Roman (Yabancı)

Yaşam ve Yazgı

yasam-ve-yazgi-vasili-grossmanGrossman’ın eseri, toprak altında yatanların sesi, baskı rejimlerinin yaşama ve özgürlüğe asla galip gelemeyeceğinin ölümsüz bir belgesi olmaya devam ediyor.

Sovyet Rusya’nın büyük yazarlarından ve tarihin en önemli savaş muhabirlerinden Vasili Grossman (1905-1964), başyapıtı Yaşam ve Yazgı’yı 1950’lerde kaleme aldı.

Ustası Tolstoy’un dev eseri Savaş ve Barış gibi, büyük bir muharebenin, İkinci Dünya Savaşı’ndaki Stalingrad Savunması’nın etrafında şekillenen bir dönem romanı olan Yaşam ve Yazgı, her şeye rağmen direnen insanların kaderini anlatmakla kalmıyor, Stalin Rusyası’nda yaşananları gerçekçi bir dille gözler önüne seriyordu.

Stalin’in ölümünden sonra yaşanan yumuşama döneminde kitabın yayımlanabileceğini düşünen Grossman, yanılıyordu. Yetkililer yazarı değil ama kitabı mahkûm etti. KGB müsveddelerine, hatta daktilo şeritlerine bile el koydu. Politbüro’dan Mihail Suslov’un deyişiyle, “Kitabın yayımlanabilmesi için en az 300 yıl geçmesi gerekiyordu.” Grossman, umutsuzluk ve hayal kırıklığı içinde, 1964’te öldü.

Ancak Yaşam ve Yazgı’nın yazgısı, yazarından farklı oldu. Kitabın iki kopyası daha vardı ve gizlice ülke dışına çıkarıldı; 80’lerden sonra Batı’da basıldığında, özellikle Fransa, İngiltere ve ABD’de büyük yankı uyandırarak zamanla bir milyonun üzerinde okura ulaştı.

VASİLİ SEMYONOVİÇ GROSSMAN, 1905’te Ukrayna’da, asimile olmuş Yahudi bir ailenin çocuğu olarak dünyaya geldi. Moskova’da kimya mühendisliği eğitimi gördü, Donbass havzasında kimya mühendisi olarak çalıştı. 1930’dan sonra yazar olmaya karar vererek öykü, roman ve oyunlar kaleme aldı. İkinci Dünya Savaşı’nın başından itibaren savaş muhabiri olarak Sovyet ordusuyla birlikte Moskova, Stalingrad, Kursk ve Berlin savaşlarına katıldı; özellikle Stalingrad Savunması sırasında yazdığı yazılar ve sergilediği cesaretle bir efsane oldu. Savaşın ardından, İlya Ehrenburg’la birlikte, Almanların, işgal altındaki SSCB topraklarında Yahudilere uyguladıkları vahşeti anlatan Çornaya Kniga (Kara Kitap) adlı çalışmayı hazırladı. İlk kez tanıklıklara dayalı bir belge niteliği taşıyan ve gerek tarihî, gerekse insani açıdan büyük öneme sahip bu kitap, Stalin’in “kozmopolitizm”e karşı başlattığı kampanya nedeniyle imha edilerek, ancak yıllar sonra gün ışığına çı- kabildi. Başyapıtı Yaşam ve Yazgı’yı 1960’ta bitiren Grossman, müsveddelerini Znamya dergisine verdi. Ancak roman reddedilmekle kalmadı, devlet güvenlik organları romanı mahkûm ederek ilgili her şeye el koydu. Grossman, yaşamının son on yılını Sovyet rejiminin yoğun baskısı altında, eserlerinin hemen hemen hiçbirinin yayımlandığını göremeden geçirdi ve 1964’te Moskova’da umutsuzluk içinde öldü. Ne ki Yaşam ve Yazgı, rejim muhalifleri tarafından ülke dışına çıkarıldı ve bazı eksikliklerle de olsa ilk kez 1980’de, İsviçre’de basıldı. Başyapıtı Yaşam ve Yazgı, yetmiş yıl sonra yüzbinler tarafından okunan, eleştirmenlerce “yirminci yüzyılın Savaş ve Barış’ı” olarak nitelendirilen Grossman, aynı zamanda tarihin en önemli savaş muhabirlerinden biri olarak kabul edilir. Ölümünden sonra derlenerek yayımlanan İkinci Dünya Savaşı yazıları, eleştirmen ve tarihçiler tarafından bu alandaki en önemli çalışmalardan biri olarak kabul edilir.

