Roman (Yabancı)

Mısır Kraliçesi Kleopatra’nın Anıları

kaleopatranin-anilari

Tarihi romanların usta yazarı Margaret George, ihtişamlı bir krallığın güçlü ve ihtiraslı kraliçesi Kleopatra’nın yaşamını “Mısır Kraliçesi Kleopatra’nın Anıları” adlı romanıyla hayata geçirmektedir. Nil’in kraliçesinin macera dolu yaşamı, zengin dil yapısı ve detaylı anlatımıyla okuyucunun damağında farklı bir lezzet bırakmaktadır. İhaneti, hırsı ve tutkuyu küçük yaşta tadan Kleopatra, yirmi bir yaşında çıktığı yolculuğunda dünyanın en güçlüadamı Julius Sezar ile karşılaşmış ve aralarındaki aşk, Sezar’ın suikaste kurban gittiği güne kadar devam etmiştir. Ardından ikinci güçlü adam Marc Antony ile yaşadığı büyük aşkın sonunda yaşamına kendi eliyle son vermiş ve ölümü Roma caddelerinde zafer şenlikleriyle kutlanmıştır. Okuyucuyu bilmediği ve görmediği diyarlarda gezdiren bu romanı okurken, doğunun gizemli ve büyüleyici atmosferinden çok etkilenecek, elinizden bırakamayacaksınız.

