olayında farkettim. Gerçekten de çok geçmeden Amy Gibbs öldü.
Sonra Carter. En sonunda da Tommy Pierce Dün de sıranın Doktor Humbleby’e geldiğini anladım. Çok: jyi bir adamdır o. Gerçekten olağanüstü bir insandır. Carter, fazla içki içerdi.
Tommy Pierce ise pek küstah ve terbiyesiz bir şeydi.. Küçük çocukları korkutur, kollarını kıvırır, onlan çimdiklerdi. Açıkçası onların ölümü beni o kadar sarsmadı. Ama Doktor Humbleby başka.
Onun kurtarılması gerek. İşin kötüsü gidip durumu kendisine anlattığım takdirde bana inanmayacak, gülüp geçecek. Bizim polis memuru John Reed de öyle. Oysa Scotland Yard’da durum böyle olmayacak. Çünkü oradakiler cinayetlere alışıklar..» Pencereden dışarı bir göz attı. «A, gelmişiz bile,» Telaşla çantasını ve şemsiyesini aldı. «Sizinle konuşunca bayağı rahatladım. Çok naziksiniz. Scotland Yard’a gitmekle iyi ettiğimi düşünmenize de ayrıca sevindim.»
Luke ciddî bir tavırla, «Scotland Yard’da size yararla önerilerde bulunacaklarından eminim,»
diye cevap verdi.
«Sahi mi? İşte bu çok iyi.» Çantasını karıştırdı. «Size kartımı vereyim. A, yalnızca bir tane kalmış. Onu da Scotland Yard için saklamalryım.»
«Adım Miss Lavinia Fullerton.»
Luke, gülümsedi. «Tanıştığımıza memnun oldum, Miss Fullerton. Benim adım da Luke Fitzwilliam…» Tren perona girerken ekledi. «Size bir taksi bulayım mı?»
«Hayır, teşekkür ederim.» Bu müsrifçe fikir Lavinia Ful-lerton’u pek şaşırtmış gibiydi. «Metroya bineceğim. Trafalgar Alanı’nda iner, oradan Whitehaira yürürüm.»
Luke, «Şansınız açık olsun,» dedi.
Miss Lavinia Fullerton genç adamın elini büyük bir dostlukla sıktı. «Çok iyisiniz… Biliyor musunuz önce bana inanmadığınızı sanmıştım.»
Luke, kızardı. «Şey… O kadar çok cinayet. Bir sürü cinayet işleyip de yakalanmamak biraz zor değil mi?»
Miss Fullerton, başını salladı. «Hayır, hayır, yavrum, işte bunda yanıldınız. Sizden kimse kuşkulanmadığı sürece istediğinizi öldürmek o kadar kolaydır ki. Sözünü ettiğim katilden kuşkulanmak da kimsenin aklına gelmiyor.»
Luke, «Şansınız açık olsun,» diye yineledi.
Miss Lavinia Fullerton, kalabalığa karışarak kayboldu. Luke ise ekspresle gelen eşyalarını’
aramaya gitti. Bir taraftan da, «Acaba biraz deli mi?» diye düşünüyordu. «Hayır, hiç sanmıyorum. Yalnızca hayali çok geniş, o kadar. Scotland Yard’da işi onu kırmadan halledeceklerini umarım. Zira Lavinia Fullerton, pek tatlı bir ihtiyarcık.»
Jimmy Lorimer, Luke’un okul arkadaşıydı. Genç adamt. Londra’ya erişir erişmez hemen Jim’e gitti. O gece birlikte; eğlenmeye çıktılar. Ertesi sabah da Luke, başı çatlayacak-mış gibi ağrırken Jim’in yaptığı kahveyi içti. Ondan sonra da gazeteyi okumaya başladı. Küçük bir haber özellikle dikkatini çekmişti. Hattâ tou yüzden arkadaşının kendisiyle konuşmaya çalıştığını bile farketmedi.
Sonra da kendisine gelerek, «Özür dilerim Jim,» diye mırıldandı. «Ne dedin?»
«Gazeteye çok daldın. Okuduğun nedir? Siyaset haberleri mi?»
