Tarih

Türkiye’nin Eğitim Çıkmazı ve Atatürk

turkiyenin egitim cikmazi ve ataturk 5edb5a2c340a1“Bir toplumda ekonomik yapının, siyasi güçlerin, kanun yapan ve uygulayan kurumların ve kişilerin, teknoloji düzeyinin, gelir dağılımının, aile yapısını, iş hayatının ve sokağın dışında kalan bir eğitim düşünülemez. Eğitim adı geçen bu güçlerin ve kuruluşların bir dengesi olarak ortaya çıkar, eğitime bunlar yön verir. …

***

ÖNSÖZ

Türkiye’nin Eğitim Çıkmazı’nın uzunca bir hikayesi var. Bu kitabın tamam olmayan ilk baskısı Amerika’da yapıldı; adı, Erducational Problems of Turkey; yazarları İlhan Başgöz ve Howard E. Wilson. (Indiana Universitesi, Ural Altay Çalışmaları Serisi No. 86, 1968). Kapakta iki yazar adı görüldüğü halde, aslında, kitap tümden İlhan Başgöz’ün kaleminden çıkmış ve Türkçe yazılmıştı. Bir “Güzel Amerikalı” olan Wilson Türkçe bilmezdi; Türkiye’nin eğitim sorunları üzerinde çalışmışlığı da yoktu. Ama, O Üçüncü Dünyanın eğitim sorunlarına yabancı değildi; UNESCO’nun kuruluşunda görev almıştı. Yeni ve ileri fikirlere açık, dürüst ve değerli bir bilim adamı idi. 1967 yılında ölene kadar Kalifornia Universitesi’nde profesör ve Eğitim Fakültesi dekanı olarak görev yaptı. Türkçe yazılan kitabın İngilizce çevirilerini Wilson dikkatle okudu ve düzeltti. Buna düzeltmeden çok yeniden yazma demeli aslında. Kitabın yapısını değiştirdi, bölümleri yeniden düzenledi. Kısacası, kitabımıza Amerika’da basılacak biçimi O verdi. Bu emeğe saygı duyduğum için kitaba Onun da adını yazar olarak koydum.

Howard Wilson Türk eğitiminin sorunları ve Türk eğitimcileri ile 1959 yılında tanıştı. Türk eğitimcilerinin kurup geliştirdiği en güzel atılımları bir bir yıkan, Köy Enstitülerini yok eden, Klasikler çevirilerini durduran ve Halkevlerini kapatan Demokrat Parti idaresi 1959’lara doğru, eğitimde tam bir çıkmaz içine düşmüştü. Bakan Tevfik İleri, çareyi Amerikan uzmanlarında aradı. Onun isteği ile Amerikan Ford Vakfı Türk Milli Eğitimi üzerinde bir rapor hazırlamak için kurulan bir komisyonun giderlerini ödemeyi kabullendi. Fahir İz’in başkanlığında kurulan bir komiteye Wilson Amerikan temsilcisi olarak katıldı. Bu komisyonun üyeleri dünyayı gezecek, başka memleketlerin eğitim kurumlarını inceleyecek, oralardan öğrendikleri ile Türkiye’ye bir eğitim raporu sunacaktı. Pek ters bir yolla işe başlayan komisyon üyeleri, başta Amerika olmak üzere bazı memleketlerde uzunca bir gezi yaptı; sonra, Viyana’da lüks bir otelde bir zaman kalarak raporunu yazdı. Komisyon’da Fahir İz gibi, Ekrem Uçyiğit gibi değerli eğitimcilerin bulunması Milli Eğitim Komisyonu raporunu bir turistik gezi raporu olmaktan kurtardı. Türk eğitiminin, özellikle ilköğretimin baştan sona değiştirtilmesini salık veren raporun, bu ılımlı tavsiyeleri bile Demokrat Parti hükümetini memnun etmedi; rapor rafa kaldırıldı. Ancak 27 Mayıs devriminden sonra 1961 yılında yayınlanabildi. (Türk Milli Eğitimi Hakkında Rapor, İstanbul, Amerikan Bord Yayını, 1961).

Türk eğitimcileri, Cumhuriyetin ilk yıllarında da, yabancı uzman raporlarından fayda beklediler. John Dewey gibi, Onar Buyse gibi, Albert Malch gibi uzmanlar Türkiye’ye davet edilerek görüşleri alınmıştı. Ama o eski uzmanlarla, yeniler arasında önemli farklar vardı. Eski uzmanları  Türkiye Cumhuriyeti seçiyor, giderlerini de devlet bütçesi ödüyordu. 1920’li yıllarda gelen uzmanlar dünyaca tanınmış eğitim otoriteleri idi. 1950’den sonra başlayan uzman akınına katılıp Türkiye’ye gelenlerin çoğunun, kendi memleketinde de adı sanı duyulmamıştı. Şu veya bu nedenle bir Amerikan kurumunca seçilmişlerdi; giderleri de gene şu veya bu ad altında Amerikan kurumlarınca ödeniyordu. Türkiye’nin koşullarını tanımayan, eğitim sorunlarımıza yabancı reçetelerle çare arayan bu uzman raporlarının bir kısmı tozlu dosyalarda unutuldu. Bir kısmı da Türkiye’nin eğitim sorunlarının çözümüne değilse de, eğitim keşmekeşine ciddi katkılarda bulundu.