Çok sıcaktı. Rüzgar esiyordu. Denizin mavi suları dans ediyordu, dalgalarının sesini duyuyordum. Sesleri hâlâ kulaklarımda, hepsini görüyorum, hissediyorum. Dudaklarımın üzerinde ince bir tabaka oluşturan nemli tuzun, yakıcı saf tadını bile alıyorum. Gözlerimi güneşten korumak için elini alnıma siper edip, göğsüne bastırmış olan annemin, uyuşturan, teskin eden teninin kokusu, buradaymış kadar yakın geliyor burnuma. Kucağında beni sallarken, sandalımız da sağa sola yatıyor, çift taraflı salınım içinde olduğumu hissediyorum. Bu çalkalanma daha çok uykumu getiriyor, suyun çalkantı sesleri, özenle sarmalandığım Örtü gibi her yanımı sarıyor. Şefkat ve ihtimamla konmuyorum, o sırada güvendeyim. Hatırlıyorum. Her şeyi hatırlıyorum…
Derken anılanın birden benden ayrılıyor, baş aşağı oluyorum, ters dönüyorum, sandalımız da öyle olmalı. Annem gitmiş, havada boşluktayım ve hızla suya düşüyorum, bir süre sonra başka bir et beni yakalıyor ama diğerinden çok daha güçlü, iyice suya gömülüp, nefessiz kaldığım sırada, beni sımsıkı kavrayıp, yukarı çekiyor. Ve su şapırtıları… Bu sesleri hile duyuyorum, mucizevi kurtuluşumun kısa ve keskin feryatları hâlâ kulaklarımda çınlıyor.
Annemin limanda boğulduğu günü, henüz üç yaşma bile girmemiş olan bir çocuğun hatırlamasının mümkün olamayacağını söylüyorlardı. Feci kaza, havanın böylesine salon olduğu bir günde nasıl olmuştu? Sandalı mı bozmuşlardı? Onu birisi mi itmişti? Hayır, sandalın İçinde ayakta durmaya çalışırken, dengesini yitirip denize düşmüştü ve yüzme bilmiyordu, bunu öğrenmenin artık çok geç olduğu felaket gününe kadar, yüzemediği fark edilmemişti; o halde niye sürekli denize açılıyordu? Çünkü seviyordu bu kadıncağız, zavallı talihsiz kraliçe, tıpkı müziği ve doğanın renklerini sevdiği gibi, denizi de seviyordu…
O günden itibaren, içinde korkuyu saklayan, parlak mavi renkte kocaman bir balon gibi gördüğüm deniz, tek yenik düştüğüm düşmanım olmuştu; onu her gördüğümde, dalgalarıyla üzerlerini örterek aniden içine çektiği, sandaldaki iki kadının çaresiz çığlıklarını hatırlıyordum. O gün kurtarmak üzere bir kişinin denize daldığım ama onun da sürüklenerek boğulduğunu söylüyorlar. Böylece yaşaması gereken kişi için, iki kişi ölmüştü. Benim yerime deniz onu yutmuştu. Annemin güvenli kucağından sonra, onu kaybetmiş olmanın acısı ve bedenimde yabancı birinin ellerini hissetmenin içgüdüsel korkusuyla feryat ettiğimi, tırmaladığımı, tekmeler savurduğumu ve kucaklarından fırlayıp gitmeye çalıştığımı söylüyorlar; ancak beni sudan çıkartan dadımın güçlü kollarında sakinleşmişim.
Sırtıma vurulduğunu ve ardından düz bir zemine sırt üstü yatırıldığımı hatırlıyorum; göz kamaştırıcı mavilikteki denizin üzerine rengini yansıtmış gök kubbeye gözlerimi dikerek, kurtulmamın mümkün olamayacağını anladığım ellere teslim olmuş yatıyordum.
Beni yatıştıracak biri bekleniyordu ama korkudan dehşete düşmüş küçük bir çocuğu, annesinden başka kimse teselli edemezdi. Kaçmamı engellemek için benimle aşın ilgileniyorlardı. O güne ait her şeyi hatırladığımı, hatta kurtulmaya bile çalıştığımı söylediğimde, o yaştaki bir çocuğun bunları hatırlamasının, hele ki böyle bir şey yapmasının mümkün olamayacağını iddia ediyorlardı. Ama yapmıştım. Annemin şefkatli kollarının arasından fırlayıp suya düştüğümde, hızla kıyıya sürüklenen sandalın kenarına tutunmaya çalışmamın, kurtulma girişiminden başka bir yorumu olamazdı.
Birkaç gün sonra, yankılı ve bana her köşesinden ışıklar fışkırıyormuş gibi görünen çok büyük bir odaya götürülmüştüm. Rüzgarın uğultusu, içerdeki derin sessizliğe yayılmıştı. Burası bir odaydı ama sanki Tanrı’dan başka kimsenin girmeye izinli olmadığı, tepesi gökyüzüne açılan türden özel bir odaya benziyordu. Burası tsis’in tapınağıydı ve dadım ite kaka beni büyük bir heykelin önüne götürmeye çabalamıştı. Topuklarımla yeri kazırcasına gitmemekte direndiğimi ve sonunda parlak mermerlerin üzerinden neredeyse sürüklenerek zorla oraya götürüldüğümü hatırlıyorum.
