Dünya edebiyatının da üç baş yapıtından biri olarak kabul edilen Savaş ve Barış, Tolstoy tarafından yedi yılda tamamlanmıştır.
Romanda beş soylu ailenin öyküsüyle birlikte arka planda yazarın yaşadığı dönemdeki Rusların toplumsal hayatı ve Napolyon ordusuyla yapılan mücadele anlatılmaktadır.
BİRİNCİ BÖLÜM -I
“Evet, prens, Cenova ve Lucques, Bonapart ailesinin yurtluğudur artık. Hayır, size önceden söyleyeyim ki, eğer savaşa girdiğimizi bana söylemez ve eğer bu Deccal’ın (doğrusu onun Deccal olduğuna inanıyorum) bütün alçaklıklarını, bütün acımasızlıklarını örtmeye kalkarsanız bundan böyle sizi tanımıyorum, artık benim dostum, sizin deyiminizle benim sadık kulum değilsiniz. Neyse, günaydın, oturunuz, anlatınız. Görüyorum ki sizi ürküttüm.”
İmparatoriçe Mariya Feodorovna’nın sırdaşı ve yakını ünlü Anna Pavlovna Serer 1805 yılı temmuzunda suaresine ilk gelen makamı da, rütbesi de yüksek Prens Vasili’yi bu sözlerle karşılıyordu. Anna Pavlovna birkaç gündür öksürüyordu. Kendi deyişiyle grip olmuştu (o zamanlar grip seyrek kullanılan bir sözdü). Sabahleyin kırmızı giysili uşakla ona buna gönderilen notların hepsinde şunlar yazılıydı:
“Sayın kont. Eğer önemli bir işiniz yoksa ve zavallı bir hastanın yanında bir akşam geçirmek düşüncesinden çok ürkmüyorsanız saat 19 ile 22 arasında sizi evimde görmekten çok mutlu olacağım.”
Anna Serer.
Sırmalı saray üniforması, çoraplar, ayakkabılar giymiş, göğsü madalyalarla dolu, yayvan yüzünde neşeyle içeri giren prens böyle karşılanmaktan hiç de şaşkınlığa uğramaksızın yanıt verdi:
“Aman Tanrım, bu ne şiddet!”
Büyükbabalarımızın konuştuğu, dahası düşündüğü temiz Fran-sızca’yla ve kibarlar dünyasında saçlarını ağartanların, sarayda makam sahibi olanların yavaş sesiyle, bir koruyucu tavrıyla konuşuyordu. Anna Pavlovna’ya yaklaştı, elini dudaklarına götürdü, parlayan güzel kokulu çıplak başını önünde eğerek yavaşça kanepeye oturdu.
Sesini değiştirmeksizin, kibarlık ve sevecenliğinden kayıtsızlık, dahası alay sızan bir havayla dedi ki:
“Önce, nasılsınız, onu söyleyiniz, aziz dostum? Merakımı gideriniz.”
Anna Pavlovna:
“Kalp ağrısı varken,” dedi, “insan nasıl iyi olabilir? Bu zamanda duyarlı olan bir insanın huzurlu olması olanaklı mıdır? Umarım bu akşam başka yere gitmiyorsunuzdur, değil mi?”
Prens:
“Ya İngiliz elçiliğindeki şenlik? Bugün çarşamba, orada bulunmam gerek. Kızım beni gelip alacak,” dedi.
Anna Pavlovna:
“Şenlik ertelendi sanıyordum,” dedi. “Size açıklarım ki bütün bu şenlikler, bu havai fişekler kabak tadı vermeye başladı.”
Prens, söylediklerine inanılmasını kendisi de istemeyen, kurulu bir saat gibi:
“Bunu istediğinizi bilseler,” dedi, “şenliği ertelerlerdi.”
“Üzmeyiniz beni. Peki, Novosiltsof’un raporu üzerine verilen karar? Siz her şeyi bilirsiniz.”
Prens soğuk ve sıkıntılı bir havayla:
“Nasıl anlatmalı size?” dedi. “Neye mi karar verildi? Napolyon’un geri dönme olanaklarını ortadan kaldırdığına, öyle sanıyorum ki biz de aynı şeyi yapmak üzereyiz.”
Prens Vasili, eski bir piyeste rol yineleyen bir aktör gibi, hep tembel tembel konuşurdu. Anna Pavlovna Serer, kırkındaydı ama, tersine, heyecan ve neşe doluydu.