Wilson Türkiye’de yaptığı kısa gezide, her okulda bir Atatürk köşesi görünce şaşırır. Köşelere yazılan Atatürk’ün sözlerinden çıkarır ki, Mustafa Kemal’in Türk eğitimine büyük etkisi olmuş. Ford Vakfına bir öneride bulunur. Bir Türk araştırmacı seçilmeli, bir zaman için Amerika’ya gönderilmeli ve Wilson’la işbirliği ederek, Atatürk ve Türkiye Cumhuriyeti’nde eğitim konusunda bir kitap yazmalıdır. Gerekli burs Ford Vakfınca sağlanır ve Türkiye’den böyle bir insan aranmaya başlar. Seçilen iki kişiden biri bendim. Wilson kendisine bildirilen iki addan benimkini seçti ve ben böylece Amerika’nın yolunu tuttum.

Kitabın Amerika’da yazılması işimizi pek zorlaştırmadı. Kaliforniya Universitesi daha ben Türkiye’de iken önemlice bir para ayırarak, Türkiye’den eğitimle ilgili büyük bir kitap kolleksiyonu satın aldı. Ayrıca o yıllarda Kalifornia Üniversitesi Genel Kitaplığı, Fahri Bilge’nin zengin kitaplığını da satın alıp, Amerika’ya getirmişti. O vakit, ben, buna kaçakçılık diye çok kızdımdı. Ama, şimdi bu güzel kolleksiyonun ciltlenip temiz raflara yerleştiğini, tasnif edilip bütün dünyanın kullanmasına açıldığını görünce seviniyorum. Eğer Türkiye’de kalsaydı kimbilir nerelerde kaybolup gidecekti? Böylece Türkiye’de bile bulamıyacağım büyük bir eğitim kitaplığını, Amerika’da hazır buldum.

Benim eğitimci olmamam, Wilson’un da Türk eğitimine yabancı olması çalışmamıza değişik bir nitelik kazandırdı. Türk eğitimcileri, konuyu incelikleri ile bildikleri için, çalışmalarında, yalnızca soyut eğitim sorunları üzerinde duruyorlar. İlk öğretim, orta öğretim, ders kitapları, ders programları derken toplumda eğitime yön veren kurumlar dikkatlerinden kaçıyor, çalışmalarının dışında kalıyor. Böylece eğitim toplumdan soyutlanıyor; havada sallanan bir kurum halini alıyor. Oysa, bir toplumda ekonomik yapının, siyasi güçlerin, kanun yapan ve uygulayan kurumların ve kişilerin, teknoloji düzeyinin, gelir dağılımının, aile yapısının, iş hayatının ve sokağın dışında kalan bir eğitim düşünülemez. Eğitim adı geçen bu güçlerin ve kuruluşların bir dengesi olarak ortaya çıkar, eğitime bunlar yön verir. Sonra eğitim de döner bu güçleri etkiler. Gerçi liseden, üniversiteye kadar çeşitli eğitim kurumlarında görev almıştım, onların iç yüzünü biliyordum, ama gene de konuya daha evvel sistemli olarak eğilmemiştim; bu nedenle toplum-eğitim ilişkisi bana önemli göründü. Türk eğitiminin çıkmazı, geri kalmış bir toplum olmanın çıkmazı idi. Bu temel yapı değişmedikçe eğitim çabaları bir yerde tıkanacaktı. Bu nedenle yapısal sorunları kitabın dışında bırakmadım; her bölümün başında, o devirdeki sosyal ve politik koşullara, kısa da olsa, yer ayırdım.

İngilizce çıkan kitabın Türkçe basımı 1968 yılında Dost Yayınevi tarafından yapıldı. Kitap basılırken Wilson öldü. Anısına saygısızlık olmasın diye Türkçe basıma onun da adını koydum. Oysa “Atatürk ve Türkiye Cumhuriyeti’nde Eğitim” adı ile çıkan kitaba onun hiçbir katkısı olmamıştı. Bu basımda, benim uzun zaman çözemediğim sorunlar var. Kitap basıldıktan bir hafta sonra kitapçılarda görülmüyordu. Bir ay sonra da bulunmadı. Bir yıl sonra da kitapçı vitrinlerinde boy göstermedi. Hacettepe Üniversitesi çalışmamızı ders kitabı olarak kabul etti. Ama öğrenciler de kitabı bulamadıklarından yakındılar. Yayınevinin sahibi o yıllarda kitap işlerini bırakıp başka iş alanlarına daldığı için ancak peşin para yollayan kitapçılara kitap dağıtmış. Yayınevinin sahibi ile eski bir dostluk yüzünden pek alaturka ilişkiler içinde olduğum için, o vakit kitaba ne olduğunu öğrenemedim. Daha sonra öğrendim ama, bu sefer de çok geçti. Böylece kitabın Türkçe baskısı güme gitti.

