Roman (Yerli)

Seni O Sanmıştım

seni o sanmistim 5edbb09ec1ba8 Sema Bozok’un imrenilecek bir hayatı vardı. Başarılı, yakışıklı bir koca, herkesin hayallerini süsleyen bir iş, huzurlu bir ev… Daha ne isterdi ki insan? Ama mutluluğu uzun sürmeyecekti.
Kocası Hakan’ın kardeşi Mine onları özel bir akşam yemeğine çağırdığında başına geleceklerden haberi yoktu. Asla tahmin edemezdi böyle bir şeyi… Yıllardır unutmak istediği, geçmişe gömmeye çalıştığı biri… Mine’nin sevgilisi olarak karşısında duruyordu.

Sema korkuyordu. Kaybetmekten, yüzleşmekten, söylemekten…
Cüneyt Kordemir kimdi? Sema’yla ne ilgisi vardı? Mine’nin hayatına nasıl girmişti? Amacı neydi?

Bu soruların bazılarının cevaplarını biliyordu Sema. Bazılarının cevabını bilmek içinse çırpınıyordu. Fakat Cüneyt’i görmek, ona yakın olmak istediği son şeydi. Onu ailesinden de, hayatından da, hatta hafızasından da atabilseydi keşke… Fakat bunun için her şeyi anlatması, geçmişi su yüzüne çıkarması gerekirdi.
Peki, böyle bir şeyi yapabilecek miydi?

Ne kadar da gençtim…
Masum ve güzeldim…
Şimdi çok yalnızım.

Yıldız Tilbe’nin şarkısını ilk defa duyuyordum. Sözlerini ve nahif müziğini dinlemeye başladığım anda etkilendim. İki dakika sonra arabayı sağa çekmiş, hıçkırıklara boğulmuştum. Şarkı öylesine çarpmıştı beni.

Yaşadıklarımı tam olarak özetlemiyordu aslında sözleri. Ama bir tür kapıyı açmıştı içimde. Geçmişin kapısıydı bu. O kapıdan geçtim. Sanki başka çarem de yoktu. Şarkının etkisi öylesine güçlüydü ki.. Hatta beni geçmişe ışınladı bile diyebilirim. Çünkü kaşla göz arasında kendimi geçmişte, geçmişimde buldum. Her şeyi sil baştan yaşamaya başlamıştım.

***

Her Şeyin Başladığı An

Seni o sanmıştım.
Ne kadar da gençtim. .
‘Masum ve güzeldim…
Şimdi çok yalnızırn.

Yıldız Tilbe dinlemem aslında. Ama bu şarkısı beni çok etkiledi. Birkaç hafta önce arabada giderken radyoda çalıyordu. Aslına bakarsanız Türkçe çalan radyoları da dinlemem arabada. Ya binen biri karıştırdı ya da gizemli bir olay. Tanrı o şarkıyı dinlememi istemiş olamaz mı?

Şarkıyı ilk defa duyuyordum. Sözlerini ve nahif müziğini dinlemeye başladığım anda etkilendim. İki dakika sonra arabayı sağa çekmiş, hıçkırıklara boğulmuştum. Şarkı öylesine çarpmıştı beni.

Öyle olur olmaz şeylere zırıl zırıl ağlayan biri de değilim. Yani en azından artık değilim. O zaman da değildim. Ama bu şarkı… Halen, bunları yazarken bile garip bir etkisi var üzerimde. Geçmek bilmiyor.
İnternetten baktım, yeni bir şarkı değilmiş. Yıldız Tilbe’nin üç dört yıl önce çıkmış bir albümünde var. Aradım buldum.

O günden sonra yaklaşık yüz defa dinlemişimdir. Şaka yapmıyorum, yüz defa… Sapıkça geliyor kulağa, ama öyle. Kendime engel olamıyordum. İlk günler saat başı açıyordum. Sonra günde beş on kere dinlemeye başladım. Çünkü artık yeniden yeniden dinlememe gerek kalmamıştı, şarkı kafamın içinde çalıyordu kendi kendine. Evde, sokakta, okulda, her yerde ama her yerde benimleydi.

Seni o sanmıştım.
Ne kadar da gençtim…

Yaşadıklarımı tam olarak özetlemiyordu aslında sözleri. Kimse ya da hiçbir şey yapamaz da bunu. Benim ya da sizin hissettikleriniz, yaşadıklarınız biriciktir. Başka olaylar, başka şarkılar, başka romanlar sadece andırır, anıştırır. Bir yerinden, bir şekilde benzer.