Heyecanlı olması toplumsal durumundan ileri geliyor, kimi vakit de, istemediği bir zamanda bile, tanıyanların beklentilerini boşa çıkarmamak için heyecanlı görünüyordu. Yüzünde her zaman görünen zoraki gülümseyiş, onun geçkin çizgilerine yaraşmamakla birlikte, şımarık çocuklar gibi, düzeltmek istemediği, düzeltemeyeceği ve düzeltmeye gerek görmediği sevgili bir kusurunun hep açıklamasını taşırdı.
Siyasal konulara ilişkin konuşma sırasında Anna Pavlovna öfkelendi:
“Ah, bana Avusturya’dan söz etmeyiniz! Ben belki bir şey anlamıyorum ama Avusturya hiçbir zaman savaş istemedi, istemiyor da. Bizi aldatıyor. Rusya’ya tek başına Avrupa’nın kurtarıcısı olmak düşüyor. Koruyucumuz yüksek görevini bilir, ona sadık kalacaktır. İnandığım bir şey varsa işte bu. İyi ve eşsiz çarımızın yeryüzünde oynayacağı rol pek büyüktür. O, o kadar erdemli, o kadar iyi yüreklidir ki, Tanrı onu kollayacak; bu katilin, bu canavarın kişiliğinde şimdi daha korkunç bir biçim alan devrim ejderhasını ezmek görevini başaracaktır. Kime güvenebiliriz, sorarım size? İngiltere kendi tüccar ruhuyla Çarımız Aleksandr’ın ruh yüksekliğini anlamıyor, anlayamaz da. O İngiltere ki, Malta’yı boşaltmayı istememiştir. Bizim tutumlarımızda gizli bir amaç görmek istiyor, gizli bir amaç arıyor. Novosiltsof’a ne dediler?.. Hiç. Kendi için bir şey istemeyen, her şeyi dünyanın iyiliği için isteyen çarımızın özverisini anlamadılar ve anlayamazlar. Ne vaat ettiler? Hiç. Sözlerinin yarısını yerine getirecek değiller. Prusya, Bonapart’ın yenilmez olduğunu, bütün Avrupa’nın onunla başa çıkamayacağını açıkladı… Ben ne Hardenberg’in ne de Hauquesitz’in bir dediğine inanmam. Prusya’nın o sözde yansızlığı bir tuzaktan başka bir şey değildir. Ben yalnız Tanrı’ya ve sevgili çarımızın büyük talihine inanırım. Avrupa’yı o kurtarır.”
Kendi öfkesiyle alay eden bir gülümseyişle ansızın durdu.
Prens gülerek:
“Sanırım ki,” dedi, “Aziz Vintsengerode’mizin yerine sizi gönderselerdi Prusya Kralını bir çırpıda yola getirirdiniz. Ne kadar güzel sözler ediyorsunuz. Çay vermeyecek misiniz bana?”
Anna Pavlovna
“Şimdi,” dedi, durularak ekledi, “A propos bugün görülecek iki çağrılı var. Sırası gelmişken söyleyeyim, Vikont Mortemart Rohan aracılığıyla Montmereneyler’e akrabadır. Fransa’nın en büyük ailelerinden biri. Bizdeki sığınmacıların en iyilerinden, gerçek sığınmacılardan. Sonra, l’abbe Moris5 geliyor, bu derin zekâyı tanıyor musunuz? Hani çar tarafından kabul edilmişti. Tanıyor musunuz?”
Söz gelmişken söyleyeyim (fr.)
Papaz Moris
Prens:
“Yaa!.. Çok sevineceğim,” dedi ve o anda aklına bir şey takılmış gibi yaparak, ziyaretinin asıl nedeni olan işi soracağı zamanlar takındığı çok kayıtsız tavırla ekledi, “Ana Çariçe Baron Funke’nin Viyana’ya başkâtip atanmasını istiyormuş, doğru mu? Bu baron zavallının birisiymiş.”
Çariçe’nin kayırmasıyla barona sağlanmaya çalışılan bu yere Prens Vasili oğlunu atandırmak istiyordu.
Anna Pavlovna, Çariçe’nin işine gelen, ya da hoşuna giden şeye, ne kendisinin, ne de başka birisinin karışamayacağı anlamına gelen bir havayla göz süzdü. Hüzünlü, soğuk bir sesle:
“Baron Funke, Ana Çariçe’ye kız kardeşi tarafından salık verilmiş,” dedi ve sustu. Çariçe’nin adını söylerken Anna Pavlovna’nın yüzünde birdenbire, büyük koruyucusunu her zaman andığı gibi, bağlılık ve saygısının hüzünle karışık derin ve içten anlatımı belirmişti. Çariçe hazretlerinin Baron Funke’ye çok sevecenlik göstermek lütfunda bulunduklarını sözlerine ekledi; bakışlarına gene bir hüzün çökmüştü.