Pan Yayınevince “Türkiye’nin Eğitim Çıkmazı” adı ile basılan bu kitap, Dost Yayınevince yapılan ilk baskının aynı değildir. Yeni baskıya Köy Enstitüleri ile ilgili bir çalışma eklenmiş; ayrıca, “Ve Sonrası” başlıklı bir bölümle 1950’den sonraki gelişmelerin kısa bir eleştirisi yapılmıştır. Bunlardan başka, kitabın tümü yeniden elden geçirilmiş, daha sonraki yayınlardan ve çalışmalardan faydalanılarak hemen her bölümde, irili ufaklı değişmeler gerçekleştirilmiştir.

Kitabın Ingilizce baskısının üstünden geçen 20 yıl açıkça gösterdi ki Türkiye’nin yalnızca bir eğitim sorunu yoktur. Bizim daha o vakit ileri sürdüğümüz gibi bir kalkınma sorunu vardır. Ve sosyal yapıyı değiştirmeye eğitimin gücü yetmez. 1960’dan beri aydınlarımız ve siyaset adamlarımız eğitimi nerdeyse tümden unutarak başka bir dilden konuşmaya başladılar. Bu yeni dil teknokratların dilidir ve yatırım, anapara, gelir, gelir dağılımı, üretim, enflasyon gibi sözcüklerden örülmüştür. Artık hepimiz biliyoruz ki, köylü okuyup yazma öğrenince tavukları daha fazla yumurta vermeyecektir. Bunun için yol, tavuk yemi, tavuk aşısı ve para gibi olanaklar gereklidir. Ama, herşeyi eğitimden beklemek nasıl yanlışsa, eğitimi bir yana iterek, her şeyi ekonomik kalkınmadan ve sanayileşmeden beklemek de aynı şekilde yanlıştır. Bunun için kitabımızda kurmaya çalıştığımız dengenin güncelliğini koruduğuna inanıyorum.

Okuyucu kitabın sonundaki Atatürk ve Eğitim başlıklı bölümü konumuzun biraz dışında kalıyor sanabilirler. Bu bölümü kitaba koymamın iki nedeni var. İlkin, Ford Foundation benden ve Howard Wilson’dan, Atatürk ve Türkiye’de eğitim konusunda bir kitap yazmamızı istemişti. Sadece bu yüzden de olsa, Atatürk’ün Türk eğitimi ile ilgisi kitabımızın dışında bırakılamazdı. Ama, Atatürk’ün Türk Eğitim çalışmaları içinde önemli bir yeri de var. Eğer onun verdiği destek olmasa 1920’lerde ve 30’larda girişilen, karma eğitim, Latin alfabesinin kabülü, kadınlara eşit eğitim hakkının verilmesi ve Köy eğitmeni projeleri gibi önemli reformlar her halde, gerçekleştirilemezdi. Ayrıca bu bölümde, Atatürk’ün kendi eğitimi ile ilgili yeni bazı yorumlar da yapıldı. Bunun için son bölümü kitabımızın bu yeni baskısına da aldık.

İLHAN BAŞGÖZ

TÜRKİYENİN EĞİTİM ÇIKMAZI

(Sorunlar-Yaklaşımlar-Çözüm Yolları)

İÇİNDEKİLER

İkinci Basım İçin Önsöz

BÖLÜM I:

YAKIN ÇAĞDA OSMANLI İMPARATORLUĞU EĞİTİMİNDE BİR BAKIŞ

A. OSMANLI EĞİTİM KURUMLARI

1. Sıbyan okulları (Mahalle Mektepleri)
2. Medreseler
3. Mekteb-i Enderun (Saray okulları)

B. REFORM YILLARI VE EĞİTİM

1. Genel durum
2. Asker okulları
3. Sanat okulları
4. Yeni okulları
5. Eski okullar (Sıbyan okulları ve medreseler)

BÖLÜM II. İKİNCİ MEŞRUTİYET VE EĞİTİM

BÖLÜM III.

KURTULUŞ SAVAŞI YILLARI VE EĞİTİM

1. Genel durum
2. Eğitimin Sorunları

BÖLÜM IV. TÜRKİYE CUMHURİYETİ

Genel Durum

BÖLÜM V. TÜRKİYE CUMHURİYETİNDE MODERM EĞİTİMİN KURULMASI

1. Eğitim Kurumlarının Milli Eğitim Bakanlığı İdaresinde Birleştirilmesi (Tevhid-i Tedrisat) ve Din Derslerinin Okullardan Çıkarılması.
2. Eşrafın ve İçişleri Bakanlığının Etkileri ve Eğitim
3. Mali Güçlükler
4. İdare Örgütünün Yenileştirilmesi
5. Karma Eğitim (Coeducation)
6. Okul Programları ve Ders Kitapları
7. Alfabe Değişikliği
8. “Millet Mektepleri” ve Halk Eğitimi
9. Yeni Eğitim Sistemi Aramaları
İsmail Hakkı Baltacoğlu ve “İçtimai Mektep”.
Yabancı Uzmanların Görüşleri
10. Bir Değerlendirme Denemesi