Ama tabii ki insana dair her şey birbirinin örneğidir. Suat Derviş’in bir öykü kitabında vardı, Hepimiz Birbirimizin Örneğiyiz diye. Tam da o hesap. Hepimiz birbirimizi tekrarlıyoruz. Dediğim gibi birebir değil, ama çok benzer şekillerde. Paralel duygu dünyalarında…

Yıldız Tilbe’nin şarkısı bir tür kapı açmıştı sanki içimde. Geçmişin kapısıydı bu. O kapıdan geçtim. Sanki başka çarem de yoktu. Şarkının etkisi öylesine güçlüydü ki… Hatta beni geçmişe ışınladı bile diyebilirim. Çünkü kaşla göz arasında kendimi geçmişte, geçmişimde buldum. Her şeyi sil baştan yaşamaya başlamıştım.

Sonunu bildiğim bir filmi izliyor gibiydim artık. Olacakları seyrediyordum uzaktan. Sanki hepsini, tüm o zamanları yaşayan ben değilmişim, sadece bir izleyiciymişim gibi. İnsanın kendi hayatına böyle uzaktan bakması..

Hele de pişmanlıklarla dolu bir hayatsa o; tuhaf ama çok tuhaf bir duyguydu.

Sık sık ağlıyordum. İlk kez yaşıyormuşçasına… Bazen ellerimle yüzümü kapıyor, yeniden görmek, yaşamak istemiyordum. Korkuyordum.

O günler zordu. Yaşadıklarım… Tamam, her hayatın kendince zorlukları vardır. Bunun yanında güzellikleri de vardır tabii, inkâr etmiyorum.

Ama hayır, ben geçmişi baştan yaşamak isteyenlerden değilim. İstemiyorum. Sadece yola devam etmek istiyorum. Köksüz, geçmişsiz…

Bunun için geçmişimle yüzleşmem gerekliğini düşündüm. Sent O Sanmıştım benim için bir tür yüzleşme ya da ne bileyim, belki de günah çıkarma.

Yaşadığım her şeyi ta en başından yazacağım. Şarkının beni alıp götürdüğü tüm o günleri, geceleri, acılan ve şüpheleri… her şeyi ama her şeyi yazacağım. Belki böylece peşimi bırakır geçmişim. Bunu diliyorum.

Başka çarem de yok ya, sadece arınmak için, kurtulmak için yazıyorum. Yoluma devam edebilmek için. Beş yıldızlı bir otelin teras barındaydım onu tanıdığım gece. Tüm İstanbul ayaklarımızın altındaydı. Ben piyanonun başında oturuyordum, o ise en ön masada.

Kaçıncı gelişiydi? Beş sanınm. Daha önce dört kez gelmişti beni dinlemeye. Tam dört kez…

Haftanın üç gecesi otelin teras barında popüler parçalar çalıyordum. Konservatuvardaki üçüncü yılımdı. Bir yandan okuyor, bir yandan da hayatımı kazanmak, birikim yapmak için çalışıyordum.
Başarılı bir piyanisttim ben. Okulda hocaların medarı iftiharıydım. Sağ olsunlar, beğenilerini sadece lafta bırakmamış, bana bu işi de bulmuşlardı. Bundan önce de dört beş yerde çalmıştım.

Annemin ünlü ve başarılı bir avukat olması işlerimi kolaylaştırmıştı. Müşterileri zengin, üst düzey insanlardan oluşuyordu ve kızının piyanist olduğunu öğrenenler arasından birkaçı cazip iş teklifleriyle geliyordu.

Düğün ve davetlerde çalmak ya da böyle otel ya da restoranlarda çalmak… İş seçecek durumda değildim. Daha okuyordum sonuçta. Böyle işler bulmam bile bir mucizeydi. Tabii ki bir gün sadece resitallerle çok çoook önemli salon konserleri dışında çalmayacaktım.

O geceye ve ona dönecek olursak… Henüz ismini bilmiyordum. O benim ilk hayranımdı. Beşinci kez gelmişti beni dinlemeye. Son derece yakışıklı bir adamdı. Adam derken aşağı yukarı benim yaşlarımda olmalıydı. O kadar gösteriyordu.

Chopin’in noktürnlerinden birini çalıyordum. Opus 48. Dominör. Dingin ve duygusal bir parçaydı. En önde oturmuştu, kendinden geçmiş gibiydi.

Oradakilerin biiyük bir çoğunluğu da öyle… Hepsi etkilenmişti. Ancak onun gözlerinde diğerlerinden farklı bir şey vardı: Aşk!

Bana âşık gözlerle bakıyordu. Tüylerimin diken diken olduğunu hissettim. Etkilenmiştim. Güçlü ve netti bakışları. Konsantrasyonumu bozuyordu varlığı. Önceki gelişlerinde bunu o kadar hissetmemiştim oysa. O derece etkilememişti beni.