1. kitap

1

Toprağın üzerine sis çökmüştü. Otomobil farlarının ışığı, şose boyunca uzanan yüksek gerilim tellerinde yansıyordu. Yağmur yoktu, ama şafak vakti toprak nemliydi ve kırmızı trafik ışığı yandığında ıslak asfalt üzerinde belli belirsiz kırmızımsı bir leke oluşuyordu. Kampın soluk alıp verişi kilometrelerce öteden hissediliyor, teller, şoseler ve demiryolları gitgide yoğunlaşarak kampa doğru uzanıyordu. Düz çizgilerle dolu bir boşluktu bu; toprağı, sonbahar havasını, sisi kesen dikdörtgen ve paralelkenarlardan oluşan bir boşluk.

Uzaklardan ağır ve alçak siren sesleri duyuluyordu. Şose, demiryoluna doğru yaklaştı ve çimento torbaları taşıyan kamyon kafilesi sonu gelmez bir yük katarıyla hemen hemen aynı hızda bir süre yol aldı. Asker kaputu giymiş şoförler, yanlarından geçen dizi dizi vagonlara, soluk lekeler halindeki insan yüzlerine bakmıyorlardı. Sisin içinden betonarme direkler arasına gerilmiş sı­ ra sıra tellerden oluşan kamp çiti ortaya çıktı. Barakalar, geniş ve düz sokaklar oluşturarak uzanıyordu. Barakaların tekdüzeliği çok büyük bir kampın zalimliğini ortaya koyuyordu.

Milyonlarca Rus köy evi arasında birbirine tıpatıp benzeyen iki tane ev yoktur, olamaz da. Hepsi hayat doludur ve benzersizdir. İki insanın, iki yabangülü çalısının birbirinin aynısı olması düşünülemez… Yaşamın özgünlüğünün ve kendine özgü özelliklerinin kaba kuvvetle silinmek, yok edilmek istendiği yerlerde yaşam söner.

Kır saçlı makinistin dikkatli, küçümseyerek bakan gözleri beton direklerin, –üzerinde hareketli projektörler olan başka yüksek direklerin, içinde camdan bir fanusla üstü örtülmüş makineli tüfeğin yanında bir askerin nöbet beklediği– beton kulelerin bir görünüp bir kayboluşunu izliyordu. Makinist, yardımcısına göz kırptı, lokomotif uyarı düdüğü çaldı. Elektrikle aydınlatılmış kulübe, aşağı indirilmiş, çizgi çizgi boyalı parmaklığın önündeki araba sırası, trafik ışığının kırmızı boğa gözü bir an görünüp kayboldu.

Karşı yönden gelen bir katarın düdük sesleri duyuldu uzaktan. Makinist, yardımcısına, “Zucker geliyor, korkunç sesinden tanırım onu, yükünü boşaltmış, boş vagonları Münih’e götürüyor,” dedi. Boş katar gümbürdeyerek, kampa giden katarla aynı hizaya geldi, parçalanan hava çatırtılı bir ses çıkardı, vagonların arasından gri ışıklar göz kırptı, sonra yine bir boş- luk ve sonbahar sabahının ışığı, yırtık bez parçaları olmaktan çıkıp, düzgün uzanıp giden bir kumaş halinde birleşti. Makinist yardımcısı, küçük cep aynasını çıkarıp bir şey bulaşmış olan yüzüne baktı. Makinist, bir el hareketiyle ondan aynayı istedi.

