Nabizade Nâzım (1862-1893). Babası ve annesini küçük yaşta yitirmesinden dolayı çocukluğu pek de mutlu geçmedi. Ninesinin yanındayken Tophane Mahalle Mektebi’ni bitirdi. Beşiktaş Askeri Rüştiyesi’ni bitirdikten sonra yüksek öğrenimini Mühendishane-i Berri-i Hümayun’da (Kara Askeri Mühendis Okulu) yaptı ve 1884’te topçu üsteğmen olarak mezun oldu. Mekteb-i Harbiye-i Şahane’ye (Genel Kurmay Okulu) girdi ve bu okulu da, Erkan-ı Harbiye yüzbaşısı olarak bitirdi. Başarılı bir öğrenci olması dolayısıyla bitirdiği okulda öğretim üyesi olarak çalışmaya başladı. İki yıl Suriye’de çalıştı. İstanbul’a döndüğünde kemik veremine yakalanarak öldü.
* *
Nabizade Nazım’ın Karabibik’ten altı yıl sonra yayımladığı Zehra, bir hırs ve intikam romanıdır.
Zengin bir tüccarın kızı olan Zehra, öksüz büyümüştür ve aşırı kıskançtır. Babasının kâtibi Suphi’yle evlidir. İlk zamanlar karısına âşık olan Suphi bir süre sonra gönlünü güzeller güzeli Sırrı Cemal’e kaptırır. Yaradılışından kıskanç olan Zehra, birde kocasının evdeki güzel cariye Sırrı Cemal’e âşık olduğunu öğrenince intikam ateşiyle tutuşmaya başlar. Zehra’nın hırsıyla sonunu düşünmeden çevirdiği entrikalar sonucu birçok hayat mahvolur.
Nabizade Nazım, romanda aşırıya kaçan duygu ve zaafların insanlara neler yaptırabildiğini, kişinin hem kendisine hem de çevresine verdiği zararları anlatmak istemiştir.
***
1300 yılının Haziran ve Temmuz ayları çok güzeldi. Mart ayında hava, normalin dışında bir ilkbahar hoşluğunda geçerken; Nisan ve Mayıs ayında ise neredeyse kış havası vardı.
İstanbul’da Haziran ve Temmuz, önceki yıllara nazaran “yaz aylarından” kabul edilse de bu yıl sanki “bahar mevsimi” bu aylara da hakim olmuştu. Havanın tazeliği ve hoşluğu, başka bir mevsimle kıyaslanamayacak derecede olup, özellikle bu mevsimde boğazın güzelliğine doymak mümkün değildi. Rumeli ve Anadolu yalılarının hepsi tamamen dolmuş, keyfine düşkün olan çoğu insan zamanında bir yalı ya da hiç değilse bir ev almadıkları için çok üzülmüşlerdi. Güneş, doğuşundan batışına değin ufuk üzerinde hemen hiç bir bulut parçasına rastlamadan İstanbul üzerine ılık bir ışık saçmakta, geceleri ise zaman, “yıldızlı gece” adına uygun şekilde geçmekteydi. Özellikle de güneşin batışı ile doğuşu arasında Göksu deresi gibi; Beykoz Büyükdere limanları gibi; Balta limanı gibi; Kefeliköy, Küçüksu, Beykoz, Sultaniye çayırları gibi; Sarıyer’in suları gibi; Kavaklar’ın Sütlücesiyle Otuzbir suyu gibi yerler ve baştan başa bütün boğaz içi öylesine ruh okşayan, duygulandıran, iç gıdıklayan tablolar, manzaralar göstermekteydi ki meşhur şehrimizin müthiş güzelliğinin farkına varabilmek için bu manzarayı iç geçirerek izlemek gerekir. Binlerce yıllık bir akışın etkisiyle, aşındığı sanılan bu yılan şeklindeki boğazın dört büyük havzasından her biri, doğal güzellik olarak kabul edilen güzellik anlayışlarının tümüne sahiptir. Yükseltileri boğazın eni ve boyu ile hepten orantılı olan bu sıra sıra iki tepe, o kadar güzel eğimler sergilemekte ve bu eğimlerin birbirine bağlanışları o kadar sanatsal görünmektedir ki işte asıl şaşkınlık ve zevk uyandıran harmoni ve biçim güzelliği bundan kaynaklanır.