«Hayır,» diye yanıtladı Luke. «Çok garip bir şey oldu… Pün trende birlikte yolculuk ettiğim yaşlı bir kadıncağızı araba çiğnemiş.»
Jimmy, «Zavallı,» dedi. «Peki ama ölen kadının o olduğunu nereden anladın?»
«O olmayabilir tabiî. Fakat adı aynı — Fullerton. Wni-tehaH’i geçerken kendisine bir araba çarpmış. Zavallı hemen* oracıkta oluvermiş. Kazayı yapan otomobil durmayarak, uzaklaşmış.»
«Şoförü nasıl olsa yakalar ve cezalandırırlar…»
Bir hafta sonra, kayıtsız bir tavırla gazetenin ön sahife-sine göz gezdiren Luke, birdenbire hayretle bağırdı. «Hay Allah!»
Jimmy Lorimer ona döndü. «Ne var?»
Luke, başım kaldırdı. Yüzünde öylesine garip bir ifade-vardı ki arkadaşı bayağı şaşırdı. «Ne oldu Luke? Hortlak görmüş gibi bir halin var.»
Luke, gazeteyi bir tarafa bırakarak arkadaşın doğru eğildi. «Jim, İngiltere’ye döndüğüm gün trende birlikte yolcu-uk yaptığım yaşlı bir kadından sözetmiştim, hatırlıyorsun .ieğil mi?»
«Mildred halana benzettiğin kadını mı? Evet. Sonra onu araba çarpmıştı galiba?»
«Evet. Dinle Jim. İhtiyarcık bana Scotland Yard’a gide-. ceğini, onlara bir sürü cinayetin işlendiği haber vereceğini anlatmıştı. İddiasına göre oturduğu köyde bir katil vardı ve durmadan adam öldürüyordu.»
Jimmy, «Bana kadının bunamış olduğunu söylememiştin,» diye mırıldandı.
«Ben onun bunak olmadığından emindim. Aksine, gayet aklı başındaydı. Katilin bir iki kurbanının adlarını söyledi. Kendisini caninin şimdi kimi öldüreceğini bildiğini, bunun için de çok telâşlandığını anlattı.»
«E? Sonra?»
«Adamın adı Humbleby’di. Doktor Humbleby. Yaşlı kadın katilin yakında onu öldüreceğinden emindi. Doktor Humbleby iyi bir adam olduğu için de buna üzülüyordu.»
Jimmy, yine, «E?» dedi.
«Al, şuna bak.» Luke, gazeteyi arkadaşına bırakarak parmağıyla bir ölüm ilânını işaret etti.
«Jessie Humbleby’nin sevgili kocası Doktor John Ward Humbleby, 12 haziran günü Ashe köyündeki villâsında birdenbire ölmüştür. Cenazesi Cuma günü kaldırılacaktır. Çiçek yollanmaması rica olunur.»
«Görüyor musun, Jimmy? Yaşlı kadın da Ashe köyün-deydi ve bana Dr. Humbleby’nin öldürüleceğini söyledi.»
Jimmy şaşkın şaşkın «Belki,» diye yutkundu. «Garip bir raslantı bu.»
Luke, ayağa fırladı. «Ya o zavallı ihtiyarcığm bütün anlattıkları doğruysa? Ya o garip hikâye gerçekse?»
«Yapma canım, olmaz öyle şey.»
«Nereden biliyorsun? Belki de böyle şeyler sık sık oluyor.»
«Yine polisliğin tuttu galiba. İstifa edip, İngiltere’ye dinlenmeye döndüğünü unuttun galiba?»
Luke, «İnsan polis olduğunu kolay kolay unutamıyor galiba,» diye mırıldandı. «Beni dinle, Jimmy. Bana garip bir öykü anlatıldı. Ama bir delil var ortada — yani Dr. Humbleby’nin ölümü bu hikâyenin doğru olabileceğini gösteriyor. Ayrıca önemli birşey daha var. Lavinia Fullerton o inanılmayacak hikâyesini Scotland Yard’dakilere anlatmaya gidiyordu. Ne var ki oraya erişemedi. Kendisini bir araba çiğneyip öldürdü. Üstelik otomobil durmadı da.»