Prens ilgisizmiş gibi susuyordu. Anna Pavlovna, bir saraylı, bir kadın inceliği ve hızlı sezerliğiyle, çariçenin salık verdiği bir kişi üzerinde bu biçimde söz etmeye yeltendiği için, prense dokundurmak, hem de onu avutmak istedi.
“Sırası gelmişken ailenizden söz edeyim,” dedi. “Biliyor musunuz, toplantılara girdi gireli kızınız herkesi ilgilendiriyor. Onu gün gibi güzel buluyorlar.”
Prens saygı ve minnetle eğildi.
“Sık sık düşünürüm,” Anna Pavlovna bir an sustuktan sonra prense sokuldu, dostça gülümsedi ve bununla, siyasete ve sosyeteye ilişkin konuşmanın sona erdiğini, artık içli dışlı söyleşmenin başlayacağını göstererek sözüne devam etti. “Sık sık düşünürüm, yaşamın mutlulukları bazen ne kadar adaletsizce bölüşülüyor. Talih size ne diye bu kadar iyi, bu kadar sevimli iki çocuk (kaşlarını ‘karşılık istemem’ der gibi kaldırarak ekledi.) küçük oğlunuz Anatol’ü katmıyorum, onu sevmem, evet iki çocuk verdi? Ama doğrusu siz, onlara herkesten az değer veriyorsunuz; bu yüzden de siz onlardan daha aşağısınız.”
Yüzünde her zamanki utkun gülümseme belirdi.
Prens:
“Ne yapmalı? Latafer olsa babalık yeteneğimin olmadığını söylerdi.”
“Şakayı bırakınız, ben sizinle ciddi konuşmak istiyorum. Küçük oğlunuzu beğenmediğimi biliyorsunuz. Söz aramızda, (Yüzünde hüzünlü bir ifade belirmişti.) Çariçe Hazretleri’nin yanında ondan söz edildi, size acıyorlar.”
Prens karşılık vermedi, Anna Pavlovna susmuş, anlamlı bakışlarla onu süzerek yanıt bekliyordu. Prens Vasili kaşlarını çatıyordu. Sonunda dedi ki:
“Ne yapayım? Biliyorsunuz ki, terbiyeleri için bir babanın yapacağı her şeyi yaptım, ikisi de budala çıktı. İppolit hiç olmazsa sakin bir aptaldır, oysa Anatol aynı zamanda geçimsiz de.”
Sırıtması yapmacıktı; alışık olmadığı bir heyecanla, ağzının çevresinde biçimlenen kaba ve sevimsiz kırışıkları göze batarcasına belirterek ekledi:
“İşte aradaki fark.”
Anna Pavlovna dalgın dalgın gözlerini kaldırdı.
“Sizin gibilerin ne diye çocuğu olur? Baba olmasanız söz edilecek bir yanınız bulunmazdı.”
“Ben sizin sadık kulunuzum, ve bunları ancak size açıklayabilirim. Çocuklarım yaşamımın yüküdür. Bu benim çilem, öyle sanıyorum. Ne yapalım.”
Davranışlarıyla, amansız yazgısına boyun eğdiğini anlatarak sustu. Anna Pavlovna düşünüyordu.
“Siz,” dedi, “hovarda oğlunuz Anatol’ü evlendirmeyi aklınıza hiç getirmediniz. Derler ki, yaşlı genç kızlarda evlendirmek illeti var. Ben bu zayıflığı kendimde hâlâ duyumsamıyorum. Ancak elimde bir kızcağız var ki, babasıyla çok mutsuzdur, bir akrabamız bir prenses. Bolkonskaya.”
Prens Vasili yanıt vermemiş; ama yüksek sosyete adamlarına özgü bir hızlı kavrayışlılıkla başını sallayarak, bu bilginin üstünde durduğunu göstermişti.
“Hayır, biliyor musunuz ki, bu Anatol bana yılda kırk bin rubleye mal oluyor,” dedi.
Düşüncelerinin acıklı akışını durdurmak elinde değil gibi görünüyordu. Sustu.
“Böyle giderse beş yıl sonra ne olacak? İşte baba olmanın yararı. Bu prensesiniz hiç olmazsa zengin mi?”