Makinist yardımcısı kaygılı bir sesle şöyle dedi:
“Ah, genosse1 Apfel, inanın bana, şu vagonların dezenfeksiyon işi olmasaydı, sabahın dördünde değil, öğlene doğru canımız çıkmış olarak geri dönebilirdik. Sanki kavşak merkezinde dezenfeksiyon işi yapılamazmış gibi.” Dezenfeksiyonla ilgili sonu gelmeyen konuşmadan yaşlı adama bıkkınlık gelmişti. “İşine bak,” dedi, “bizi yedeğe vermiyorlar, dosdoğru ana boşaltma alanına gidiyoruz.”

2

Mihail Sidoroviç Mostovskoy’un bildiği yabancı dilleri II. Komintern Kongresi’nden sonra ilk kez ciddi olarak Alman kampında kullanması gerekmişti. Savaştan önce, Leningrad’da yaşarken arada bir yabancılarla konuşurdu. Londra ve İsviçre’deki göçmenlik yılları aklına geldi; oralarda, devrimci gruplar içinde pek çok Avrupa dili konuşulur, tartışılır, şarkılar söylenirdi.

Ranza komşusu İtalyan papaz Gardi, Mostovskoy’a, kampta elli altı farklı ulustan insanın yaşadığını söylemişti. Yazgı, yüz ve giysi rengi, ayak sesleri, şalgamdan ve Rus tutukluların “balık gözü” dedikleri yapay hintirmiğinden yapılmış ortak çorba. Kamp barakalarının on binlerce sakininde bunların hepsi aynıydı. Yöneticiler açısından kamptaki insanlar numaraları- na ve ceketlerinin üzerine dikilmiş bez şeridin rengine bakarak birbirinden ayrılıyordu: Siyasilerinki kırmızı, sabotajcılarınki siyah, hırsız ve katillerinki yeşildi. İnsanlar, dilleri farklı olduğu için birbirlerini anlamı- yorlardı ama aynı yazgı onları birleştiriyordu. Moleküler fizik ve eski elyazması uzmanları, kendi adını bile yazamayan İtalyan köylülerle ve Hırvat çobanlarla yan yana ranzalarda yatıyorlardı. Bir zamanlar aşçıya kahvaltı hazırlamasını buyuran ve iştahının olmadığını söyleyerek kâhya kadını telaşa düşüren nazlı biriyle tuzlu morina balığı yemiş biri tahta tabanlarını takırdatarak yan yana çalışmaya gidiyorlar ve Kostträger’in, yani bloklarda kalan Rusların “kostrig” diye adlandırdıkları karavana taşıyanların hasretle yolunu gözlüyorlardı.

Kamp insanlarının yazgılarındaki benzerlik, farklı- lıktan doğuyordu. Tozlu bir İtalya yolunun kıyısındaki küçük bahçeli bir geçmişin hayali, Kuzey Denizi’nin sı- kıntılı uğultusuyla ya da Bobruyska bölgesinde komuta heyetinin evindeki portakal rengi kâğıt abajurla birleşiyordu. İstisnasız bütün tutukluların geçmişi harikaydı.

Bir insanın kamp öncesi yaşamı ne kadar zor geç- mişse o kadar çok yalan söylüyordu. Bu yalan pratik amaçlara değil, özgürlüğün övülmesine hizmet ediyordu: İnsan kamp dışında nasıl mutsuz olabilirdi… Bu kamp, savaştan önce siyasi suçlular kampı olarak biliniyordu. Nasyonal Sosyalizm tarafından yaratılmış yeni bir siyasi mahkûm tipi ortaya çıkmıştı: Suç işlememiş suçlular. Mahkûmların çoğu arkadaşlarıyla konuşurken Hitler rejimi hakkındaki eleştirilerini dile getirdikleri, politik içerikli fıkra anlattıkları için kampa düşmüşlerdi. Bildiri dağıtmamışlar, yasadışı partilere üye olmamışlardı. Bunları yapabilecek olmakla suçlanıyorlardı.

Savaş sırasında savaş tutsaklarının siyasi toplama kampına kapatılması da faşizmin bir yeniliğiydi. Almanya toprakları üzerinde uçağı düşürülmüş İngiliz ve Amerikalı pilotlar, Gestapo’nun ilgisini çeken Kızıl Ordu komutanları ve komiserleri buradaydı. Onlardan bilgi, işbirliği, konsültasyon, her tür beyannamenin altına imza istiyorlardı.