Jimmy, itiraz etti. «Kadının Scotland Yard’a erişip erişmediğini biliniyordun. Belki o, Yard’dan çıkarken öldü.»
«Olabilir… Anla sanmıyorum…»
«Bu da varsayım. İşin açıkçası şu: sen bu melodrama inanıyorsun.»
Luke başım salladı. «O kadar da değil. Ama bence bu meselenin yine de incelenmesi gerek.»
«Yani Scotland Yard’a mı gideceksin?»
«Hayır, henüz gitmeyeceğim. Dediğin gibi Dr. Humbleby’nin ölümü raslantısal olabilir.»
«O halde plânın nedir?»
«Ashe’e gidip, olayı tahkik edeceğim.»
«Ya…» Jimmy bir an düşündü. «Peki bir plânın var mı? Birdenbire köye gitmeni oradakilere nasıl açıklayacaksın?»
«Bir şeyler uydururum elbet.»
«Öyle ama… Sen küçük İngiliz köylerinin nasıl yerler olduklarını bilmiyor musun? Bir yabancı orada hemen dikkati çeker… »
Luke, güldü. «O halde kim olduğumu gizlemem gerek. İstersen ressam olduğumu ileri süreyim ama doğrusu hiç resim yapmasını bilmem.»
Jim ona gururla baktı. «Ben bu işi kolaylıkla halledebilirim.»
«Ne o? Ashe’de bir arkadaşın mı var?»
«Daha da iyisi. Bildiğin gibi hala, amca, ve kuzen bakımından çok zenginim ben. Yalnız babamın on iki kardeşi var-|Aı. Şimdi beni iyi dinle, Ashe’de bir kuzenim var.»
«Jimmy, sen bir harikasın.»
«Kuzenimin adı Bridget. Bridget Conway. Kendisi iki yıldan beri Lord Easterfield’in sekreteriydi.»
«Şu iğrenç haftalık gazetelerin sahibinin mi?»
«Ta kendisi. Adamın kendisi de pek sinir bir tiptir, lüfak tefek, ukalâ, kendini beğenmiş bir şey.
Lord Easter-field, Ashe’de doğmuş. Zengin olduktan sonra da dönüp köydeki en büyük evi satın almış. Yani Bridget’in ailesine ait «olan evi ve çevresindeki tüm araziyi.»
«Demek kuzenin Bridget onun sekreteri.»
Jimmy, üzüntüyle, «Sekteri idi,» dedi. «Sonra kalkıp Xord Easterfield’le nişanlandı.»
Luke, şaşalamıştı. «Ya!»
Jimmy, «Bir bakıma Lord Easterfield yağlı bir kuyruk cayılıyor,» diye cevap verdi. «Büyük serveti var. Bridget eski sevgilisi yüzünden çok acı çekti. Ondan sonra da aşktan nefret etti.
Lord Easterfield’le evlenirse mutlu olacağını sa-tnıyorum. Her halde adamı şefkatle ama dikkatle yönetecek. Lord da onun her isteğini yerine getirecek.»
«Peki ben oraya nasıl gideceğim?»
Jimmy, hemen cevap verdi. «Sen de bizim kuzenlerden biri olacak ve gidip Ashe’de oturacaksın. Bridget’in o kadar çok kuzeni var ki, bir eksik, bir fazla fark etmez. Ben bu işi
:Bridget’le kararlaştırırım. Çocukluktan beri birbirimizi çok severiz. Gelelim Ashe’e gitmenin nedenine… Büyü bu, oğlum.»
«Büyü mü?»
«Evet. Bölgeye özgü batıl inançlar, büyüler, folklor. Bu bakımdan Ashe’in büyük şöhreti vardır.
Geçen yüzyılda bile orada büyücüleri yakarlarmış. Sen de bu konuda bir kitap yazacağını iddia edersin, olur biter. Elinde bir defterle çevrede dolaşıp, köyün en yaşlılarıyla konuşursun.
Oradakiler böyle şeylere alışıktırlar. Hele Ashe malikânesinde oturduğun için sana ellerinden geldiği kadar yardımcı olmaya çalışırlar.»