“Babası hem çok zengin, hem çok pinti. Köyde yaşar. Bilirsiniz, daha ölen çar zamanında emekliye çıkarılan ‘Prusya Kralı’ yakıştırmasıyla tanınmış ünlü Bolkonski. Zeki ama tuhaf ve titiz bir adam. Zavallıcık, çok mutsuz. Erkek kardeşi daha geçenlerde Liz Meynen’le evlenmişti. Kutuzof’un yaveridir. Kendisi şimdi buraya gelecek.”
Prens aniden karşısındakinin elini tutup nedense aşağı doğru eğerek:
“Dinleyiniz aziz Annet,” dedi, “bu işimi yoluna koydunuz, ben hep sizin sadık kulunuz, kâhyamın raporlarında yazdığı gibi ‘Kulunnuz’, iki n ile. Kız iyi bir aileden ve zengin. Bana gerekli olan da bunlar.”
Ona asıl özelliğini veren rahat, zarif, senlibenli bir davranışla çariçenin sırdaşının elini alıp öptü; sonra da, kadının sarsılmasına yol açan bir çöküşle koltuğuna oturdu.
Anna Pavlovna dalgın:
“Durunuz,” dedi, “ben şimdi Liza (genç Bolkonski’nin karısı) ile konuşurum. Bu iş belki olur. Yaşlı kızların sanatlarını ben sizden öğreneceğim.”
Anna Pavlovna’nın konuk salonu yavaş yavaş dolmaya başlamıştı. Petersburg’un yüksek soylularından, yaş ve karakterce çok değişik ama yaşadıkları çevre aynı olan birçok insan geliyordu. Babasıyla elçilikteki şenliğe gitmek üzere Prens Vasili’nin kızı güzel Elen de gelmişti. Süslü bir balo giysisi vardı üzerinde. Petersburg’un en çekici kadını diye tanınmış genç, küçük Prenses Bolkonskaya da oradaydı. Geçen kış evlenmişti; hamile olduğu için büyük toplantılara katılmıyor, ama küçük suarelere hâlâ geliyordu. Prens Vasili’nin oğlu İppolit, Mortemor’la gelerek onu herkese tanıttı. Rahip Morio ve daha birçokları da geldi.
Anna Pavlovna:
“Daha görmediniz mi, yoksa halamla tanışmıyor musunuz?” diyerek, gelenleri büyük bir ciddilikle, çağrılılar sökün etmeye başlar başlamaz diğer bir odadan kendini gösteren kocaman kurdelelerle süslü, küçük bir yaşlı kadının yanına götürüyor, gözlerini ağır ağır konuktan halaya çevirerek adlarıyla tanıtıyor, sonra ayrılıyordu.
Çağrılıların hepsi de, kimsenin tanımadığı, merak etmediği, aramadığı halaya saygı gösterisinde bulunuyordu. Anna Pavlovna onların davranışlarını sessizce onaylayarak ciddi ve gururlu bir ilgiyle izliyordu. Hala, karşısındakinin, kendisinin ve neyse ki şimdi iyi olan çariçe hazretlerinin sağlığıyla ilgili herkese aynı sözleri söylüyordu. Yanına gelenlerin hepsi de, incelik gereği telaşlandığını sezdirmeden ağır bir ödevi yerine getirmenin verdiği esenlik duygusuyla ve bütün gece bir daha yanına yaklaşmamak üzere ondan ayrılıyordu.
Genç Prenses Bolkonskaya altın işlemeli bir kadife çanta içindeki elişiyle gelmişti. Üstü tüylerle hafifçe gölgeli, güzel üst dudağı dişlerine göre kısaydı. Ama açılışı daha zarif, alt dudağın üzerine inişi daha hoş düşüyordu. Onun bu kusuru -dudağının kısalığı, ağzının yarı açıklığı- gerçekten çekici olan kadınlarda hep görüldüğü gibi, asıl özelliklerini, asıl güzelliğini oluşturuyordu. Herkes, durumuna bu kadar kolaylıkla katlanan bu sağlık ve yaşam dolu geleceğin güzel anasını seyretmekten haz duyuyordu. Yaşlılar, canı sıkılanlar, gençler, onun yanında bulunmak, onunla konuşmakla ona benzemiş oluyor gibiydiler. Onunla konuşan, her sözde parlak gülümsemesini, hep ışıldayan beyaz dişlerini gören özellikle o anda sevimli olduğunu sanırdı. Herkes de böyle sanırdı.
