Bu eser yaşamöyküsel bir romandır. Zelimhan 1901/1913 yılları arasında on-onbeş kişilik çetesiyle Çarlık Rusya’nın en ücra köşelerine kadar adını duyurmuş, saray onun ölümüne kadar basının dilinden tedirgin olmuştur. Zelimhan’ın abreklik yolunu seçiş nedenini açıkladığı ve Devlet Duması Başkanlığı’na gönderdiği 15 Ocak 1909 günlü mektubu aynı yıllarda hemen her Rus gazetesinde yayımlanmıştır.
Gerçek bir belge olan söz konusu mektubun tümü nice nice yıllar sonra, bir dergide Türkçe’ye çevrilerek basılmıştır: bk. Birleşik Kafkasya, sayı 2,3 İstanbul, 1964-1965.
Mohmad Mamakayev’in bu ikinci romanından önceki ilk romanı “Revulyutsin Murd/Devrimci Mürit”de yaşamöyküsel bir romandır. Ekim devrimi sırasında Çeçen öncülerinden Aslanbek Şeripov’u anlatır.
BİRİNCİ BÖLÜM
[1]Her şey Kharaçolu Khuşulli’nin güzel kızı Ziezag’ın yüzünden bağladı,
Ziezag, zamanı gelince filizlenen aşkıyla sevdiği gence gitse, onunla evlense suçlu olur muydu? “Hayır” eliyordu Ziezag kendi kendine, “Hayır* diyordu Ziezag’ın yaşk babası Khuşilli de. “Genç aşıkların aralarını bozmaya yöneticilerin hakkı var mı?” diye düşünüyordu aklı başında olanlar. Bunu biç kimse onların yüzüne söyleyemiyordu; ama susuyorlardı, çünkü korkuyorlardı. Neden korkuyorlardı? Tann’dan mı korkuyorlardı? Hayır! Utandıklarından mı? Hayır! Onlar yöneticilerden korkuyorlardı. Kendi onurlarını ayaklar altına atmışlardı
Ne denli düşünülürse düşünülsün Ziezag için bir çıkar yol yoktu. “Kişisel isteklerini gizlemek ve bu kocamış dağların geleneklerine uymak zorundasın İler kim ne derse desin sen bir kadından başka bir şey değilsin. Erkeklerle tanışmaya girmek senin işin değildir” biçiminde eğitmişti anası babası onu, ta çocukluğundan beri. İşte bu yüzdendir ki Ziezag, karşılaştığı engellere karşı direnemiyordu. Ama, “Niçin susmalıymışım, niçin haksızlıklara karşı düşüncelerimi söyleyemezmişim?” diye isyan etmekten de geri durmuyordu zaman zaman. “Bu İlk gençlik aşkı olabilir. Kişinin sevme hakkı vardır elbette. Bu, güçlülerin güçsüzleri ezmesi demektir, insanlar bu denli baskı yapmamalı,” diyerek çırpınan kalbi bir türlü yatışmak bilmiyordu. Ancak bunu yalnız başına düşünüyordu, hiç kimse kendisine yardımcı olmuyordu.
Ziezag çok küçükken ölmüştü annesi. Onu babaannesi büyütmüştü. Babaannesi, oğlunun bu biricik kızını,
” Yakında dürüst bir çocuk gelecek, babaannesinin bu güzelini götürecek. Sonra ninesi ne yapar acaba?” diye severdi.
Çocuk yaştayken babaannesinin bu tür konuşmasını Ziezag anlayamazdı tabii.
“Babaanne o çocuk benim burada olduğumu nasıl bilebilir? Nereye götürür o beni?” diye sorardı.
“Bilir güzelim, bilir, nereye götüreceğini çok iyi bilir o!” derdi babaannesi.
Ziezag, kendisini götürecek, olan o güzel, o yakışıklı delikanlının sevgilisi Soltamurd olmasını öylesine istiyordu ki şimdi. Ama artık bunu kendisine soran bile olmuyordu. Şu anda zalimlerin elinde bulunuyordu çünkü.