Boğazın bu güzel biçimine, arazi yapısına ve topografyasına eklenen bir başka gösterişli özelliği ise bu muhteşem görüntüdeki tepeleri ara ara örten, güçsüz bırakan gölgeler, ormancıklar, korular ve de sahil boyunca devam ederek bazı koycuklar, vadicikler içine doğru serpilen binalardır.
Boğaz, her tarafında doğallığını korumuştur. Yalıların, köylerin duruşu ve mimarileri de doğaldır.
Büyükdere, Tarabya ve kısmen Yeniköy doğallıktan biraz uzaklaşır gibi görünseler de normalde varolan şu doğal güzelliklerin önüne geçememişlerdir.
İstanbul’u daha hayatında ilk kez görmeye gelen birini tasavvur ediniz. Tabiatın güzellikleriyle kendinden geçmiş olması beklenen bir ziyaretçinin, fenerler hizasından boğaz içine girmeye başladığı zaman, gözünün önünde öyle güzel bir alan olur ki bu alanın iki yanını bir çıplaklık sınırlamış olsa da şaşkın bakışları cepheye döndüğünde, nâzik yalılarla süslenmiş ve etekleri o güzel denizin şarkı söyleyen dalgalarıyla ıslanan yeşil tepelerle karşılaşır. Bu çekici alanın temelini oluşturan denizin gümüş renkli suyuna gökyüzünde serserice dolaşmakta olan kar beyazı bulut kümeleri yansıdığında ve bu yansıma denizi gökyüzüne; gökyüzünü de denize benzettiğinde, o ilgili kişinin duygularını anlatmak mümkün değildir.
Büyükdere civarlarına yaklaştığında ve sahile paralel olarak İncirküpü’ne doğru inildiğinde, insanın önceden hayran kaldığı manzara tümüyle değişir. İki gece sağdan ve soldan akıntı boyunca tepeler arasında akıp giderken hangi yana bakmak, hangi yana daha fazla hayran olmak gerektiğine bir türlü karar veremez. Zaten o kişi için olduğu yerde durmak da pek mümkün değildir. Güzellik türlerinin hepsini bünyesinde barındıran böyle bir görkem ve bu iki sahil üzerindeki bunca olağanüstü manzaranın ruhunda yarattığı heyecenlı çarpıntının coşkusu karşısında kişinin sanki kanatlanıp uçacakmış ya da havalanıp bulutlara kadar çıkacakmış gibi çırpınarak oradan oraya koşmaktan kendisini alması imkânsızdır.
Boğaziçi bir “tabiat harikası” kadar güzeldir desek güzelliğini tam olarak anlatmış olamayız. Uzun uzun anlatmaya çalışmaksa, zaman izin vermeyeceğinden, fayda sağlamaz. Bu nedenle, böylesi sonuçsuz bir çalışmayı başka bir zamana bırakacağız.
Bu kadar harika güzelliklere sahip Boğaziçinin sözünü ettiğimiz mevsimindeki güzelliği anlatılmalı. Ayrıca bir kutlu mehtabın bu güzelliğe katacağı parlaklık da düşünülmeli. “Güzellik içinde güzellik” denilebilecek bu parlaklık, onu gören birinde sabır ve tahammül bırakmaz. Öyle ki, Boğaziçi’nde gezen ve adına eğlence diyebileceğimiz görünüş denize dökülür. Evet! Neredeyse bütün Boğaziçi bu gece “sandallanmış” ya da “kayıklanmış” idi.
Sayısı belki üç yüze varan büyüklü küçüklü sandal, kayık, biri öbürüne bağlıymışçasına sadece akıntının coşkusuyla Mirgûn’dan Bebek koyuna doğru akıp giden devâsâ bir sal görünümü almıştı.
Lâkin belki de hiç kimsenin bu akıştan haberi yoktu.
Gayet düzenli saz takımları, hareketli besteler, neşeli şarkılar, hüzünlü taksimlerle beş on ateş kayığı bütün mehtap aşıklarının hararetini ve neşesini arttırıyordu.
Tahrik eden bir ses bir sandalda, titrek bir nağme ile bir beste söyler; öbür kayıkta hoş bir keman sesi ilahi bir taksim yapar; öbür yanda bir nihavent taksimi geçer; bir tarafta içkili bir sohbetin etkisiyle ahlar çekilir; beride sevdiğinden ayrılmışlar hasretle ve umudun verdiği kuvvetle kürek çeker.