BÖLÜM VI. MODERN EĞİTİMİN GELİŞTİRİLMESİ

1. Yeni Atılımlar ve Reşit Galip
2. Arıkan-Tonguç ve Eğitmen Denemesi
3. Üniversite Reformu
4. Halkevleri, Cumhuriyet Halk Partisi ve Eğitim
5. Tarım Eğitimi
6. Meslek ve Teknik Öğretimi
7. Köy Enstitülerine Doğru

BÖLÜM VII. KÖY ENSTİTÜLERİ VE SONRASI
BÖLÜM VIII. MUSTAFA KEMAL’İN EĞİTİMİ VE EĞİTİMLE İLGİLİ FİKİRLERİ
BÖLÜM IX. İSTATİSTİKLER, EĞİTİM BAKANLARININ LİSTESİ
BİBLİOGRAFYA

BÖLÜM 1.

YAKIN ÇAĞDA OSMANLI İMPARATORLUĞU EĞİTİMİNE BİR BAKIŞ

Toplum bilimleri ile uğraşanlar “kültür” kavramına geniş bir anlam yüklerler. Onlara göre kültür, öğrenilen, yaratılan ve kuşaktan kuşağa aktarılan bütün bir yaşama biçimidir. Din, aile, ekonomi ve eğitim gibi sosyal kurumlar; toplumun her türlü değerleri, inanışları ve gelenekleri, insan bilgilerinin tümü, teknik yaratmalar ve üretim araçları ile bir toplumda yaşayan düne, bugüne ve yarına dönük fikirler ve ülküler, düşler ve beklentiler, sanat ve edebiyat yaratmaları, iletişim araçları kültürün elemanları, kolları ve bölümleridir. Kültürü böyle anlayınca eğitimin tanımı kolaylaşır. İnsan toplulukları içinde kültürün bir kuşaktan ötekine aktarılması eğitimin görevidir; bu iş eğitime düşer. İlk bakışta bu görev tutucu gibi görünür. Eğer eğitim yerleşmiş, tutunmuş ve oturmuş kurumları ve değerleri yeni kuşaklara aktaracaksa, yarına dönük değişmeler, ülküler, nasıl olup da yeni kuşaklara aşılanabilecektir? Bu önemli bir sorudur. Gerçekten de eğitim bu yüzden, çoğu toplumlarda tutucu bir görev yüklenir. Yerleşmiş değerlerin, donup taş haline gelmiş katı geleneklerin eğitimle değiştirilmesi zor olur. Ama kültür durağan değil, değişgendir. Toplumun ekonomik ve sosyal yapısındaki değişim ve insanoğlunun yarın umudu, gelecek için ülküleri ve düşleri, eğitimi tümden tutucu bir sosyal kurum olmaktan kurtarır. Tutucu görünen kültür aktarması, bu yüzden bazı toplumlarda devrimci bir umutlar ve değişiklik istekleri aktarmasına dönüşür. Böyle zamanlarda eğitim, tutunmuş ve yerleşmiş kültürü değil, yeni çiçeklenmekte olan kültürü öğretmeye ve yeni kuşaklara aktarmaya başlar. Eğitim tutucu değil, devirici ve başkaldırıcı olabilir böyle toplumlarda.

Yakın tarihimizde eğitimin tutuculuktan kurtulduğu, yeni değerleri ve yeni görüşleri, kültürün ileriye yönelik yanlarını yaymaya yöneldiği zamanlar vardır. Tıpkı eğitimin her yeni görüşü okul kapısının dışında tutmaya, baskı altına almaya yöneldiği devirler olduğu gibi. İleriki safyalarda, bunları yeri geldikçe belirtmeye çalışacağız.

Eğitim, ilkel toplumların hepsinde vardır. Ama, bir eğitim ocağı olarak okulun ortaya çıkması, insanlığın uzun geçmişine baka yenidir. Okulun belirmesinden önce kültürü yeni kuşaklara iş hayatı, din, sözlü edebiyat, aile, gelenek ve görenekler, toplumun siyasi ve ekonomik yapısı aktarmış; bu kurumlar eğitimin tüm görevlerini üzerlerine almıştır. Okul sürüp gelen bu kültürün içine sonradan doğmuş, ona göre biçim almış, onun etkisi altında gelişmiş, onu etkilemiştir de.

Osmanlı İmparatorluğu’nda okul eğitimi toplumun bütün katlarına hiçbir zaman yayılamamıştır. Yalnız köylerde ve gezginci aşiretlerde değil, büyük kentlerde ve kasabalarda da çocukların çoğu okul eğitiminden yoksun kalmış, ancak nüfusun küçük  bir azınlığı okumak ve eğitilmek olanağını bulmuştur. 1913-14 ders yılında, İmparatorluk okullarındaki çocukların sayısı 600 bin olarak tahmin edilmiştir. Genel nüfus 20 milyon sayılırsa, okul çağındaki çocukların ancak yüzde üç gibi küçük bir bölümümün okula gittiği anlaşılmaktadır. Bu oran Balkanlar’da ve Batı Anadolu’da elbet daha büyüktü. Doğu’da yok denecek kadar küçüktü. Kalan çocukları iş hayatı, gelenek ve görenekler, esnaf örgütleri, aile, din ve tarikatlar eğitmiş, onları yaşayan kültüre alıştırmış ve geleceğe hazırlamıştır.