Oldukça yüksek kaidesi olan heykelin heybetli bir görüntüsü vardı. Boyumun hizasına gelen yerde sadece iki büyük beyaz ayak görebiliyordum. Güçlükle görmeye çalıştığını yüzü gölgeler arasında kaybolmuş gibiydi. Avuçlarımın arasındaki çiçek demetini düşürmemek için sımsıkı tuttuğum ellerimi çekiştiren dadım, “Çiçeklerini onun ayaklarının dibine koy” dedi.
Ama onları elimden bırakmak istemiyordum, çiçeklerimi oraya koymak İstemiyordum.
“Bu Isis” dedi dadım, biraz önceki otoriter ses tonu, yerini şefkate bırakmıştı. “Onun yüzüne bak. Bak sana bakıyor. O seni hep koruyacak. O senin annen.”
O muydu? Yüzüne bakmaya çalıştım ama çok yükseğimde ve benden oldukça uzakta kalan yüzü, anneminkine pek benzemiyordu. Dadım yine aynı emreden ses tonuyla “Çiçekleri ona ver” dedi.
Bu sert talimat üzerine, topuklarımın üzerinde yükselerek, kaidenin boyumun yettiği yerine kadar uzanıp, elimdeki küçük demeti oraya yavaşça bıraktım. Ardından bana gülümsediğini umarak ona tekrar bakmaya çalıştım ama en azından öyle yaptığını hayal etmekle yetinmek zorundaydım. Böylece isis, o günden itibaren benim annem, ben de onun kızı olmuştum.
Küçük yaşta kaybettiğim annem olan kraliçenin adı Kleopatra’ydı ve onun adını taşımaktan gurur duyuyordum. Ama yalnızca annemin adı olduğu için değil, her durumda onur duymam gerektiğini biliyordum; bu isim tarihin en büyük sülalesinin şerefli adıydı ve kökleri çok eskiye dayanıyordu. Makedonyalı Büyük İskender’in I. Ptolemy ile aynı soydan gelmesi nedeniyle, onunla kan bağı olan çok büyük bir hanedanın mensubuydum. Bu durum, geçmişi zaferlerle dolu “muzaffer atalarım” anısına, yaşamım ve hükümdarlığım boyunca bu ada hürmet edilmesini sağlamam ve bunu ölene dek yegane görevim bileceğime dair ant içmem anlamına geliyordu. Nitekim benim için her şeyden kutsal olan görevimi yerine getirdim, atalarımın mirasına ve Mısır’a sahip çıktım, onu hep korudum.
Ailemizde ki bütün kadınların adı Kleopatra, Berenice ya da Arsinoe’ydi. Bu isimler, köklerimizin ana yurdu Makedonya’dan geliyordu. Benden büyük iki kız kardeşimden en büyüğünün adı Kleopatra, diğerininki Berenice, küçük kız kardeşimin ise Arsinoe idi.
Küçük kız kardeşim Arsinoe bu benden küçük başka bir kardeşimin daha olduğu anlamına geliyor kraliçe Kleopatra’nın ani ölümü üzerine dul kalan ve yeniden evlenmeye ihtiyaç duyan kralın yeni eşinden doğmuştu. Yeni kraliçe bununla yetinmeyip, daha sonra kağıt üzerinde “evlendirileceğim” iki erkek çocuk daha dünyaya getirmişti. Ama doğumun akabinde ölünce, babam yine dul kalmış ve artık evlenmemişti.
Babamın yeni karısını önemsemiyordum; benden yalnızca üç yaş küçük olan kız kardeşim Arsinoe için de aynı hisleri taşıyordum. Daha çok küçükken bile şeytan gibi kurnaz ve yalancı bir çocuktu, sürekli sızlanır ve her şeyden şikayet ederdi. Güzelliği sevimsiz karakterinin göz ardı edilmesine yeterli olmuyordu; herkesi hiddetlendirip “bu hain bakışları kimden almış bu çocuk?” dedirtecek kadar kötü huylu bir kızdı. Daha beşiğinde yatarken kibirli olması gerektiği öğretilmiş olmalıydı; prenses olmayı Tanrı’nın ona verdiği güzel bir hediye olarak takdir etmek yerine, daima kullanımına hazır bir güç olarak görüyordu.