Bu “hareketli eğlence meclisi”nden biri boğazın o geceki güzelliğini şu şiirle anlatmıştı:
Gökyüzü berrak, deniz saf ve düz öyle ki sanki,
Gökyüzü denizden ayrılmış veya gökyüzü sanki deniz.
Safa içinde safa deniz yüzünde gökyüzünün aksi,
Yerin aksi de yükseklerin aynasında ömür arttırıyor.
Çimen neşe dolu, (çimenin) kuşları neşe dolu, gül gülüyor,
Gökyüzü gülüyor, toprak gülüş dolu, sevgilinin gözleri gülüyor.
Nesi’ni o kadar nazlı yol alır ki coşkusundan,
Zannedersin yerin coşkusundan ve zevkinden geçmiştir.
O an ki insanlar ve cinler aynı mecliste eğlence içindedir,
Yer ve gök bin cilve, bin ahenk ile doluyor.
Sâdâbad cennet bahçelerinde kıskançlık uyandıracak vaziyete gelmiş
Cennet gibi manzarası meleklerin manzarasını hatırlamaz.
Boğaziçi tam bir eğlence meclisi olmuş,
Küçüksu alemiyse hepsinden paha biçilmez olmuş.
Sanki melekler gökyüzünden mehtaba can atar,
Sanki ay da bu güzelliğinden şaşkınlık içerisindedir.
Coşku ve neşe erbabı sandallarla denizde gezer,
Hey! Hey! sesleri mecliste çınlar.
Keman, kanun ve nısfiye, def ve ud, mandolin bir bir,
Gökyüzünün mübârek canlarını sevinçle doldurur.
Böyle zamanlardır ki naz ve cilveler sarhoş gibi dans eder,
Nazlı sesli güzeller aşıklarla mehtaba çıkar.
Çalgıcı neden zayıf düşmüştür, şarkıcı coşkudan harap,
Sen ey gafil evinde nasıl uykudasın bilmem.
Bebek koyunda, Mirgûn önlerinde ta Kalender’de
Yalılar, köşklerde eğlence, denizde ve evde
Gönüller gümüş renkli suyun içinde sevdanın coşkusuyla çırpı Sevdalar kalbin en derin yerinin bağlarından kurtulur.
Ay gibi güzel olanların nazlı doğaları sarhoşluktan güçsüz dü yer yer,
Sarhoşluk nazının yatağından bir işaret taşır her yer
Çıkar ney sesleri yükselir her perdede uşşak
Yeni müzik sesleri ârâdan olur çok şiddetli arzular
Eğlence meclisinin ahengi coşkunluğu arttırır,
Bu neşe ve coşku Cemşid’in şenlik meclisini mahcup eder.
Hoş ölçülü ses dümdüz denizi hareketlendirir,
Sabahın uyanık bolluğu cümbüşten uyur
Seher o derece neşe arttırıcıdır ki ışığın doğduğu yerleri,
Musa’nın göründüğü yerler sanır gönüller
O an ki yeni yetişen gonca gül biten yerlerde binlerce gülücük verir,
Sarhoşluk yorgunu ay batar, güneş çıkar
Gönül tasvirini arzu ederdi hassas bir anımda
Nasıl özetleyeceksin öyle sevinç ve mutluluğu?
Bu nağme dâhi Boğaziçi’nin karanlığında sonsuz parlak olan ay ışığını zevkli bir şekilde anlatmaktan yoksundur.
Şiddetli istekleri tasvir etmek mümkün olamadığı gibi Boğaziçi’nin şu güzelliği de tam olarak anlatılamayacak kadar güçlüdür.
Bu nedenle bunu anlatmaya çalışmayacağız. Şunu diyeceğiz ki güzel bir yüze parlak bir gülüş nasıl yakışırsa Boğaziçi’ne de mehtap o derece yakışır.
İnsanların “deniz şenliğinde” olduğu bir zamanda köydeki yalıların birisinde iki kişi “diz dize” oturmuş, gözlerinin önünden geçip giden nehir gibi akan kalabalığı seyretmekte ve kulaklarının dibinden geçen topluluğun ahengini dinlemekteydiler.
Bütün, kafesleri, camları kaldırmış olan bu iki sevdalı yabancı, bakışlardan saklanmak için odanın içinde mum yakmamalıydı. Zira, ay ışığı yapay bir ışığa gerek bırakmayacak kadar güçlüydü. Bu iki sevdalı diz dize oturdukları bir vakitte bile denizin bu farklı manzarasına dalıp gitmişlerdi ve bu yüzden de diğer insanlardan şu kadar bile haberdar değillerdi.