«Ya Lord Easterfield?»
«O bakımdan da bir endişen olmasın. Kendi kendini yetiştirmiş, zengin olduktan sonra asalet payesi satın almış bir adamdır o. Tahsili yoktur. Her şeye çabucak inanır. Hattâ kendi gazetesinde okuduklarına bile. Bridget onunla konuşur. Kuzenim iyi ve kuşkulanılmayacak bir kızdır. Ona kefilim.»
Luke, derin bir soluk aldı. «Jimmy, galiba bu işi kolaylıkla halledeceğiz. Sen olmasaydın ne yapardım bilmem?»
Jimmy, «Katili yakalayacağın zaman beni muhakkak çağır» diye cevap verdi. «O anda Ashe’de olmayı isterdim.» Sonra birdenbire bağırdı. «Ne var?»
Luge ağır ağır başını salladı. «Yaşlı kadın bana cinayet işlemenin çok kolay olduğunu söylemişti. Acaba gerçekten öyle mi Jimy?»
Luke, arabasını Ashe malikânesinin önünde durdurarak, hayretle çevresine bakındı. Kuleli, şahnişinli bina inanılmayacak kadar çirkindi. Birdenbire evin köşesinden bir kız çıktı. Hafif rüzgârda siyah saçları uçuşuyordu. Luke’a doğru geldi. «Siz Luke Fitzwilliam olacaksınız.
Bridget Con-way’im.»
Luke, genç kızın uzattığı eli sıktı. Bridget, ince, uzun boylu, biçimli yüzlü, siyah saçlı, kara gözlü bir kızdı. Yüzüne hafif alaycı bir anlam veren ince kaşları vardı. Elmacık kemikleri hafifçe çıkıktı. Luke, «Güzelliğinde insanın içine dokunan bir şeyler var,» diye düşündü. Sonra da,
«Nasılsınız?» dedi. «Sizi böyle rahatsız ettiğim için özür dilemem gerek. Ama Jimmy sizin böyle şeylere aldırmayacağınızı ısrarla söyledi.»
«Gerçekten aldırmayız. Bu ziyaretiniz de çok hoşumuza gitti.» Birdenbire gülümsedi. «Jimmy’le ben birbirimizi oldum olası destekleriz. Folklorla ilgili bir kitap hazırladığınıza göre burası tam size uygun bir yer. Efsaneler… İlgi çekici köşeler…»
Luge mırıldandı. «Fevkalâde.»
Birlikte eve doğru gittiler. Luge yeniden binaya baktı. Vaktiyle sade bir yer olduğu, sonradan tamir edilip, ilâveler yapıldığı ve iyice süslenildiği anlaşılıyordu. Luke, «Bu Lord Easterfield’in işi olmalı,» diye düşündü, Bridget’le beraber içeri girdiler. Genç kız onu rahat koltuklar ve kitaplarla dolu bir odaya götürdü. Pencerenin önündeki masaya çay tepsisi konulmuştu, başında iki kişi oturuyordu.
Bridget, nişanlısına, «Gordon,» dedi. «-Bu Luke… Kendisi kuzenim oluyor.»
Lord Easterfield, ufak tefek, saçları yarı dökülmüş bir adamdı. Yuvarlak, tombul bir yüzü, ufacık bir ağzı, patlak gözleri vardı. Köye uysun diye biçimsiz tvid bir elbise giymiş, bu da bir hayli göbekli olan Lord’a pek yakışmamıştı. Adam Luke’u nezaketle karşıladı. «Tanıştığımıza memnun oldum. Çok memnun oldum. Duyduğuma göre Doğu’dan gelmişsiniz. Mayang ilgi çekici bir yer olmalı. Bridget bana bir kitap hazırladığınızı söyledi. Herkes son zamanlarda bir sürü kitap yazıldığından şikâyet ediyor. Ben o görüşte değilim. Bence iyi bir kitaba her zaman yer vardır.»
Bridget «Bu da halam Mrs. Anstruther,» dedi. Luke, aptalca suratlı bir kadın olan halanın elini sıktı.