Kimdi?

Ne önemi vardı ki?

Onunla tanışacak mıydım?

O zaman düşündüm. Benimle tanışmak istemiyorsa, beşinci kez gelmesinin ne gibi bir anlamı olabilirdi ki? Mutlaka tanışacaktı benimle.

Ya ben… Onun tanışma teklifini kabul edecek miydim?
Başımı kaldırıp en önde oturan ve büyülenmişçesine beni dinleyen adama baktım. Göz göze geldik. Gülümsedi. Hemen kaçırdım bakışlarımı. Yanlış bir tuşa bastım.

Dağılmıştım. Neyse ki kısa sürede toparladım. Bardakilerin çoğu fark etmemiş gibiydi. Aynı etkilenmiş gözlerle dinliyorlardı beni. Bazıları ise başından beri kendi hallerindeydiler, arkadaşları ile sohbet ediyor, içkilerini yudumlarken İstanbul’u seyrediyorlardı.

Bir kere daha kesişti gözlerimiz. Halen gülümsüyordu. Belki benim heyecanımı, onun gülümsediğini görüp ilgisini fark edince nasıl elimin ayağımın birbirine dolandığını fark etmişti. Ona gülüyordu. Kendime engel olamadım, bu defa ben de gülümsedim. Daha doğrusu gülümseyişine karşılık verdim.

Yarım saat kadar sonra, dört beş parçanın ardından piyanonun başından kalkmış, hem eşyalarımı koymam hem de dinlenmem için bana tahsis edilen ve bir nevi kulis işlevi gören odaya gitmiştim.

Kapıyı açtığımda çok hoş bir çiçek sepeti ile karşılaştım Bir sepetin içine yerleştirilmiş lilyum ve pembe güllerin uyumu mükemmeldi. Masanın Üzerinde duran çiçeklerin kokusu tüm odayı kaplamış, orasını bir bahar bahçesine çevirmişti.

Tam arkamı dönüp bir görevli aramaya gidecektim ki onu gördüm. Birkaç adım geride duruyordu. Yüzünde aynı etkileyici gülümseme vardı. Bakakaldım gözlerine. Yemyeşil olduklarını ilk kez fark ediyordum. Bardaki ışıklar loştu, gözleri bu kadar açık seçik görünmüyordu.

Tanrım, piyanonun başında otururken gördüğümden, sandığımdan çok daha çekici ve yapılı bir adamdı. Adeta büyülenmişçesine birkaç saniye daha bakakaldım ona. Elmacık kemikleri çıkık yüzünü, geniş alnını, yukarı doğru kıvrılmış ince dudaklarını seyrettim.

Bara geçmiş, karşılıklı oturuyorduk. Belki çılgınlıktı bu! Onun teklifini kabul etmem. Daha adını bile bilmiyordum. Evet, adını söylemeden, kendini tanıtmadan, oturup bir şeyler içelim mi diye sormuştu. Ben de birden salaklaşmış, evet deyivermiştim.

Çalıştığım yerde beni dinlemeye gelen bir adamla oturup bir kadeh de olsa, bir şeyler içmem ne kadar doğruydu? Ama o anda bunları düşünmüyordum. Etkileyici bir erkekti. Yüzü, vücudu, sesi…

Birer kadeh şarap söyledik. Garson gider gitmez lafa girdi.

“Ben Cüneyt.”

Evet, kesinlikte etkileyiciydi sesi. Bir kadın, sadece sesini duyup ona âşık olabilirdi. Ve bu kadınların olur olmaz şeylere şıp diye âşık olma kabiliyetinden de kaynaklanmazdı.

“Ben de Sema. Memnun oldum.”

Heyecanlıydım. Erkeklerle ilişkilerimde böyle rahat bir tip değildim aslında. Bu yüzden şunun şurasında iki üç sevgilim olmuştu. Onlar da gelgeç şeylerdi. Cüneyt ise beni farklı bir kadına çevirmişti ilk günden.

Daha cesur, daha düşünmeden hareket eden, aklından ziyade yüreğinin sesini dinleyen maceracı biri…

Yeniden gülümsedi. Ya da hep gülümsüyordu. Durmadan tebessüm ediyordu. Ve sadece dudaktan değil, nasıl becerdiğini bilmiyorum bunu, ama tüm yüzüyle tebessüm ediyordu.

“Ben de…”

Evet, giriş tamamdı. Ya gerisi?

İkimiz de susuyorduk.

“Teşekkür ederim.”

Anlam veremedim. Durduk yere teşekkür etmesinin nedeni ne olabilirdi ki? Teşekkürü gerektirecek ne yapmıştım?