Her ne zaman Soltamurd’la karşılaşıp konuşmak istese heyecandan dilinin tutulduğunu anımsadı. Vaktiyle Soltamurd kendisine evlilik konusunda bir söz etseydi, onunla birlikte dünyanın öbür ucuna da olsa gitmeye hazırdı.
Ziezag şimdi nişanlısı Soltamurd’un elinden zorla alınmış, Kharaço yöneticisinin evine kapatılmıştı.
“İkimiz için de yüz karası bu, keşke vaktinde uzaklara gitseydik?!” diye düşünüyordu. Belalar bir başlamaya görsün… Yedi koldan gelmeye başlar diyenler doğru söylemişler demek ki!
İşte bugün Ziezag’ı yedi koldan gelen belalar yakalamıştı. Kendisinin yüzünden aileler birbirine girmiş, iki kişi ölmüştü. Dört kişi tutuklanıp kelepçelenmiş, cezaevine götürülmüştü. Sevgilisi Soltamurd ne öldürülmüş, ne de tutuklanmıştı. Halkın nefretini kazansın, görenlere ders olsun diye dışarıda bırakılmıştı. Ne demek halkın nefreti? Bundan daha büyük bir ceza olur muydu?
Kharaço taşlığında bir pınar vardı; bu pınar hakkında bir söylence anlatılırdı öteden beri. Bir babanın kızını sevdiği gence vermeyişiyle ilgili. Bu söylenceyi anımsadı Ziezag. “Ben bir çulsuza kız veremem, ne soyu sopu var, ne de [uttuğunu koparabilen biri” dermiş kızın babası. “Böyle birisi ne davar, ne de sığır sahibi olabilir.” Kız babasını dinlememiş. Sevdiği gençle kaçmış. Kaçarlarken babası kızcağızı vurup öldürmüş. Kızın uzun, kara örme saçları uçurumdan aşağı sarkmış; orada bir pınar kaynamaya başlamış.
Ziezag çaresizlik içinde kıvranıyordu. “Babasınca vurulup öldürülen o zavallı kızın pınarında tanışmış olmamızdan mı ileri geliyor acaba bu uğursuzluk?” dîye düşünüyordu.
insanların bu acımasızlıkları karşısında Ziezag’ın yüreği, bugün ilk kez yanıyordu. Dünyada hiçbir şeyin uyum içinde olmadığını ilk kez bugün anlamıştı. “Küçük de olsa Soltamurd’la evlenip bir yuva kurabilmiş olsaydı çok iyi olurdu”, diye düşünüyordu Khuşulli. Bunu eskiden beri biliyordu o, ama hiç sesini çıkarmıyordu. Her zamanki gibi kötülükten başka bir şey bilmeyen köy yöneticileri bu iki gencin geleceğini karartmakla kalmamış, koca adamın huzurunu da kaçırmışlardı. Khuşulli, kızının Guşmazuqua’nın oğluyla evlenmesini istemişti aslında, ama bunu gerçekleştirecek yürekliliği gösterememişti.
“Kızın, severek gittiği kocasından zorla alınıp köy yöneticisinin evine kapatıldı. Kavga da bu yüzden çıktı,” diyenlere karşı Khuşulli gerçek duygularını gizliyordu.
“Ne yapalım, Allah’ın yazgısı buymuş?!” demekle yetiniyordu.
“Allah’ın yazgısı olur mu bu Khuşulli? Köy yöneticisinin oğlu kaçırmak istedi, kaçırdı.” denilince kocamış adam anlamazlıktan gelmişti.
Atlılar, on kadar tutukluyu Viedan’dan alıp SöleĞâla kavşağına ulaştığı zaman, soğuk güz sabahında güneş, solgun yaprakları ısıtmaya başlamıştı.
Yollara uzun ve zorluydu. Muhafızların bir bölüğü gece geç vakitlere kadar Purstop Çemov’un yanında içki içmişti. Kalan sürede yol hazırlıklarını yeterince tamamlayamasalar da, kendileri için gerekli olan eşyayı almışlardı yanlarına. Muhafızların bir başka bölüğü, sessizce duran elleri bağlı tutukluların çevresini kuşatmıştı.