Küçük prenses, elişi çantası elinde, salınarak küçük ve hızlı adımlarla masayı dolaştı, Giysisini topladı, her yaptığı kendisi için de, çevresindekiler için de bir eğlenceymiş gibi, gümüş semaverin yanındaki kanepeye oturdu. Torbasını açarken:
“Elişimi getirdim,” dedi.
Ev sahibine dönerek:
“Benimle böyle kötü şakalar yapmayınız. Bana, bunu küçük bir suare diye yazmıştınız. Bakın ne kılıkta geldim,” dedi.
Sonra, göğsünün biraz aşağısından geniş bir kurdeleyle bağlı dantelli, zarif mavi giysisini göstermek için kollarını açtı.
Anna Pavlovna:
“Yoo, böyle de herkesten güzelsiniz,” diye yanıt verdi.
Küçük prenses generale dönerek aynı tonla:
“Biliyorsunuz kocam beni bırakıyor, ölmeye gidiyor. Söyleyiniz, bu uğursuz savaş ne için?” dedi. Prens Vasili’nin yanıtını beklemeden, kızı, güzel Elen’e doğru döndü.
Prens Vasili, Anna Pavlovna’ya yavaşça:
“Şu küçük prenses ne cana yakın şey!” dedi.
Küçük prensesten biraz sonra içeriye başı tıraşlı, gözlüklü, o zamanın modasına uygun açık renk pantolonlu, koyu renk ceketli, ve göğsünde de kabarık danteli olan biri girdi. Katerina döneminin tanınmış seçkinlerinden Kont Bezuhof’un gayrı meşru oğluydu. Henüz bir görevde değildi. Öğrenim ve terbiye gördüğü yabancı ülkeden daha yeni gelmişti ve sosyetede ilk görünmesiydi. Anna Pavlovna onu, kabul düzeni bakımından salonunda en aşağı olanlara gösterdiği ilgiyle karşılamıştı. Ama bu aşağı türden ilgiye karşın Piyer’in geldiğini görünce Anna Pavlovna’nın yüzünde bulunduğu yere yaraşmayan büyük bir şey karşısında gösterilen telaş ve korku belirmişti. Gerçi Piyer, gerçekten salondaki öbür erkeklerden iriceydi, ama bu korku ancak, onu bütün diğer çağrılılardan ayıran zeki, aynı zamanda ürkek, keskin ve doğal bir bakış yüzünden olabilirdi.
Anna Pavlovna, teyzesiyle ürkek ürkek bakışarak Piyer’e:
“Zavallı bir hastayı görmeye gelmiş olmanız büyük bir lütuftur, Bay Piyer,” dedi.
Piyer anlaşılmaz sözler mırıldandı, bir şey arar gibi başıyla selamlayarak sevinç ve neşeyle gülümsedi, halaya yaklaştı.
Anna Pavlovna’nın korkusu yersiz değildi; çünkü Piyer, çariçe hazretlerinin sağlığına ilişkin halanın söylediklerini sonuna kadar dinlemeden yürümüştü. Anna Pavlovna, onu alıkoymak için telaşla:
“Rahip Morio’yu tanıyor musunuz?” dedi. “Çok ilginç bir adam.”
“Evet, onun sonsuz barış planından söz edilir, ama gerçekleşmesi güç…”
Anna Pavlovna bir şey söylemiş olmak için ve gene ev sahipliğiyle ilgili işlerine dönmeye davranarak:
“Öyle mi sizce?” dedi.
Ama Piyer birincinin büsbütün tersi, ikinci bir kabalık etti. Önce karşısındakini sonuna dek dinlemeden yanından ayrılmıştı. Şimdiyse kendisinden ayrılması gerekeni lafa tutuyordu. Başını eğmiş, kocaman bacaklarını germiş rahibin planını niçin bir düş saydığını Anna Pavlovna’ya kanıtlamaya koyulmuştu.
Anna Pavlovna gülümseyerek:
“Sonra konuşalım,” dedi.
Görgü kurallarını bilmeyen bu delikanlıdan ayrılarak ev sahipligiyle ilgili işlerine döndü. Konuşmanın ateşliliğini yitirdiği noktaya yardıma koşmaya hazır bir konumda çevreye göz kulak olmaya başladı. Nasıl bir iplik atölyesi sahibi işçilerini yerli yerine yerleştirip atölye içinde gezinir, iğlerin birinde bir duralama, gıcırtılı ve gereksiz gürültülü bir ses ayrımsayınca hemen koşar, bunu durdurur ya da ona gereken devinimi verirse; bunun gibi, Anna Pavlovna….