“Neden?”

Bir çocuk kadar sevimli ve masumdu Cüneyt. Kaşlarını kaldırıp yanıtladı.

“Teklifimi reddetmediğin için.”

Gülümsedim.

“Beni üst üste beş defa dinlemeye gelmiş ve çıt çıkarmadan dinlemişti. O zaman böyle biri dinlenilmeyi de hak ediyordu tabii.

“Demek ilk günden beri fark etmiştin.”

“En önde oturup hipnotize olmuşçasına dinleyen birini görmezden gelemiyor insan. Hem ben öyle Tanrısal bir iş yapıyormuşçasına kendinden geçerek çalanlardan değilim. Çalarken bir yandan da seyircileri izler, onların gözleriyle vücut dillerinden yolumu bulmaya çalışırım.”

Meraklı bir şekilde bakıyordu yüzüme. Devam ettim.
“Yani bir sahne sanatçısı, seyircisi ile kontağını yitirmemeli. Hele ki bir eğlence mekânında çalıyor ya da söylüyorsa, mutlaka gözlerinin içine bakmalı, davranışlarını takip etmeli. Ve ortamın havasına göre yolunu değiştirecek kıvraklığa sahip olmalı.”

“Bence senin böyle bir şeye ihtiyacın yok.”

“Nedenmiş o?”

“Öyle güzel çalıyorsun ki!”

“Teşekkür ederim.”
Cüneyt yeniden gülümsedi. Çocuklaşıyordu gülümseyince. İşin sırrı buydu, tebessüm ederken çocuk oluyordu. İnsanın yanaklarını sıkası, içine sokası geliyordu onu. Hele benim gibi çocukları seven, onlara dayanamayan biriyse karşısındaki.

Ufak bir kahkaha attım. Biraz yersiz ve büyük bir tepki oldu belki, ama kendime engel olamadım.
Yüzü düştü.

“Çok aptal görünüyorum, değil mi?”

“Nasıl yani?”

“Gülümserken… Oldum olası beceremem gülümsemeyi. Gülümseme özürlüyüm ben. Annem de söyler… Gülerken şebek gibi görünüyorum.”
İtiraz ettim.

“Yo… Bence sevimli… Çocuksu… Çocuk gibi daha çok…”

Utanmıştı sanırım. Gözlerini kaçırdı. Fakat yeniden baktığında yine sırıtıyordu. Aklına gelen espriyi patlattı hemen.

“Küçük bir şebek yani… Şebek yavrusu…”

Bu defa birlikte gülüyorduk.

“Sanırım.”

“Peki… Sen öyle diyorsan…”

Baştan beri sen dediğimi fark ettim. O da öyle. Sizli bizli bir başlangıç olmamıştı bu. Hızlı yol alıyorduk.

“Evet, öyle diyorum.”

“Peki…”

Tek kaşını kaldırmıştı bunu söylerken. Yeşil gözlerine kırmızı bir ışık vurmuştu. Gözlerinin içinde alevler yanıyordu. Gözlerimi alamıyordum ondan. İlk bakışta aşk mı? Aşk değil sanki, ama yoğun ve derin bir etkilenme… Onu istiyordum.

Böyle rahat değildim. Bir erkeği istediğimi bile bu kadar kolay dile getiremezdim. Ama Cüneyt’in gözlerindeki ateş beni daha cesur, daha düşünmeden hareket eden, aklından ziyade yüreğinin sesini dinleyen maceracı bir dişiye çevirmişti. Sadece yüreğinin de değil, tüm ruhunun, bedeninin sesine göre hareket eden bir kadın.

Cüneyt kadehini kaldırdı.

“Tanışmamızın şerefine.”

Ben de kaldırdım kadehimi.

“Tanışmamızın şerefine.”

Kadehlerimizi birbirine vurup içkilerimizden birer yudum içerken Cüneyt tutkuyla, aşkla bakıyordu yüzüme.

Yazar

BENZER İÇERİKLER

Tehlikeli Oyunlar – Oğuz Atay

Editor

Şehrazat

Editor

Osmanlı Mirasından Cumhuriyet Türkiye’sine İlber Ortaylı ile Konuşmalar

Editor

Yorum bırak

* Bu formu kullanarak yorumlarınızın bu web sitesi tarafından saklanmasını ve yayınlanmasını kabul etmiş olursunuz.

İnternet sitemizden en iyi şekilde faydalanabilmeniz ve internet sitemize yapacağınız ziyaretleri kişiselleştirebilmek için çerezlerden faydalanıyoruz. İstediğiniz zaman çerez ayarlarınızı değiştirebilirsiniz. Kabul et Daha fazla oku

Gizlilik ve Çerez Politikası