Küçük Asker Hikayesi ve Guy De Maupassant
1850’de Fransa’nın Dieppe şehri yakınlarındaki Miromesnil şatosunda doğan Fransız asıllı Guy De Maupassant hem Fransız hem de dünya edebiyatının en önemli öykü yazarlarından biridir. Eski masal efsane ve öykülerinden hikâye tarzının sınırlarını oluşturarak kendi adı ile anılan öykü tarzını geliştirmiş, onu bu hikâye tarzı dünya edebiyatında “ Olay Hikâyeciliği “ olarak adlandırılmıştır.
Maupassant’ın ilk yazılı eserleri 1871 yılından sonra görülmüş lakin ilk öykü örneklerini de 1880 yılından sonra vermeye başlamıştır. Maupassant’ın öykü yazarlığının arkasındaki eğitmeni ise yine kendisi kadar meşhur bir öykü yazarı olan Gustave Falubert’tir. Falaubert , onu yetiştirirken gerçekçilikten kopmamasını öğütlemiş ama olaylara veya konular bir başka yönden bir başka cepheden herkesin görüp irdelemediği açılardan bakmayı ve işte oralardan anlatmayı öğreten kişi olmuştur.
Olay hikâyesi, bir olayı ele alarak, serim, düğüm, çözüm planıyla anlatıp olayı kesin ve biten bir sonuca bağlar. Çevre ve kahramanlar öyküdeki vakanın gelişimine uygun biz düzen içinde aktarılır.
Maupasant öykücülüğe “ilk Boule de Suif –“ Kartopu – İs Yumağı” adlı öyküsü ile başlamış 1880’den 1891’e kadar, 18 kitapta toplamda 300 ‘e yakın öykü yazmıştır.
Maupassant, hikâyenin novella ve romanlardan ayrılan yönleri belirlenmiş, öykülerini tek bir olayın içinde insanın bir yönünü ortaya koyacak şekilde oluşturmuştur onun öykülerindeki ana fikir ise anlatılan vakadan ortaya çıkacak olan ders, hüküm , ibret olarak çıkarılabilecek sonuçlar olmaktadır.
Aşağıdaki öykü Maupassant’ın öykücülüğüne bir örnek verebilir.
Küçük Asker
Her pazar özgür kalır kalmaz iki küçük asker yola düzülürdü. Kışladan çıkınca sağa dönerler, bir askerlik gezintisi yapıyorlarmış gibi sıkı adımlarla Courbevoie’yı geçerler, sonra evlerden ayrıldıkları vakit daha rahat bir yürüyüşle Bezons’a giden tozlu ve çıplak yolu tuttururlardı.
Yenleri ellerini örten çok geniş, çok uzun kaputlarının içinde yitmiş, hızlı gitmek için onlara bacaklarını ayırtan çok bol kırmızı pantolonlarından sıkılmış, cılız, ufak tefek kimselerdi. Katı ve yüksek başlıklarının altında da güya birer yüz, durgun ve yumuşak mavi gözleriyle hemen hemen hayvanca birer saflığı olan iki zavallı küçük Britanyalı yüzü görünürdü.
Yolda hiç konuşmazlar, ha bire yürürlerdi. İkisinin de kafasında birbirinin aynı olan tek bir düşünce, gidecekleri yerin düşüncesi vardı ve bu konuşma yerine geçerdi. Çünkü küçük Champioux Ormanı’nın ağzında, kendilerine memleketlerini hatırlatan bir köşe bulmuşlardı. Ancak orada erince kavuşurlardı.
Colombes ve Chatou yollarının çatında, ağaçlığa varınca, kafalarını ezen başlıklarını çıkarırlar ve alınlarını silerlerdi.
Bezons Köprüsü’nün üstünde Seine’e bakmak için her zaman biraz dururlardı. Orada korkuluğa abanıp iki kat olarak iki üç dakika kalırlardı. Yahut da içinde gezinti sandallarının beyaz ve yana yatık yelkenleri koşuşan ve kendilerine belki de Britanya denizini, komşusu bulundukları Vannes limanını ve Morbihan Körfezi’nden açık denize doğrulmuş balıkçı gemilerini anımsatan büyük Argenteuil Koyağı’nı seyrederlerdi.
Seine’i aşar aşmaz semtin kasabasından, ekmekçisinden ve şarapçısından yiyeceklerini satın alırlardı. Mendillerine koydukları azık bir parça sucuktan, yirmi santimlik ekmekten ve bir litre kötü şaraptan ibaretti. Köyden çıkar çıkmaz da artık ağır aksak yürümeye ve konuşmaya başlarlardı.
Önlerinde ötesine berisine ağaç öbekleri serpilmiş yoksul bir ova, sonunda bir ormana, onların Kermarivan Ormanı’na benzettikleri küçük bir ormana ulaşırdı. Buğdaylarla yulaflar, ürünlerin taze yeşilliği içinde yiten dar yol boyunca uzanırdı ve Jean Kerderen her seferinde Luc Le Ganidec’e:
—Burası tıpkı Plounivon dolayı gibi, derdi.