Osmanlı İmparatorluğu çok değişik kültürler üzerine kurulmuş olduğu için, okul dışı eğitim orada çok değişik ve yerli biçimlere bürünmüş, birbirine benzemeyen sonuçlar vermiştir. Bu nedenle kimse Osmanlı toplumunda tekdüze ve değişmeyen bir okul dışı eğitimden söz edemez. Ama, İmparatorlukta, Müslüman çocukların okul eğitimi, küçük farklar bir kenara itilirse, benzerlikler göstermiştir. Okulların, öğretim ve eğitim yöntemleri, okunan dersler ve eğitimin giderlerinin karşılanması İmparatorluğun her yanında birbirine benzer olmuştur.

Ağır basan reform istekleri, yeni eğitim kurumlarının açılmasını zorlayana kadar, (19. yüzyılın ortaları) Osmanlı İmparatorluğu’nda iki çeşit okul vardı: 1- Sıbyan mektepleri (Mahalle mektepleri), 2- Medreseler. İki çeşit okulu da eğitim ve  öğretim bakımından yetkili din kuruluşları denetip, yönetiyordu. Gerçi okul kuran kişiler, (vâkıf) açacakları okulun yerini, kaç öğrenci alacağını, öğrenci ve öğretmenlere verilecek aylıkları belirleyebilirlerdi. Ancak, bir eğitim yolu öneremezler, okunacak derslere karışamazlardı. Gerçi padişahlar, arada sırada çıkardıkları fermanlarla, din yetkililerine (Şeyhülislåm, müftü, kadı) eğitim için bazı emirler sunmuş, öneriler ferman etmişlerdi. Ama bu emirler dinin okullar üzerindeki egemenliğini sarsmamıştır.

A- OSMANLI EĞİTİM KURUMLARI :

1. Sıbyan Okulları (Mahalle mektepleri, İlk Okullar).

Sıbyan Okulları ilk eğitim verirdi. Çocuklar bu okullara 4-6 yaşlarında başlıyor ve kız-erkek beraber okuyorlardı. Şeriat, kızların da okumasını emrettiği için, bu okullarda karma eğitim yasaklanmamıştı. Bununla beraber büyük merkezlerde kızlar için ayrı sıbyan okulları da vardı. Sıbyan Okullarını devlet değil, özel kişiler kuruyorlar veya elbirliğiyle halk yaptırıyordu. Padişahların, Saraylı kadınların, vezirlerin, beylerin, ağaların ve varlıklı esnafın, çelebi ve şeyhlerin okul yaptırması güzel bir gelenekti. İstanbul’daki sıbyan okullarından 47 sini saraylı kadınlar, 10 tanesini Padişahlar, 37 sini paşalar, 59’unu esnaf ve ağalar, 45’ini beyler, çelebiler, efendiler yaptırmıştı. Zenginlere uzak kalan köylerde, kasabalarda halk elbirliği ile ilkokulunu kuruyor, öğretmeninin geçimini sağlıyor, bazen herkes gelirine göre bir miktar ödeyerek, okul giderleri için bir döner sermaye bile hazır ediyorlardı. Sıbyan okullarını özel kişiler kurmuşsa, onlara hemen daima han, hamam, dükkån, zeytinlik, tarla gibi bir gelir kaynağı bağışlarlar (vakfederler); bu vakfın geliri ile okul yapılarının bakımı, öğretmenlerin aylıkları, bazen öğrencilerin harçlığı bile karşılanırdı. Öğrencilere giyecek ve yiyecek vakfeden, hattå onların yılın belli günlerinde eğlenmeleri için gerekli parayı ayıran  vakıflar da vardı.

Sıbyan Okullarının kurulmasını bir yandan şeriat destekliyor, bir yandan da vakıf kuruluşunu yaşatan ekonomik ve psikolojik nedenler besliyordu. Bunun için sıbyan okulları medreseler ve camilerle beraber kuruluyor, onların koltuğunda yer alıyordu.

Sıbyan Okullarında eğitim ve öğretim parasızdı. Derslere ve çocukların eğitimine dini bilgiler egemendi. Öğretimin temeli çocuklara müslümanlığın ana ilkelerini belletmekti. Öğrenciler sıbyan okullarında Kur’an okuyor, namaz başlıklarını öğreniyor, biraz da yazı görüyorlardı. Ama yazı dersi bir güzel el yazısı öğrenme dersinden öte geçmiyordu. Çocuklar süslü metinleri kopya etmeyi öğrenirler, yazı yazmayı bilmezlerdi. Anadil Türkçenin okutulması ve öğretilmesi sıbyan okulları için önemli değildi. Kur’an ve namaz başlıkları Arapça olduğu halde, bu okullarda, bugünkü anlamıyla bir Arapça öğretimi de yapılmıyordu. Çocukların yaptıkları iş anlamadıkları bir dille yazılmış metinleri körü körüne ezberlemekti. Ders kitapları Kur’an, elifbe ve bir “ilmihalden” meydana geliyordu.