Bir kıyıda bekleşen çiftçilerle kadınlar ve çocuklar tutuklulara yaklaş tinim ıy ordu. Aralarında en bitkin olanı Soltamurd’du.
Kalabalıktan biri yanma sokuldu.
“Gusmazuqa,hey Guşmazuqa!” diye bağırdı. “Allah’ın dediğinden başka bir şey olmaz, yılma! Yılma sakın ha!”
Bir başkası:
“Dirençli olmazsan gençler için güç olur sonra. Sakın yılma!”
Bir salti” yekinip o yana baktı. Tutuklulardan ses çıkmadı. Yerinde duramayan atının dizginlerini geri çekerek durdu sonra.
Kara giysili, iri bedenli bir tutuklu hafifçe kımıldandı. “Bu zulmün karşısında direncimi bozmadım ve bozmam da demek anlamsız şu sıra” diye düşündü. Kavruk yüzünde bir gülümseme oldu, başım sallamakla yetindi yalnızca.
Kendisine ve çocuklarına yapılan haksızlık İçine oturuyordu. Sessizce ama isteksiz isteksiz gülümsemişti. Oğluyla İki yeğeninin yanında kendisine böyle bir sözün söylenmesi gerekmezdi. Bu tür avundurmaların bir anlamı yoktu, olsa olsa bir incelik sayılırdı.
” Graznıy, Çeçen Özerk Cumtıuriyeti’nin başkenti. ” ilçe mülkî âmiri. “Müslüman olmayan asker.
Çiftçilerin arasına sonradan karışan birisi,
“Guşmazuqa yılmaz, yılacağa da benzemiyor,” diye çevirdi
Guşmazuqa’nın yüz iki yaşındaki babası Bakho, Viedan’a gelmeye hazırlanırken ölmüştü; Kharaço’da bir yas vardı, bunu da çiftçilerin arasına sonradan katılmış olan adamdan başka hiç kimse bilmiyordu. Aklı sıra o da başsağlığı dilemiş olmak için söze karışmıştı. Buraya ölüm haberini vermek için gelmişti. Ama artık bunun bir anlamı yoktu. Ortalık belki de daha fazla karışabilirdi, bu nedenle sustu.
Böyle bir felâketle karşılaşmış olmasa bile, göz göre göre yapılan haksızlık karşısında susmak, ağzını açamamak Guşmazuqa için zaten bir yıkımdı. Guşmazuqa’nın oğlu Soltamurd, Kharaçolu Khuşulli’nin kızı Ziezag’ı isteğiyle almıştı. Ama Kharaca yöneticisinin oğlu bu evliliği kıskanmıştı. Köyün yöneticisi hükümetin kendisini destekleyeceğinden kuşku duymuyordu. Soltamurd’un, Khuşulli’nin kızını zorla kaçırdığını ileri sürmüş ve Ziezag’ı ellerinden almıştı. Yalnız bununla yetinmemiş, hükümet görevlisi sıfatıyla evlerini basmış, kavga çıkarmış ve hatta bir kişiyi kendisi öldürmüştü. Üstelik katil diye onları suçlamış, t ut tıklatmış ti. İşte bugün de Guşmazuqa’yı, oğlunu ve İki yeğenini Sole Gala ‘dak i cezaevine götürüyorlardı.
Kim ne derse desin, sahi silahlarının gölgesi altındayken Guşmazuqa için çıkar yol yoktu. Zenginlerin uşağı bu yöneticilerce öz çocuklarına uygulanan iğrenç işkencenin ayrımındaydı o. Hem de ilk kez gelmiyordu başlarına. Bakho’nun çocukları haksızlıklara alışmıştı. Yine de, “Bu bize Allah’tan bir cezadır, elbette bîr nedeni vardır” diye nice nice zulümlere katlanageliyorlardı. Bunların Tanrı işi olmadığını kimse düşünmüyordu. Daha çocukluğunda, imam Şâmil’in, babası Bakho’ya verdiği korkunç cezayı anımsıyordu Guşmazuqa. Şâmil, gelenekleri bırakmadığı ve buyrukları doğrultusunda Şeriat’a bağlanmadığı için Bakho’yu zincire vurdurtmuş, müriücrine uzun süre kamçılatmışiı. Ölesiye dövülmüştü babası. Zincirler söküldüğü zaman Bakho’nun yaralı bir kurt gibi doğrulduğunu, nefrede müritlere doğru baktığını, eskimiş beşmetinin yeniyle bağrından akan kanları dindirmeye çalışarak içeri girdiğini anımsıyordu bugün bile.