Kampta sabotajcılar, yani askerî fabrika ve inşaatlardaki işlerini izinsiz olarak bırakan devamsız işçiler vardı. Kötü çalıştıkları için işçilerin toplama kamplarına kapatılması da Nasyonal Sosyalizmin bir buluşuydu.

Kampta ceketlerinde leylak rengi kumaş parçası olan insanlar vardı. Bunlar faşist Almanya’dan kaçan Alman sığınmacılardı. Bu da faşizmin bir yeniliğiydi: Almanya’yı terk eden biri, yurtdışında rejime bağlılığını istediği kadar göstersin yine de politik düşman sayılıyordu. Ceketlerinde yeşil şerit olanlar, yani yankesiciler ve hırsızlar, politik kamptaki ayrıcalıklı kesimdi; komutanlık, siyasilerin gözetimi konusunda onlara güveniyordu. Bir adi tutuklunun politik tutuklu üzerindeki üstünlüğü de Nasyonal Sosyalizmin bir yeniliği olarak ortaya çıkıyordu.

Kampta, birbirine benzer bir yazgıya karşılık gelecek bez renginin henüz icat edilmediği, her birinin yazgısı kendine özgü insanlar bulunuyordu. Yılan oynatıcısı bir Hindu’ya da, Alman resim sanatını öğrenmek için Tahran’dan gelmiş bir İranlıya da, fizik öğrencisi bir Çinliye de Nasyonal Sosyalizm ranzada yer, bir tas sulu çorba ve bataklıkta on iki saatlik çalışma hazırlamıştı.

Trenlerin ölüm kamplarına, toplama kamplarına hareketi gece gündüz devam ediyordu. Tekerleklerin takırtısı, lokomotiflerin homurtusu, giysilerine dikilmiş beş rakamlı mavi numaralarıyla çalışmaya giden yüz binlerce kamp sakininin ayakkabılarının çıkardığı gürültü yayılı- yordu havaya. Kamplar Yeni Avrupa’nın kentleri olmuş- tu. Kendine özgü planlarıyla, sokakları ve meydanlarıyla, hastaneleriyle, pazarları ve bitpazarlarıyla, krematoryumları ve stadyumlarıyla büyümüş ve genişlemişlerdi. Kentlerin kenar mahallelerinde bulunan eski hapishaneler, bu kamp-kentlere göre, bu kremasyon fırınlarının üzerindeki insanın aklını kaçırtan siyahımsı kızıllığın yanında ne kadar saf, ne kadar sevecen, ne kadar babacan görünüyordu.

Yığınla mahkûmu yönetmek için çok büyük, neredeyse milyonluk gözetici ve gardiyan ordularının gerekti- ği düşünülebilir. Ama öyle değildi. Barakaların içinde haftalarca SS üniformalı hiç kimse görünmüyordu! Kampkentlerde polislik görevini bizzat mahkûmlar üstlenmiş- lerdi. Barakalardaki iç düzeni bizzat mahkûmlar takip ediyorlardı, kendi karavanalarına çürük ve donmuş da olsa bir tanecik patatesin girmesini, iri, güzel patateslerinse ordunun erzak depolarına gönderilmek üzere ayrılmasını takip ediyorlardı.

Mahkûmlar kamp hastanelerinde ve laboratuvarlarında hekim, bakteriyolog, kamp kaldırımlarını süpüren bekçi, kampın ışığını, ısısını, kamp arabalarının yedek parçasını sağlayan mühendislerdi.