Sıbyan okullarında öğretmenlik yapacak kimselerin medreseyi bitirmiş olması gerekirdi, Fatih Sultan Mehmet (1451-1481) kurduğu medreselerde sıbyan okulu öğretmenleri için ayrı dersler koydurmuştu. Bu dersleri okumayanların öğretmenlik yapması yasaktı. Ancak bu yasak hiçbir zaman uygulanamamıştır. Medreseyi bitirmek değil, oradan sadece bir “icazet” almak sıbyan okulu öğretmenliği için yeter görülmüştür. Aslında, bütün sıbyan okullarının medreseli öğretmeni hiçbir zaman bulamamış oldukları söylenebilir. Okuyup yazması olan immalar, hattå okuyup yazması bile olmayan fakat Kur’anı ve namaz başlıklarını ezberlemiş olan yaşlılar, sıbyan okullarında öğretmenlik yapmışlardır. Sıbyan okulu öğretmenleri ücretlerini vakfın gelirinden alırlardı. Okulun vakfı yoksa öğrenci velileri, varlıklarına göre, öğretmenin ücretini paylaşırlardı. Bu öğretmenlere devlet, ya da iller bütçesinden maaş ödenmesi ancak 20. yüzyılın başlarından sonra olmuştur.

Vakf kuruluşları bozulduktan sonra öğretmenin aylığını öğrenci velileri yüklendiler. Veliler ya haftalık bir para ödüyorlar; ya da yumurta, yağ, odun-kömür, un-bulgur gibi şeyler vererek öğretmenin geçimini sağlıyorlardı. 1847 tarihli bir yönetmelikte bunu gösteren şöyle bir kayıt var: “Herkesin haline göre, öğretmenlere ayda bir kuruştan 12 kuruşa kadar, haftalara bölünerek veregeldiği haftalıkların verilmesine… öğretmenlerin çocuklardan haftalık olarak kömür gibi kıymetli şeyler istememesine…”. Aldığı ücretten başka öğretmene öğrenciler çeşitli hediyeler verirdi. Kur’anı Kerime başlamak, Kuran ezberlemeyi bitirmek gibi öğrenci için pek önemli sayılan dönemeçlerde hoca efendiye para, yiyecek, giyeceklerden gibi armağanlar götürmek bir töre halini almıştı.

Sıbyan okullarında eğitim ve öğretim sabahtan başlar öğle “azat”ına kadar aralıksız sürerdi. Öğle vakti bir saat ara verilir ve okul ikindide kapanırdı. Öğrenci için ders sonlarında dinlenmek diye birşey yoktu. Perşembe günü öğleden sonra ve cuma günleri okullar kapalı olurdu.

Sıbyan Okulları bir odalı küçük yapılardı. İstanbul gibi büyük kentlerde okullara öğretmenler için özel odalar eklenmişti. Küçük merkezlerde ve köylerdeki sıbyan okullarının hiç birisi okul olarak yapılmış değildi. Öğrenciler cami köşelerinde, mescitlerde, imamın evinde, bazen de ahır köşelerinde ders yaparlardı. Sınıflarda sıra, yazı tahtası, masa gibi ders araçları yoktu. Kuru tahtaların, ya da hasırların üzerine diz çökerek oturulurdu. Zengin çocukları altlarına küçük minderler alırlar, kuru yere oturmazlardı. Ders kitapları küçük “rahle”lerin üzerinde okunurdu. Öğretmen sınıfın bir yanında yüksekçe bir yere oturur ve yanındaki uzun bir değnekle disiplini sağlardı. Ağır suçları işleyenler falakaya yatırılır ve ayaklarının altına sopa ile vurulurdu.

Öğretimde temel ezberdi. Öğretmenin verdiği dersi öğrenciler yüksek sesle, tekrar ede ede, ezberlerler ve sıraları gelince öğretmenin önüne diz çökerek öğrendiklerini gösterirlerdi. Bu düzen gözlemi ve anlamayı yok ediyor, fakat yeteneklerine göre, öğrencilerin ayrı ayrı ilerlemelerine de yol açıyordu. Aynı sınıfta iyi çalışan, derslerini daha iyi yapan öğrenciler daha çabuk yukarı derecelere geçebiliyor, okulu arkadaşlarından önce bitiriyordu. Sıbyan okullarının küçük yapılar olması, öğrenci sayılarının azlığı okulla halk arasında sıcak bir ilginin kurulmasını kolaylaştırıyordu.

Osmanlı Hånedanından olan kimselerin çocukları halk çocuklarının okuduğu sıbyan okullarında okumazlardı. Onlar için, sarayların içinde, özel ilkokullar-Şehzadegån okulları- vardı. Şehzadeler ilk eğitimlerini buradan alır, sonra özel öğretmenlerin elinde bilgilerini geliştirirlerdi.