Genç adam, çok geçmeden Mrs. Anstruther’in bahçeye çok meraklı olduğunu anladı. Kadın bir iki kelime konuştuktan sonra, «O yeni güller bu iklimde yetişiyor muş,» diyerek elindeki çiçek kataloguna daldı gitti.
Lord Easterfield, koltuğuna oturarak, çayından bir yudum aldı. Bir yandan da Luke’u süzüyordu. «Demek ki siz kitap yazıyorsunuz?…» Sonra önemli birşey söylüyormuş gibi bir tavırla ekledi. «Açıkçası ben de kitap yazmayı isterdim. Ama işin kötüsü hiç zamanım yok. İşim başımdan aşkın.»
«Tabii… »
Lord Easterfield, «Omuzumdaki yükün ağırlığını tahmin edemezsiniz,» diye mırıldandı.
«Yayınladığım her gazeteyle yakından ilgileniyorum. Halkın kafasının yoğrulmasından kendimi sorumlu tutuyorum tabiî. Gelecek hafta milyonlarca insan, benim istediğim şeyleri düşünecek ve hissedecekler. İşte bu çok ciddî bir düşünce benim için. Sorumluluk demek bu. Ama bundan korkmuyorum.» Lord Easterfield göğsünü şişirerek, karnını içeri çekmeye çalıştı. Patlak gözleriyle Luke’a dostça bir tavırla baktı.
Bridget Conway, usulca, «Sen büyük bir adamsın, Gordon» dedi. «Biraz çay daha iç.»
Lord Easterfield kısaca cevap verdi. «Ben gerçekten büyük bir adamım.» Sonra yükseklerden sıradan ölümlülerin seviyesine inerek konuğuna «Bu taraflarda tanıdıklarınız var mı?» diye sordu.
Luke, «Hayır,» diye cevap verdi. «Ama Ashe’de bir arkadaşımın ahbabı var. Ona dostunu arayacağıma dair de söz verdim. Adamın adı Humbleby. Kendisi doktormuş.»
«Ya?» Lord, koltuğundan doğrulup oturdu. «Dr. Humb-leby mi? Yazık.»
«Neden yazık?»
Lord Easterfield, «Humbleby, bir hafta önce öldü,» dedi.
Luke, «Vah vah,» diye mırıldandı. «Buna üzüldüm.»
Lord Easterfield, «Doktordan pek hoşlanmayacaktınız,» diye mırıldandı. «Ukalâ, aksi, bunak herifin biriydi.»
Bridget atıldı. «Yani doktor Gordon’a itiraz etmek cüretinde bulunmuştu.»
Lord Easterfield açıklamaya çalıştı: «Su meselesiyle ilgiliydi bu. Ben memleketimin iyiliğini isteyen bir adamım, Mr. FitzwIIliam. Özellikle köye elimden gelen yardımı yapıyorum. Aslında Ashe’liyim ben. Yani burada doğdum.» Lu-ke’a uzun uzun yaşamını, nasıl yükseldiğini anlattı.
Sonra, «Nihayet bu evi aldım,» dedi. «Arka arkaya kaç mimar tuttum bilseniz. Bir mimar istediğimi yapmadı mı, onu kovup hemen yerine bir başkasını buldum.»
Bridget, güldü. «Adamlar senin o korkunç hayal gücüne hizmet ettiler,» dedi.
Lord, kızın koluna vurdu. «Bridget, burasının olduğu gibi kalmasını istiyordu. Oysa geçmişte yaşamanın insana hiçbir yararı yoktur. Ben hep bir şatom olsun istedim. Sonunda da bu arzuma kavuştum.»
Luke, biraz şaşırmıştı. «Şey… İnsanın ne istediğini bilmesi iyi bir şeydir.»
Lord, güldü. «Ayrıca ben her istediğimi elde etmesini de Bridget hatırlattı. «Ama o su meselesinde az kalsın istediğin olmuyordu.»
Lord, omuzunu silkti. «Ha, şu mesele. Humbleby, budalanın biriydi. Yaşlı adamlar biraz inatçı oluyorlar. Lâf anlamıyorlar.»
Luke, boş a;tıp dolu vurmaya çalıştı. «Dr. Humbleby, açık aözlü bir adamdı, değil mi? Her halde bu yüzden çok kişiyi kendisine düşman etmiş olacak.»