En büyük kız kardeşim Kleopatra on, Berenice ise sekiz yaş benden büyüktü. Babamın yeniden evlenmeyişi, iki kız kardeşin benden daha uzun bir süre, bize annelik yapacağını gösteriyordu; bu yüzden çok mutlu olduklarını dile getiriyorlardı. Ama aslında bu durumdan pek de hoşnut gibi görünmüyorlardı. En büyüğü aksi ve geçimsizdi, çarpık bedeniyle bir çeşit yaratığı çağrıştırıyordu; bu tuhaf görünüşü bende korku yarattığından, onu her hatırlayışımda tüylerim ürperir. Berenice’ye gelince; geniş omuzları, erkeksi kaba sesi, normal yürürken bile yeri sarsan koca ayaklarıyla, tam bir dişi boğaya benziyordu. Onu şimdi hatırladığımda, atalarımızdan Kral III. Ptolemy ile evlenen ve iki yüz yıllık hükümdarlıkları boyunca güzelliği masallara konu olmuş, saray şairlerinin eserlerini vakfettiği, narin ve zarafet timsali adaşı II. Berenice ile hiç ilgisi olmadığını düşünüyorum. Kırmızı suratlı ve sürekli homurdanan Berenice, edebi eserlere ilham kaynağı olmaktan kesinlikle çok uzak bir görünüşe sahipti.
Bütün bunları bilerek, babamın en gözde kızı olmanın zevkini çıkarıyordum. Çocuklar bunu nasıl anlayabilir diye sakın sormayın bilirler, ebeveynleri ne kadar saklamaya çalışırsa çalışsın, onların gönlündeki konumlarını hemen keşfederler. Belki de benim ayrıcalığım, Kleopatra ve Berenice gibi iki tuhaf görünüşlü kızın ardından gelen üçüncü kız çocuk olarak, onlarla hiçbir benzerlik taşımıyor olmamdı. Gerçi Arsinoe çok güzeldi ama ne kadar güzel olursa olsun, babamın kalbindeki yerimin önüne kimse geçemezdi. Dönüşünde, önemsediği tek evladı olduğumu sergilemesinden, zaten bu gayet açık anlaşılmıştı.
Ama her ne kadar kabul etmek istemesem de bir şeyi itiraf etmeliyim: Kendi çocukları da dahil olmak üzere, topraklarımız dışındaki dünyanın geri kalanı, babamı komik ya da zavallı buluyordu. Hatta her ikisi de denilebilir. Yakışıklı, herkese tepeden bakan, çekingen bir adamdı; yatıştırıcı, teselli edici ve iyi huylu biriydi ama öfkelendiğinde aniden bu kimliğinden sıyrılıp, ürkütücü bir görünüme bürünüverirdi. Bu iki ruhluluğu karşısında şaşıran insanlar, onu kişiliğini oturtamamış olmakla suçluyorlardı. Onun asil kişiliği oyunculuğa eğilimliydi, o aslında bir flütçü ve dansördü, şu anki görevi ise ona yalnızca atalarından miras kalmıştı. İlkini içinden gelerek, İsteyerek yapıyordu. İkincisi ise onun için talihsiz bir verasetten başka bir şey değildi. Ama bu onun suçu değildi; yine de tahta çıkıp ülkesini idare etmenin üstesinden geliyordu, nitekim parçalayıcı çenesiyle vahşi bir köpek balığına benzeyen Roma’nın karşısında, ülkesini elinde tutabilmek için zaman zaman vakurluğu göz ardı eden davranışlarda bulunması da gerekiyordu. Bunların içinde kendisini küçük düşürmek, yaltaklanmak, tehlike anında erkek kardeşinden feragat etmek, büyük rüşvetler vermek ve ona zarar verecekleri gün gibi aşikar olan rakiplerinden nefret, etse bile, yakın ilişkiye girerek onların kalplerini fethetmek vardı. Bu zorunlu davranışlar, onun hem başkalarınca sevilmesine, hem de kendisini güvende hissetmemesine neden oluyordu. Böyle bir adamın, dertlerini unutmak için Dionysos’una sığınmasına ve kendisini şarap içip eğlenmeye vermesine niye şaşırıyorlardı? Avunmak için farklı arayışlar içine girse de, aşağılansa da, sonuçta bunların semeresini topluyordu.
Babamın Büyük Pompeus” adına verdiği muhteşem ziyafette aşağı yukarı yedi yaşındaydım, Romalıları görmek için içimde büyük bir heves vardı; gerçek Romalıları, tehlikeli olanlarını, bunlar her gün İskenderiye’de gördüğümüz, kimseye zararı dokunmadan yalnızca işini yapan tüccarlardan ve alimlerden farklıydılar. Onları görmek için, bu ziyafete bende katılmak istiyordum, ısrarlarım babamı sinirlendirmişti ama sonunda onu ikna edeceğimi biliyordum; çünkü ondan rica ettiğim her şeyin bir nedeni olduğu kanısındaydı.
“Onları görmek istiyorum” dedim. “Ünlü Pompeus acaba nasıl biri?”