Sıbyan okullarının öğretmenleri aynı zamanda mahallenin, ya da köyün imamı idiler. Onlar köylüye namazlarını kıldırır, dini törenlerde önderlik ederlerdi. Müslümanlık din esaslarını hukuka da uygulamış olduğu için, kadıların ve müftülerin bulunmadığı yerlerde sıbyan mektebi öğretmenleri, şeriata dayanarak, halkın anlaşmazlıklarını uzlaştırır, kanun uygular ve adalet dağıtırdı. Doğum, evlenme, nikåh, boşanma ve ölümle ilgili törenlerde de öğretmenlerin ödevleri vardı. Ölüyü yolunca gömme, doğanlara ad koyma, evlenenlerin nikåhını kıyma, andlaşmalarını hazırlama bunların işi idi. Halk, bu öğretmenin yaptığı işleri faydalı bulduğu ve din öğretimini istediği için öğretmenlerin geçimini kendisi sağlıyordu. Merkezi hükümetlerin gelirinden öğretmenlere pay ayrılmamıştı. Ödeyecek para bulamazsa halk, öğretmenin evini yapıyor, tarlasında veya bahçesinde imece ile çalışıyor, buğdayından ve arpasından öğretmenin payını ayırıyor, fitrelerini ve kurban derilerini ona vererek geçinmesini sağlıyordu. Özellikle köylerde öğretmenlerin tıpkı öteki köylüler gibi tarlası, geçinecek yardımcı bir işi vardı. Öğretmen buralardaki işi ile köyün bir parçası haline geliyor, “yaban” olmaktan kurtuluyor, ilk fırsatta köyden kaçmayı düşünmüyordu. Sıbyan okulu öğretmeni ile, çevre halkı arasında böylece imrenilecek bir saygı, anlayış ve işbirliği havası kurulabiliyordu. Hoca-öğretmenin Türk toplumu üzerindeki köklü etkilerini düşünürken, meseleyi sadece bir din eğitimi meselesi olarak almamak, öğretmenin başka önemli işlerle, kendisini çevreye kabul ettirmiş olduğunu da hesaba katmak låzımdır.

Aşağıdaki anılar, sıbyan okullarını daha iyi tanımaya yardım edecektir sanırız. Emekli öğretmen M. Salih Arı, bu anıları 1940’larda yazmıştır. Fakat onun Sıbyan Okullarındaki öğrenciliği 19. yüzyılın son çeyreğine kadar geri gidiyor.

“1884 yılında Menekşe köyünde (Eğridir) okula başladım.

Dört yaşında idim. Annemin sırtında okula gittiğimi, öğretmene sunulmak üzere götürülen sahanın annemin elinden düşerek lokmaların yere döküldüğünü iyice hatırlıyorum. Öğretmen bizi güler yüzle karşılayarak bana bir kalfa tayin etti. Elime Elifbe cüzünü tutuşturdu. Okul denilen yer camiye bitişik bir odacıktan ibaretti. Bu odada camiye gidenler oturur köye gelen konuklar yatar, sabahtan öğleye kadar da öğrenciler okurdu. Adına da okul değil mescit derlerdi.

Okulda ilk dikkatimi çeken duvarda asılı falaka ile “geldi-gitti” tahtası oldu. İlk sene yalnız elifbe cüzü okuduk. Ebcet’e varınca öğretmene yemek ve armağan verilirdi. Fergap ve yasin surelerine gelince öğretmene gene yemek ve armağan sunulurdu. Kur’an hatmedilince, o zamanın ådet ve töresine göre öğretmene özel olarak don, gömlek, mintan gönderilirdi. Zengin fakir herkes bu yollara uymak zorunda idi. Kur’anı hatmedenlere Mızraklı İlmihal ve Şürutüs-salå gibi kitaplar ezberletilirdi. Bu kitaptaki yazıları sadece ezberlemekle yükümlüydük. Öğretmen dinler, ama açıklamazdı. Zaten kendisi de böyle bir köy okulunu bitirmiş olduğu için açıklayamazdı. Yukarda saydığım derslerden başka rik’a ile yazılmış inşa okunur, şöyle böyle kara cümle öğrenirdik.

Ben de böylece Kur’anı hatmedip Mızraklı İlmihali de ezberledikten sonra, altı yaşında o zamanın pek büyük bir ayrıcalığı olan håfızlığa başladım. İki yıl binbir işkence ile Kur’anı ezberleyip sekiz yaşında törenle hıfzımı dinlettim. Böylece de ilkokulu bitirmiş oldum.

Bir çocuk okula yeni başlayacağı zaman, okulun eski öğrencileri yeni öğrencinin evine gelir, sıra olurlar; öndeki iki öğrenci yüksek sesle ilåhi okur, arkadakiler de gene yüksek sesle åmin çağırarak öğrenciyi okula götürürlerdi. Anne veya baba beraber okula gider ve öğretmene “eti senin kemiği benim” diyerek çocuğu teslim ederlerdi.