Lord Easterfield, tereddütle burnunu oğuşturdu. «Doğrusu bunu pek iddia edemem. Öyle değil mi, Bridget?»
Genç kız, «Herkes onu çok severdi, sanırım,» diye cevap verdi. «Ben onu bileğime bakmaya geldiği zaman, yani bir kez gördüm. Gerçekten tonton bir adamdı.»
Lord Easterfield, itiraf etti. «Evet, Dr. Humbleby sevilen bir adamdı. Ama ona düşman olan bir iki kişi olduğunu da biliyorum. Böyle küçük yerlerde bazan düşmanlıklar olur.»
«Her halde…» Luke, bir an durdu. Ne soracağını pek bilmiyordu! Ashe’de nasıl kimseler oturuyor?»
Bu sıradan bir soruydu ama hemen cevabım aldı. Bridget, «Daha ziyade asan atikalar,» dedi.
«Rahiplerin kızları, kanlan, kardeşleri… Doktorların kanlan, kızlan… Her erkeğe altı kadın düşüyor.»
Luge, mırıldandı. «Ama her halde erkek de var.»
«Tabii tabii. Sözgelimi, avukat Mr. Abbot… Dr. Humb-leby’nin yardımcısı Dr. Thomas… Rahip Mr. Wake… Başka kim var, Gordon? Ha, Mr. Sorty… Onun antikacı dükkânı var. Sonra Binbaşı Horton. O da buldog köpeklerine meraklıdır.»
Luke, «Arkadaşım burada oturan birinden daha sözet-mişti sanmm,» dedi. «Yaşlı, şirin ama biraz fazla konuşan trir kadından. Adı neydi acaba? Hah, tamam! Fullerton.»
Lord Easterfield, boğuk bir kahkaha attı. «Doğrusu hiç şansınız yok. O da öldü. Geçenlerde Londra’da kendisini bir araba çiğnedi. Kadıncağız hemen öldü.»
Luke, neşeyle, «Burada da çok ölen var galiba?» dedi.
Lord, hemen dikleşti. «Hiç de değil. Burası İngiltere’nin sağlığına en iyi gelen yerlerinden biridir. Kazalar dikkate alınmamalıdır. Zira bu herkesin başına gelebilir.»
Ama Bridget Conway, düşünceli düşünceli, «Ama Gordon,» diye mırıldandı. «Eu son bir yıl içersinde gerçekten çok kişi öldü. Arka arkaya cenaze törenleri yapıldı.»
«Saçma, yavrum.»
Luke, sordu. «Dr. Humbleby de kaza sonunda mı öldü?»
Bridget, başım salladı. Aslında doktorlar kendi dertlerine pek aldırmıyorlar. Sonra bazan başlarına böyle işler açılıyor… Yazık… Doktorun karısı çok üzüldü…»
Lord Easterfield, rahat bir tavırla, «Allanın iradesine karşı gelinmez,» dedi.
Luke, daha sonra smokinini giyerken, kendi kendine,. «Aslında bu Allahm işi miydi?» diye düşündü. «Septisemi?… Belki. Ama doktor da birdenbire ölmüş…» Sonra genç adamın aklına Bridget’in sözleri geldi. .
«Bu son bir yıl içerisinde gerçekten çok kişi öldü…»
Luke, hareket plânım iyice kararlaştırmıştı. Ertesi sabah kahvaltıya indiği zaman hemen harekete geçti. Bahçeye düşkün hala ortalarda yoktu. Lord Easterfield, böbrek yiyor ve kahve içiyordu. Kahvaltısını bitirmiş olan Bridget ise pencerenin önünde durmuş, dışarıyı seyrediyordu. Luke,. «Günaydın,» diyerek sofraya oturdu. Bir tabak dolusu yumurtalı jambonu yerken de konuşmağa başladı.
«Artık çalışmalarıma başlamam şart. Ama insanları konuşmaya ikna etmek zor bir şey. Ne demek istediğimi anlıyorsunuz. Siz ve — şey — Bridget gibi kimseleri kasdetmiyo-rum.»