Acımasız ve çalışkan kamp polisi, yani sol kollarına sarı pazubent takan kapo’lar, kamp çavuşları, blok çavuş- ları, baraka çavuşları, kampın genel işlerinden geceleri yatakhanelerde meydana gelen tek tek olaylara kadar kamp yaşamının tüm hiyerarşisini denetimleri altında tutuyorlardı. Mahkûmlar, kamp devletinin gizli işlerine, hatta ölüme gönderilecek kişilerin listelerinin oluşturulmasına, mahkûmların dunkelkamera, yani “karanlık oda” denilen beton hücrelerde sorgulanmasına katılıyorlardı. Kamp yöneticilerinin hepsi bir anda ortadan kaybolsa bile mahkûmlar, kimsenin kaçmaması, çalışmaya devam etmesi için tellerdeki yüksek gerilimi kesmeyip sürdürecekmiş gibiydiler sanki.

Kapo’lar ve blok çavuşları komutanlığa hizmet ediyorlardı, ancak arada sırada üzülüp iç çekiyorlar, hatta zaman zaman kremasyon fırınlarına gönderdikleri insanlar için gözyaşı döküyorlardı… Ancak bu ikili davranış kendi adlarını listeye koyacak noktaya varmıyordu. Mihail Sidoroviç’e asıl uğursuz ve iç karartıcı gelense Nasyonal Sosyalizmin, kampa halktan uzak, tek gözlüğünün ardından burnu havada bakan biri gibi gelmemiş olmasıydı. Nasyonal Sosyalizm kamplarda yakın bir dost gibi, bir akraba gibi yaşıyor, kendini basit halktan ayrı tutmuyor, halkın yaptığı şakaları yapıyor ve yaptığı şakalara da gülünüyordu. Halktan biriydi ve basit davranıyordu, özgürlükten yoksun bıraktığı insanların dilini de, ruhunu da, aklını da çok iyi biliyordu.

3

Mostovskoy, Agripinna Petrovna, askerî hekim Levinton ve şoför Semyonov, bir ağustos gecesi Stalingrad’ın kenar mahallelerinden birinde Almanlar tarafından tutuklandıktan sonra piyade tümeninin karargâhına götürülmüşlerdi.

Agripinna Petrovna’yı sorguya çektikten sonra salı- vermişlerdi ve çevirmen, jandarma görevlisinin emriyle ona bir nohut ekmeğiyle iki kırmızı renkli otuz rublelik vermişti; Semyonov’u Vertyaçiy köyü bölgesindeki kampa gönderilen tutsaklar kafilesine kattılar. Mostovskoy ve Sofya Osipovna Levinton’u ordu grup karargâhına götürdüler.

Mostovskoy, Sofya Osipovna’yı son kez burada gördü. Sofya Osipovna, kepsiz, rütbeleri koparılmış olarak tozlu avlunun ortasında duruyordu ve gözleriyle yüzünün sert, öfkeli ifadesi Mostovskoy’u büyülemişti.

Mostovskoy’u üçüncü sorgulamadan sonra bir katarın tahıl yüklendiği tren istasyonuna yaya olarak götürdüler. On tane vagon, Almanya’ya çalışmaya gönderilen genç kız ve erkekleri taşıyordu. Mostovskoy trenin hareketi sırasında kadın sesleri duyuyordu. Tahta sıralı bir vagonun küçük hizmet kompartımanına kapattılar onu. Eşlik eden asker kaba değildi, ama Mostovskoy soru sorduğunda yüzünde bir sağır dilsiz ifadesi beliriyordu. Bununla birlikte askerin sadece Mostovskoy’la ilgilendiği hissediliyordu. Sanki deneyimli bir hayvanat bahçesi gö- revlisi, trenle yolculuk eden bir vahşi hayvanın içinde kımıldadığı, hışırdadığı sandığı suskun, sürekli bir gerilim içinde izliyordu. Tren Polonya genel valiliğinin topraklarında ilerlediği sırada kompartımana yeni bir yolcu; saçları kırlaşmış, uzun boylu, yakışıklı, gözleri acıklı acıklı bakan ve dudakları bir delikanlınınki gibi şiş Polonyalı bir piskopos gelmişti. Gelir gelmez Mostovskoy’a Hitler’in Polonyalı din adamları üzerindeki baskısını anlatmaya başladı. Rusçayı kuvvetli bir aksanla konuşuyordu. Mihail Sidoroviç’in Katolikliğe ve Papa’ya sövüp saymasından sonra sustu, Mostovskoy’un sorularına Polonya dilinde kısa yanıtlar verdi. Birkaç saat sonra onu Poznan’da trenden indirdiler.