Dünya üzerinde bize ait toprakların büyük bir kısmını silip süpürdüğünden beri, Pompeus’tan herkesin ödü kopuyor, adını duyduklarında tir tir titriyorlardı. İlkin Pontus’ta zorlu bir ayaklanmayı bastırmış, daha sonra güneye Syria’ya inmiş ve uzun yıllar bu bölgede hüküm sürmüş Seloisid imparatorluğunun kalıntılarını topraklarına katarak, burayı bir Roma eyaletine dönüştürmüştü.
Neredeyse bütün dünya Roma eyaletine dönüşmüş gibi görünüyordu. Roma yıllar önce buradan oldukça uzakta, Akdeniz’in diğer tarafında yer alıyormuş, önce yaşadıktan bölgedeki yerleşim yerlerini kuşatıp, kendi topraklarına katmışlar. Ardından başkalarının bölgesine göz dikmişler, sayısız saldırılar sonucunda oraları da ele geçirmeyi başarmışlar ve böylece her yöne doğru sınırlarını genişletmişler, tıpkı bir ahtapotun kollan gibi. Batıda İspanya, güneyde Kartaca, doğuda Yunanistan’a kadar gidip, eyalet sayılarını arttırmışlar, genişledikçe genişlemiş, büyüdükçe büyümüşler. Topraklarının hacmi genişledikçe, iştahları daha da kabarmış.
Çerez olarak gördükleri Bergama, Karya gibi küçük krallıklar, onlar için hep kolay lokma olmuş. Eski uygarlıkların uzun yıllar üzerinde yaşadığı zengin İskenderiye topraklarıysa, her zaman bitmek bilmez açlıklarını dindiren, en gözde bölgeleriymiş.
Bir zamanlar İskenderiye’yi içine alan bu toprakları bölüp üç ayrı krallık olarak hüküm sürmüşler; onun üç generali ve soyundan gelenler tarafından yönetilen bu topraklar Makedonya, Suriye ve Mısır’mış. Bunların sayısı daha sonra ikiye inmiş. Suriye’nin ele geçirilmesinden sonra, geriye yalnızca Mısır kalmış. Şimdi sıra Mısır’daydı, artık burayı topraklarına ilave etmenin zamanı gelmişti. Pompeus’un en büyük arzusu buydu. Ülkesini korumak İsteyen babam, Pompeus’un gücünü, ancak onunla işbirliği yaparak kırabiliyordu. Bu nedenle Pompeus’un son kurbanı, en yakın komşumuz Judaea’yı ezmesi için, bir süvari birliğini ona takviye kuvvet olarak göndermek zorunda kalmıştı.
Evet bu gerçekten çok utanç vericiydi. Bu durumda, kendi halkının ondan nefret etmesine hayret etmemek gerekti Ama Romalılara yenilmek daha mı iyiydi? Çaresiz kalmış bir adamın önünde iki seçenek vardı; kötüyle en kötü arasında bir seçim yapmak zorundaydı. O kötü olanını seçmişti. En kötüyü mü seçseydi?
“Uzun boylu, iri bir adamdır” dedi babam. “Ama kız kardeşin Berenice kadar değil.” iki suikastçı ruhlu insanı birbirine benzetme esprisine birlikte güldük. Derken yüzündeki gülüş birden söndü. “Çok ürkütücü bir görüntüsü vardır” diye ilave etti. “Görünüşü büyüleyici bile olsa, böylesi bir güce sahip olması, herkesin ondan korkması için yeterli.”
“Onu görmek istiyorum” diye ısrar ettim.
“Ziyafet saatler sürecek, gürültülü bir ortam, hararetli konuşmalar olacak, canın sıkılır. Yani senin ilgini çekecek hiçbir şey yok. Biraz büyüdüğünde katılman daha isabetli olur.”
“Onları bir kez daha bu kadar eğlenirken göreceğimi hiç sanmıyorum, bu yüzden bu benim son şansım” diye onun dikkatini çektim. “Ve eğer bir gün tekrar buraya gelecek olurlarsa, aynı hoş durumla karşılaşamayacaklar. O zaman bu kadar bolluk içinde bir ziyafet göremeyecekler.”
Tuhaf bir şekilde yüzüme baktı. Belli ki, yedi yaşında bir kız çocuğunun bu iddialı konuşma tarzı ona çok garip gelmişti, ama bu laflarımdan alınacağını düşünerek korkmaya başlamıştım, sinirlenip ziyafete katılmama izin vermeyebilirdi.
“Peki, tamam, ama şu anki küstah konuşmalarından uzaklaşarak, senden çok daha aklı başında davranmanı rica ediyorum. Bir saray mensubu olarak en nazik davranışlarını sergilemelisin. Mısır ve Roma’nın işbirliği içinde olduğuna onu ikna etmeliyiz, krallığımızın devam etmesi ve topraklarımızın güvenliği için ona hizmette kusur etmemeliyiz.” dedi.