Bu iki sevdalı, yıldızlı büyük şenlik akarak gözden kayboluncaya ve de sesler derinleşinceye, yok olmaya başlayıncaya dek bu kendinden geçmiş hallerinde durdular. Sesler kesildiğinde, etrafı saran mutlu sessizlik içinde de bir süre hayallerine dalmış şekilde kaldıktan sonra ancak kendilerine gelebildiler.
Suphi, Zehra’nın çocuksu yüzünü bir süre zevkle seyrettikten sonra gümüş servi içinde kendinden geçmiş gibi yüzen o hayalci bakışlarının yardımıyla dudaklarına uzun bir öpücük kondurdu. Zehra bu öpücükle uyandığında, iki genç bir süre dudak dudağa zevk içinde kaldılar. İşte yarım saattir içlerinden çoğalıp gelen bilinmez duyguları biri diğerine bu aşk bağıyla aktarmış ve tercüme etmiş oldular.
Suphi, oldukça nâzik büyümüş, genç ve yakışıklı bir delikanlıdır.
Babası bir kaç yıl önce ölmüştür fakat annesi Münire Hanım daha hayattadır.
Asil bir ailenin kızı olan Münire, gençliğinin en hareketli zamanını Arnavutluk’ta geçirmiştir. Bugün de ahlakın koruyucusu olma düşüncelerinin biraz ilkel ve kaba oluşu o zamanların hatırasıdır.
Kadri, bir akrabasıyla evlenmek isteyince genç kadın hiç düşünmeden temiz ve saf kalbini nişanlısına vermişti.
Suphi ise bu mutlu ilişkinin tek meyvesi olarak kalmıştır.
Suphi’nin eğitim ve öğretimine önem verilmiştir. İlk bilgileri yalnızca babasından alan Suphi, harfleri okumayı öğrendikten sonra “mahalle mekteplerinden” birine verilmişti.
Diğer talebelerin ancak iki yılda aldığı eğitimi dokuz on ay içinde öğrenerek ortaokula geçmiş ve ilköğrenimini tamamladıktan sonra da diplomasını alarak oradan çıkmıştı.
Babası sağken delikanlıyı Asmaaltı’nda namuslu, zengin bir tüccarın yanına kâtip olarak yerleştirmiş ve ondan sonra iç rahatlığıyla bu dünyadan ayrılmıştı.
Bu tüccar, Şevket Efendi’dir. Şevket de aynı Suphi gibi yetişmiş, çalışkan, daha otuz beş yaşında bir adamdı ve yalnızca çalışarak ve düşünerek hareket ederek sermayesini artırmış, yılda otuz kırk bin lira değerinde iş görecek seviyeye kadar ulaşmıştır.
Bu nedenle de tüccarlar arasında çok büyük saygınlığı vardır.
Şevket, yirmi yaşındayken genç bir kız ile evlenmiş ve bu birleşmeden Zehra’yı meydana getirmiştir.
Zehra çocukluk zamanından beri oldukça kıskançtı. Özellikle, kendisinden iki yıl sonra doğan Bedri’yi öylesine kıskanırdı ki bir kaç kez neredeyse çocuğu boğmak, kafasını ezmek gibi sapıklıklara kadar ileri gitmiştir.
Kızının bu doğası, Şevket’i hakiketen düşündürmekteydi. Özellikle de kadınlar, bu yapıda olanların ilerde oldukça kötü olaylara sebep olacaklarını biliyordu.
Belki zamanın geçişi kızın bu vahşi kişiliğini düzeltir umuduyla bir süre bekledi. Yaşı ilerledikçe Zehra’nın kıskançlığı da artmaktaydı. Öyle ki kıskançlığı anasına kadar varıyordu. Kızın kıskançlığı, zaman geçtikçe yayılma gücünü artıran buhar gibi git gide genişliyordu. Şevket, sırlarını paylaşacak derecede, yakınlık kurduğu Suphi’ye bu durumdan kaynaklanan üzüntüsünü anlattıkça, Suphi bu saygıdeğer koruyucusunun kederinden üzüntü duyardı.