Mostovskoy’u Berlin’den ötede bir kampa götürdü- ler… Gestapo’nun özellikle ilgisini çeken tutukluların bulundurulduğu blokta sanki aradan uzun yıllar geçmiş gibiydi. Özel blokta yaşam çalışma kampındakine göre daha karnı tok geçiyordu, ama olsa olsa laboratuvarlarda işkence çeken kobaylarınki kadar kolay bir yaşamdı. Nö- betçi, kapıdan birine sesleniyor; bir arkadaşı kârlı bir takas öneriyor, tayınına karşılık tütün vereyim diyormuş. Adam, keyfinden için için gülerek ranzasına geri dönü- yor. İkinci bir adama da aynı şekilde sesleniliyor; o da sohbeti yarıda kesip, kapıya gidiyor, sohbet ettiği kişi de artık anlattığı hikâyenin sonunu beklemiyor. Ertesi gün yatakhaneye kapo geliyor, nöbetçiye pılısını pırtısını toplamasını emrediyor ve birisi, baraka çavuşu Keyze’ye bo- şalan ranzaya geçip geçemeyeceğini bir lütuf bekler gibi soruyor. Ölüme gideceklerin listelerinin hazırlanması cesetlerin yakılması ve kampın futbol takımları üzerine yapılan konuşmaların –en iyi takım Bataklık Askerleri, yani Moorsoldaten’di, en güçlü revir takımı, Mutfak Takımı’nın hücumu kötüydü, Polonya takımı Pratsefiks’in savunması yoktu– kaba bir şekilde birbirine karışması sı- radan bir hale gelmişti. Yeni bir silahla ilgili, Nasyonal Sosyalist liderler arasındaki anlaşmazlıklarla ilgili onlarca, yüzlerce söylenti sıradanlaşmıştı. Söylentiler her zaman güzeldi, yalanlarla doluydu, kamp ahalisinin afyonuydu.

4

Sabaha karşı kar yağdı ve öğlene dek erimeden kaldı. Ruslar hem sevindiler, hem üzüldüler. Rusya soluğunu onlardan yana üflemiş, zavallı, halsiz ayaklarının altına analarının şalını atmış, barakaların çatılarını beyaza boyamış, barakalar uzaktan köydeki evleri gibi görünmüştü. Fakat bir an parlayan sevinç kederle karışmış, kederin içinde boğulmuştu. Nöbetçi İspanyol asker Andrea, Mostovskoy’un yanı- na geldi ve kırık dökük bir Fransızcayla yazıcı olan bir arkadaşının Mostovskoy’la ilgili bir evrak gördüğünü, ama yazıcının bu evrakı okuyacak zaman bulamadığını, kalem müdürünün evrakı yanına aldığını söyledi. “İşte hayatımla ilgili karar bu kâğıt parçasında,” diye düşündü Mostovskoy ve sakinliğine sevindi. “Olsun önemli değil,” dedi Andrea fısıltıyla, “hâlâ öğrenebiliriz.” “Kamp komutanından mı?” diye sordu Gardi ve iri gözleri alacakaranlıkta kara kara parladı. “Ya da bizzat SS subayı Liss’ten mi?”

Yazar

BENZER İÇERİKLER

Pasaklı Tanrıça

Editor

Ekmeğimi Kazanırken

Editor

Agatha Christie – Şeytan Dönemeci

Editor

Yorum bırak

* Bu formu kullanarak yorumlarınızın bu web sitesi tarafından saklanmasını ve yayınlanmasını kabul etmiş olursunuz.

İnternet sitemizden en iyi şekilde faydalanabilmeniz ve internet sitemize yapacağınız ziyaretleri kişiselleştirebilmek için çerezlerden faydalanıyoruz. İstediğiniz zaman çerez ayarlarınızı değiştirebilirsiniz. Kabul et Daha fazla oku

Gizlilik ve Çerez Politikası