Kızdan ‘Miss Conway’ diye sözetmemeyi, onun sözde* kuzeni olduğunu tam zamanında hatırlamıştı. «Siz bana bütün bildiklerinizi anlatırsınız. Ama işin kötüsü sizin benim işime yarayacak şeyleri bilmeniz olanaksız. Yani bölgesel batıl ininçları filân… Bilmezsiniz uzak köşelerde yaşayan insanlar nelere inanıyorlar. Örneğin Devonshire’da bir köy var. Oranın rahibi kilisenin yanındaki büyük taşlan kaldırtmak zorunda kaldı. Köyde biri öldüğü zaman köylüler muhakkak o taşların etrafında bir kaç kez dönüyorlardı da ondan. İnsan o eski putperest ayinlerinin izlerine rastlayınca bayağı şaşırıyor.»
Luke ondan sonra bu konuda okuduğu kitabın bir sahi-fesini olduğu gibi ezberden tekrarladı, Sözlerini, «En işe yarayanı cenaze törenleri ve bunlarla ilgili âdetler,» diye bitirdi. «Bu âdetler diğerlerinden daha geç ortadan kalkıyor. Sonra, her ne sebeptense, köylüler ölümlerden sözetmekten hoşlanıyorlar.»
Pencerenin önünde duran Bridget, başım salladı. «Gerçekten. Cenaze törenleri hoşlarına gidiyor onların.»
Luke, devam etti. «Ben de işe oradan başlamaya karar verdim. Köyde son zamanlarda öJ
enlerin listesini alırsam, gidip akrabalarını bulur, onları konuşturmaya çalışırım. Bu bilgiyi kimden alabilirim? Rahipten mi?»
Bridget, atıldı. «Rahip Mr. Wake, bu işle ilgilenir sanırım. Çok tatlı bir ihtiyardır o. Eski şeylere de meraklıdır. Sana bir hayli bilgi verebilir sanırım.»
Luke, dedi. «Herhalde siz ikiniz geçen yıl köyde kimlerin öldüğünü pek bilmiyorsunuz?»
Bridget, mırıldandı. «Dur bakayım. Tabiî — Carter. Nehrin, kıyısındaki o kötü meyhanenin —
yani ‘Yedi Yıldız’m sahibiydi.»
Lord Easterfield, «Sarhoş ve ahlâksız herifin biriydi. -Gayet küfürbazdı. Zenginlere de düşmandı. Geberdi gitti de kurtulduk,» diye ekledi.
Bridget, devam etti. «Sonra çamaşırcı Mrs. Bose… Küçük Tommy Pierce. O da pek kötü bir çocuktu. A, sonra Amy denilen kız var. Soyadı neydi?» Bu son sözleri söylerken sesi biraz değişmişti.
Luke, «Amy mi?» dedi.
«Amy Gibfos. O burada hizmetçilik ediyordu. Sonra çıkıp Mrs. Flete’in yanma girdi. Onun ölümünden sonra resmî soruşturma da yapıldı.»
«Neden?»
Lord Easterfield, «Budala, karanlıkta şişeleri “birbirine karıştırdığı için,» diye cevap verdi.
Bridget, «Kız, öksürük ilâcı içtiğini sanmış. Oysa içtiği aslında şapka boyasıymış,» diye açıkladı.
Luke, kaşlarını kaldırdı. «Bir faciaya benziyor bu.»
Bridget, «Bazıları onun zehiri mahsus içtiğini söylediler,» diye mırıldandı. «Bir genç yüzünden intihar ettiğini iddiaya kalkıştılar.» Kız, ağır ağır, âdeta istemeye istemeye konuşuyordu. Kısa bir sessizlik oldu. Luke, açıklanılmayan! bazı duygalann varlığını sezer gibi oldu.
Genç adam, «Amy Gibbs?» diye düşündü. «Evet, Miss; Lavinia Fullerton’un söylediği adlardan biri de buydu. Kadın, pek de hoşlanmadığı küçük bir çocuktan, — Tommy adlı bir çocuktan da sözetti. Bridget’in de Yommy konusunda onunla aynı fikirde olduğu belli. Sonra…