Kadınların ahlâkını araştırarak ünlü olmuş bazı edebiyat üstatlarının yazılarından öğrendiği bilgiye dayanan genç adam, daha yüzünü görmediği gibi karakteri hakkında da fazla bilgi sahibi olmadığı Zehra’nın bu haliyle kalırsa ilerde çok mutsuz olacağına karar vermişti. Bu kıza kalben acırdı. Suphi’nin felsefesine göre sevimli bir kardeş olamayan kız, hoşnut bir eş de olamazdı. Suphi bu sıralarda, hayatın bekâret devrinden şehvet devrine diğer bir deyişle, meleklikten insanlığa geçmişti. Gündüz işlerinin yorgunluğuyla, yatağa girdiği gibi tatlı bir uykuya dalıp gitmek zamanı geçmiş ve artık gözü önünde bir takım parlak kanatlı hülyalar uçuşmaya başlamıştı.
Kim bilir hangi sebeple şu uykusuzluk anlarında aklına Zehra gelmekteydi.
Acımaktan başka bu kıza yüreğinde daha belli bir duygu beslemese de kim bilir hangi tesadüf, genellikle Zehra isminde bir kız çocuğunu getirip hayallerinin üzerine bırakmaktaydı.
Suphi’nin hayalinde ruhsal olarak hasta olan zavallı kızın kıskançlığı belirdiği zaman, duygularında bir kasılma hisseder ve bu durumda kızın etkisini kendisinde hissederdi.
İsteklerin büyük çölünde koşup dönen bir serseri gibi hayal ufukları altında olan bir umut güneşi ile hasretli gözü aydınlatmak hevesiyle henüz yüzünü görmediği bir kızın özelliklerini anlamak için saatlerce beynini yormaktan hoşlanıyordu, aşkın öncüsü düşünmedir.
Düşünce, olasılıkların hareket dairesinin ucunu bucağını araştırarak gerisinden gelmekte olan sevdaya emin bir yol açar.
Bu mücâdelenin sonu ya bir meydan savaşı ya da bir rahatlık. Aşk savaşı çok korkunç, çok fecidir. Güvenlik hizmetleri ne kadar tedbirli ve uyanık bir şekilde gerçekleştirilmiş olsa da mutlulukta bile güvenlik aranmamalıdır. Suphi, daha işin nitelik ve niceliğini yeterince değerlendirememişti.
O, sığ hayalinin düşüncesine olan etkisinin bütünüyle acımadan kaynaklandığını düşünüyordu.
Kimi zaman bu acımanın gerçek nedenini kendi kendisine sorardı. Hâlâ bu hissin çeşidini ve gücünü değerlendirememiş ve tahmin edememiş olmakla birlikte, düşüncesi bu bolluk için kendisinde gizliden gizliye güçlü bir duygunun varlığını ispat ediyordu. Bazen merhametin bu derecesinden sıkılarak aklında gezen “karışık hayali” düşüncesinden çıkarmaya çalışırdı. Kıskanç bir deli kızla bu kadar uğraşmak, bu konudaki vicdan zorlamasını arttırmaktan ve güçlendirmekten başka bir sonuç vermezdi.
Zehra’nın hayalinde sönmesi mümkün olmayan tatlı bir ışığa sonsuz bir güneş fikrini bağlamıştı.
Suphî, hâlâ Zehra’ya acımaktan başka bir şey yapmıyormuş gibi hareket etmekteydi, duygularını isimlendirmekten âcizdi.
Zamanın geçişi Suphî için Zehra’yı düşünmeye bolca vakit bırakmaktaydı. Günler geçiyordu. Kurtulmaya çalıştığı bu hayallerin tatlı etkisi altında neşeleniyordu.
Kimi zaman dakikalarca günlük defterinin başında bu hayallerin zevki ile kendinden geçerek dünyasını unutmaktaydı.
Kendine gelince kendini iyilik güzellik fikrine ait bulur o neş’e ile işine başlardı.
Son zamanlarda, Suphî’nin vaziyetinde meydana gelen bu değişim, Şevket’in dikkatinden kaçmadı. Zira, Suphi de onu gizlemek çabasında değil.
Şevket, bu durumun ancak sevdadan kaynaklanacağını anlamışsa da o sevdanın sahibini bir türlü bulamamıştı.