“Biz mi?” Eminim ikimizden söz etmiyordu, yoksa gerçekten bunu mu kastetmişti? Her ne kadar şu aşamada devreye girecek kadar büyük erkek kardeşlerim olmasa da ben sadece onun üçüncü çocuğuydum.
“Biz, Ptolemyler” diye belirtti. Ama görünüşüne bakılırsa, bu sözünün beni ateşlemesini beklediği anlaşılıyordu.
Bu hazır bulunacağım ilk resmi şölendi ve benim gibi kraliyet ailesine mensup her çocuk, hitabet sanatı adına, konuşurken kullanacağı seçilmiş sözleri yazmaya gereksinim duymuş olmalıydı. Çünkü bu tip ziyafetler hepimizin yaşamında büyük bir bölüm içermekteydi ve hükümdarlığımız süresince zorunlu roller sergilediğimiz bir sahneydi. O nedenle daha ilk çıkışında, onların gözünü kamaştırmalıydım. O zamanlar birkaç yıl sonra hu ziyafette yaşadıklarımın hepsinin aklımdan uçup gideceğini sanıyordum oysa ki yaşamım boyunca beynime kazınan o geceyi hiç unutmayacaktım
Bir süre sonra aptal ve sıkıcı hale dönüşecek ilk sahneye çıkışıma hazırlanmak, benim için kutsal bir ayin için giyinip kuşanmakla özdeşti. Her prensesin gardırobundan sorumlu bir dadısı vardı ama benim hâlâ hizmetimde olan yaşlı dadım, o zaman da yeniliklere fazla açık olmayan ve bunlar hakkında pek az bilgisi olan bir kadındı. Onca elbise bolluğunun içinden, zevkime hiç uymayanları seçerdi. Onun için elbisenin şeklinden ziyade, temiz ve ütülü olması önemliydi.
“Böyle oturacaksın ki, elbisen buruşmasın” dedi, etiyle eteklerimi düzelterek. Mavi bir elbise olduğunu hatırlıyorum ve oldukça sert bir kumaşın. “Keten çok çabuk buruşur! Küçük yaramaz bir kız gibi oynayıp tepinme, erkek çocukları gibi koşturup durma, hani sen genellikle öyle yaparsın ama bu gece kesinlikle uslu ol emi! Tanrı bir prenses gibi davranmalısın.”
“Bu nasıl bir kumaştı?” Kendimi sımsıkı sargılara sarılmış bir mumya gibi hissediyordum, ölüleri mumyalamada kullanılan keten bezi bu olmalıydı. Galiba ziyafete katılmak için ısrar etmekte hiç iyi etmemiştim.
“Ağırbaşlı ol. Birisi seninle konuşurken, ona doğru başım hafifçe çevir. Bak böyle.” Başını hafifçe yana döndürdükten sonra göz kapaklarını aşağıya indirerek, bana nasıl yapacağımı gösteriyordu. “Ve sonra da, tevazuuyla yere doğru bakacaksın.” diyerek hareketi tamamladı. “Sana bir soru sorulduğunda, alçak sesle ve kibar bir tonda cevap vereceksin. Sakın ‘Ne?’ diye sorma Bunu sadece barbarlar yapar. Bu tip kabalıkları yapmakta Romalıların üzerine yoktur.” dedi büyük bir öfkeyle. “Ama sen sakın onları kendine örnek alma!”
Yakamı düzeltebilmenin telaşı içindeydi. “Hoş olmayan konular konuşulduğunda kabalık yapma; örneğin vergiler, veba ya da zehirli haşaratlarla ilgili sohbetlere katılma bu konuda sorulan sorulara cevap vermek zorunda değilsin. Bir ziyafette bu tip konulardan söz etmek hiç yakışık almaz.”
“Yani birinin üzerinde bir akrep dolaştığını görsem, onu sokana kadar sesimi çıkartmamalı mıyım? Diyelim ki tam Pompeus’un omzunda parlak kırmızı renkte çok zehirli bir akrep gördüm, iğnesini çıkartmış sokmak üzere, ona söylememeli miyim?” Sadece kuralları öğrenmek için soruyorum. “Yani o zaman kabalık mı yapmış olurum? Ortamın havasım bozmamak İçin, onu uyarmama gerek yok, öyle değil mi?”
Büyük bir şaşkınlık içinde bana bakıyordu. “Sanırım o zaman gerekecek….

Yazar

BENZER İÇERİKLER

Agatha Christie – Hercule Poirot – Hercule’ün On İki Görevi

Editor

Paris’teki Eş

Editor

Bir Dilek Tut Benim İçin

Editor

Yorum bırak

* Bu formu kullanarak yorumlarınızın bu web sitesi tarafından saklanmasını ve yayınlanmasını kabul etmiş olursunuz.

İnternet sitemizden en iyi şekilde faydalanabilmeniz ve internet sitemize yapacağınız ziyaretleri kişiselleştirebilmek için çerezlerden faydalanıyoruz. İstediğiniz zaman çerez ayarlarınızı değiştirebilirsiniz. Kabul et Daha fazla oku

Gizlilik ve Çerez Politikası