Okula kayıt kabul diye birşey yoktu. Yürüyebilen her çocuk okula giderdi. Okulda, yoklama filån yapılmazdı. Öğretmen bütün çocukları tanır, gelmeyen olursa babasına haber verirdi. Öğretmen çoğunlukla aynı köyden olur, tarlasını işler ve çocukları öğleye kadar okuturdu. Yazın tatil yoktu. Öğretmen aynı köyden değilse yemeğini köylü sıra ile okula götürürdü. Öğretmen ayrıca köyde cenazeleri yıkar, namazı kıldırır, cuma hutbelerini okurdu.

Öğretim bir program ve yönetmeliğe tabi değildi. Büyük öğrenciler küçüklere kalfa tayin edilir, onlara derslerini öğretirlerdi. Öğretmen öğrencinin derslerini teker teker dinler, onlara yeni ders verirdi. Sınıfta 50-60 öğrenci bir hasırın üzerinde karışık olarak oturur, öğretmen de bir köşede postunun üstünde yer alırdı. Öğretmenin önünde bir “rahle”si ve yanlarında odanın her köşesine uzanacak sırığı ve küçük sopaları vardı… Okulda hatim yapmış öğrenci yazı yazmaya da başlardı. Öğretmen “Rabbiyessir” suresini her öğrencinin kåğıdına yazar, biz de bu yazıyı günlerce kopya eder dururduk.

Öğretmen bir öğrencinin dersini dinlerken, diğer öğrencilerin hepsi birden yüksek sesle ve nağme ile derslerini çalışırlardı. Öğrenci bağırarak çalışmaktan yorulup sesi azalınca, öğretmen hemen uzun sırığı alır, oturduğu yerden öğrencinin başına boydan boya indirirdi. Haklı haksız ayırmazdı. Sırığı yiyen öğrenci gene bir süre hep beraber yüksek sesle çalışırdı. Öğretmenin önüne gidip rahlede ders okuyan öğrenci dersini yapmamışsa, ya da bir suç işlemişse falakaya yatırılır, ayaklarının altı insafsızca döğülürdü. Falaka bir metre uzunluğunda bilek kalınlığında yuvarlak bir araçtı. Ortası 30 cm. aralıklarla delinmiş, bu deliklere kalınca bir ip takılmıştı. Falakaya konacak öğrenci yere yatırılıp, iki ayağı bu iplere geçirilir, uzun sopanı iki ucundan iki öğrenci tutar, sopayı bükerler, ayaklar iyice sıkışır, sonra sopa ile birlikte ayaklar yukarı kaldırılır; tabanların altını değnekle döverdi. Bu falaka  cezası kızlara da verilirdi. Yalnız falaka onların eline takılırdı.

Okulumuzda vakit cetveli yoktu. Ders arası ve oyun nedir bilmezdik. Dışarı çıkmak isteyen öğrenci “gelti-gitti” tahtasına göre öğretmenden izin ister; öğretmen izin verirse dışarı çıkardı. Çişi gelip dışarı çıkmak isteyen öğrencilerden dersini iyi belleyememiş, ya da bir kabahat yapmış olanlara öğretmenin izin vermediği olurdu. Çok sıkışan çocukların dersanede çişlerini yapmaları, bu yüzden dayak yemeleri görülen hallerdendi. Hayret ettiğim bir nokta aptesim var diyen çocukların fazlalığı idi. Sonra farkına vardım ki, bu bahane ile çocuklar dersane denilen bu cehennemden kurtulmak, açık havaya kavuşmak istiyorlardı.

Bizim okulumuzda şimdiki gibi kağıt, kalem, defter yoktu. Kalın, parlak, meşk denilen bir kağıda öğretmenin yazdıklarını aynen kopya ederdik. Öğretmen yazdıklarımızı düzeltince meşkin mürekkebini dilimizle yalar, temizler ve tekrar yazmaya devam ederdik. Kitaplarımızda hiç resim olmazdı. Resme can vermek gerektiği şeklinde bir inanca sahiptik. Bazen öğretmenden saklı, tahta parçalarının üstüne kömürle resimler yapardık. Fakat o bunları görürse cezası falakaya çekilmekti. Öğretmen köy halkı tarafından tutulurdu. Benim köyümde büyük babalarımdan biri köy adına 150 lira sağlayarak vakfetmişler. Bu parayı köy idare kurulu faizle isteyenlere verir; öğretmenin maaşı bu faizden ödenirdi. Vakfı olmayan köylerde öğretmenin maaşını köylü kendisi öderdi.

Yazar

BENZER İÇERİKLER

Tarihin Gölgesinde

Editor

Ic Savas Manzaralari – Hans Magnus Enzensberger

Editor

Said Halim Paşa – Buhranlarımız

Editor

Yorum bırak

* Bu formu kullanarak yorumlarınızın bu web sitesi tarafından saklanmasını ve yayınlanmasını kabul etmiş olursunuz.

İnternet sitemizden en iyi şekilde faydalanabilmeniz ve internet sitemize yapacağınız ziyaretleri kişiselleştirebilmek için çerezlerden faydalanıyoruz. İstediğiniz zaman çerez ayarlarınızı değiştirebilirsiniz. Kabul et Daha fazla oku

Gizlilik ve Çerez Politikası