Bir bu merakının da üstesinden bir tesâdüfle geldi. O zamana kadar Suphî, Şevket’in evine ayak basmamıştı. Kaydedilmesi gereken bazı hesapları yapmak için bir cuma günü gitmeye mecbur kaldı. Hesapların, Şevket’in gözü önünde yapılması gerektiği gibi bu gün mağaza kapalı olacağı için orada çalışamayacaktı. Muhasebeci efendi, selâmlıkta bir küçük odada işe koyuldu. Apdest bozmak için akşama doğru, kendisine gösterilen yere çıkarken yolu bir koridora tesadüf etti ki bu koridorun penceresinden büyük bir bahçe görünmekteydi. İşten sıkılmıştı, şurada bir iki dakikacık olsun dinlenme ihtiyacı hissederek pencereye dayanarak genişçe nefes almaya başladı.
Hava gayet açık, güneş batıya yaklaşmış ve artık ışığı ağaçlardan pek zahmetle geçebildiği için bahçe serin bir gölge içinde kalmıştı.
Gözüne güzel bir çehre göründü. Bu çehrenin ne olduğunu fark etmeden başını çekti. Utanıp yürümeye başladı. Fakat bu beklenmedik görünme hayallerini uyandırmış ve gözünün önüne Zehra’nın belirsiz hayali gelmişti.
Bir gizli melek “adam sen de!… bir kere daha gör” diye bağırmakta ise de ahlak vicdanı bu aldanmış sesi, boğmaktaydı. Adeta oda kapısına yaklaşmıştı. Fakat merakını bir türlü yenemedi. Gerisin geri döndü. Yine pencerenin yanına geldi. Sebebini bilmediği halde kendisini bir çarpıntı almıştı.
Bahçede gördüğü vücut bir gül fidanının sararmış yapraklarını koparmakla uğraşmaktaydı. Saçlarını rahatça, bir deste halinde toplamış, arkasına doğru alıvermiş. Kavuniçi renkli satenden bir hafif entari giymiş; entarinin kolları dirseklerini pek de aşmıyor, beyaz kollar meydanda; entarisinin göğüs düğmelerinden iki tanesi çözülmüş, içindeki gömleğin göğsü açılmış, beyaz sinesi görünmekte. Dar entari, sinesini sığdırmakta güçlük çekiyordu.
Kızla kendisini ayıran mesafe on, on beş metreden ibaret olduğu için yüzünü detaylı olarak inceleyebildi. Daima çatık duran kaşlarıyla dolaşan tavır ve vaziyetinden kıskanç kızın ta kendisi olduğunu Suphi anladı. Düşüncesinde yanılmamıştı.
Bahçede işlerini yaparken Zehra’nın gözleri pencereye tesadüf ediverdi. Bir süre gözlerini buradan ayırmadı; bu sürenin geçmesinden sonra vahşi ceylan gibi büyük telaşla kaçıp gözden kayboldu. Suphi gülerek döndü. Şevket’in kararlı bakışları gözlerine tesadüf edince put gibi dondu kaldı… Bir ölüm teri şakaklarını ıslatmaya başladı. Bir cinayet üzerinde baskına uğramış gibi dili tutulmuş, damarlarından kanı çekilmiş, adeta kalbi durmuştu. Karşısında duran efendisini fırıl fırıl dönerek sonsuzluk boyutlarına doğru küçülerek gidiyor gibi görmekteydi. Bir dürbünün merceğinden bakıyormuş gibi.
Bir dakika kadar bu nöbet hali devam etti. Hevesine tamamen sahip olsaydı Suphi karşısındaki çehre üzerinde dolaşan merhametli tebessümü fark edebilirdi. Şu “can ezici” sessizliği bozan Şevket oldu. Cesaret okşar bir ses ile dedi ki:
Artık işten sıkıldınız; size izin verdim oğlum!
Bu ses Suphi’yi uyardı. Konuşanın bundan umduğu tesir de gerçekleşti.
Çocuk kendini toparlayıp efendisinden izin alarak kendisini sokağa attı.
Hem yürüyor hem şu garip tesadüfün neticelerini tahmin etmeye çalışıyordu. Koruyucusu kendisini ailesinin özel alanına meraklı bakışları yönelttiği anda yakalamıştı. Bu kabahatine yakında bir ceza beklemek lazımdı. Fakat efendisinin sesindeki şefkatli hali hatırladığı zaman kabahatin göz yumularak örtüleceğini anladı. Bunu anladığı için geniş bir nefes aldı. Derhal gözünün önüne bahçe ve bahçe içinde gül fidanı yanında duran vücut geldi. Bir süre bu vücudu