Viedan purstopu Çernov, Kharaço yöneticisi Adod ve oğlu ile Makhkat yöneticisi Govda ve oğlu Uspa henüz gelmişler ve ilerideki kapıdan dışan çıkmışlardı. Aralarından en genç ve hantal olanı tombul yanaldı Uspa’ydı.
Purstop onlardan ayrılarak muhafız komutanının yanma gitti.
“Tutukluların arasında başınıza iş açacak olanlar bulunabilir. Gözünüzü dört açın!” dedi işaret parmağını sallayarak. “Özellikle şu orta sıradaki kara, kısa beşmetli olana dikkat…”
“Kıvnk kara bıyıklı şu genç adamdan mı söz ediyorsunuz?”
“Evet ondan.”
Tutukluları götürecek olan birlik komutam genç subay:
“Ama o hepsinden daha uysal görünüyor.”
“Uysal görünüşüne bakma, dışarılar dururken cezaevinde kalacak birisi değil o. Ben onu iyi tanırım gospodin teğmen” diye yeniden salladı işaret parmağını.
Birlik komutanının yanma bir muhafız geldi, atının dizginlerini geri çekti:
“Hazırlıklar tamam gospodin teğmen, yola çıkabilir miyiz?”
“Çıkabilirsiniz. Yola çıkmadan önce tutuklulara söyle, her kim kaçmaya kalkışırsa ateş edilecektir.”
Purstop:
“Hayır,” diye durdurdu atlıyı. “Bunları söylemek yersiz.”
Teğmen şaşırdı:
“Neden?”
Purstop gülümsedi:
“Onların kaçmaya kalkışması bizim haklı olmamız demektir. Anlıyorsun ya?”
Bir an ikisi de sustu:
“Söylediğinizden bir şey anlayamadım gospodin kapitan” dedi teğmen. “Yasada böyle bir şey yok.”
“Başınıza bela mı arıyorsunuz?” dedi Purstop.
Teğmen geri döndü,
“Hıh!” diye başını salladı.
Onlar böyle konuşurlarken, kara bıyıldı genç adam, kenarda duran babasını araya aldı, kendisi sağına geçti. Amcasının küçük oğlunu da arkaya yerleştirdi.
Viedan kasabası sık bîr ormanın içinde, el ayasına benzeyen bir düzlükte bulunuyordu; süvariler tutukluları oradan hızla, aşağıya, yola çıkardılar. Uçurum kıydanndan ve kayaların arasından kıvrıla kıvrıla giden altmış çakkarma kadar bir yol vardı önlerinde. Dünden beri bir İyice yemlenen, dinlendirilen saltilerin allan tehlikeli hareketlerde bulunuyordu; kimi oynuyor, kimi yanşa giriyor, kimi de yan yan ilerliyordu. Daracık hapishane odasında su ve kuru siskal dan başka bir şey verilmeksizin yola çıkarılan tutukluların yürüyüşü bir hayli güç oluyordu.
Teğmen, Purstop’un ısrarla sözünü ettiği kara bıyıldı genç adamdan gözlerini ayıramıyordu. Ne konuşuyordu genç adam ne kaçmaya çalışıyordu. Aralarında en üzgünü, belki de en kaygılısı oydu. Gerçekten, kaygılanacak kadar büyük derter vardı genç adamın başında. Kışın eli kulağındaydı ve kendisinin bir hazırlığı yoktu. Katısı gebeydi ve henüz bir yaşına basan çocuğuyla evde yalnız basma kalmıştı. Gelinlerinin zorla ellerinden alındığı yetmiyormuş gibi, kendilerinin hiçbir suçu olmadığı halde babası ve amcasının iki oğluyla birlikte şimdi de tutuklanıp cezaevine götürülüyordu.
‘ Kilometreden uzun. …