—Evet, tıpkı orası.
Sonra yan yana, kafaları belli belirsiz memleket anılarının uyandırdığı düşlemlerle, beş santimlik eski taş basması resimlerdeki gibi saf düşlemlerle dolu, yürür geçerlerdi. Arkasından yine gözleri bir tarla köşesine, bir çite, bir kıraç yere, bir dörtyol ağzına, bir granit haça ilişirdi.
Yine her sefer, salt Locneuven’deki dolmeni andırdığı için, bir toprağa sınır olan bir taşın yanında dururlardı.
İlk ağaç öbeğine gelince Luc le Ganidec her pazar bir değnek, bir fındık dalı keser ve memleketindeki insanları düşünerek yavaş yavaş dalın kabuğunu soymaya başlardı.
Jean Kerderen azığı taşırdı.
Vakit vakit Luc, birkaç sözcükle onları uzun zaman düşündüren bir çocukluk olayını anımsatır, bir ad söylerdi. Ve memleket, uzaklardaki güzel memleket yavaş yavaş onları sarar, kaplar, ta öteden onlara biçimlerini, gürültülerini, hep bilinen ufuklarını, kokularını, içinde deniz rüzgârının koştuğu yeşil, fakat kısır kırın kokusunu gönderirdi.
Artık kent dışı toprakları besleyen Paris gübrelerinin buğusunu değil, tuzlu açık deniz melteminin toplayıp getirdiği kara çalı çiçeklerinin kokusunu koklarlardı. Sandal sahiplerinin, ırmak kıyılarının yukarısında görülen yelkenleri onlara kendi köylerinden ta deniz kıyısına kadar giden uzun ovanın ötesinde görülmüş gemi yelkenleri gibi gelirdi.
Luc le Ganidec’le Jean Kerderen hoşnut ve üzüntülü… Tatlı bir üzüntü, kafese konmuş, anıları olan bir hayvanın ağır ve işleyici üzüntüsüyle baş başa yavaş yavaş yürürlerdi.
Luc ince değneğin kabuğunu soymayı bitirdiği vakit her pazar yemek yedikleri orman köşesine varmış olurlardı.
Orada bir çalının içine sakladıkları iki tuğlayı bulurlar, bıçaklarının ucunda sucuklarını kızartmak için dallardan küçük bir ateş yakarlardı.
Yemek yedikten, ekmeklerini son kırıntısına, şaraplarını son damlasına kadar bitirdikten sonra da otların üzerinde yan yana, gözleri uzaklarda, göz kapakları ağırlaşmış, parmakları duada olduğu gibi birbirine geçmiş, kırmızı bacakları kırdaki gelinciklerin arasına uzatılmış, konuşmadan otururlardı.
Başlıklarının meşiniyle düğmelerinin bakırı kızgın güneşin altında parıldar, başlarının üzerinde süzülerek öten tarla kuşlarını durdururdu.
Öğleye doğru gözlerini arada sırada Bezons yönüne çevirmeye başlarlardı. Çünkü inekçi kızın gelmesi yakınlaşmış olurdu.
Kız ineğin, memleketin ilerde, ormanın kıyısında dar bir çayırda otlayan, kıra çıkarılmış tek ineğini sağmaya, başka yere çekmeye giderken her Pazar önlerinden geçiyordu.
Onlar hizmetçi kızı, kırdan geçen tek insanı hemen görüyorlar ve teneke kovanın güneşin ışığı altında pırıl pırıl yanışından hoşnutluk duyuyorlardı. Ondan hiç söz etmezlerdi. Onu görmekten, niçin olduğunu bilmeksizin, yalnızca hoşnuttular.
Bu, güneşli günlerin sıcağıyla yanmış, kırmızımsı saçlı, dinç ve iri bir kız, Paris köylerinin iri ve gözü pek bir kızıydı.
Bir defasında, hep aynı yerde oturduklarını görerek onlara:
—Günaydın! Dedi; demek hep buraya geliyorsunuz!
Luc le Ganidec, daha cesaretli, kekeledi:
—Evet, dinlenmeye geliyoruz.
O kadarla kaldı. Fakat ertesi pazar kız onları görünce güldü, onların çekingenliğini sezen uyanık bir kadının iyilikçi benimserliğiyle güldü ve sordu:
—Böyle ne yapıyorsunuz? Otların nasıl bittiğine mi bakıyorsunuz?
Keyiflenen Luc de sırıttı:
—Öyle görünüyor.
O yine:
—Ha! Bu o kadar çabuk olmaz, dedi.
Luc de hep gülerek:
—Yok canım, yanıtını verdi.
Kız geçti. Fakat süt dolu kovasıyla dönerken yine onların önünde durarak:
—Birer yudum içer misiniz, dedi; size memleketi anımsatır.
Aynı soydan olmak, olasılıkla kendi de evinden uzak bulunmak içgüdüsüyle işi sezmiş ve tam üstüne basmıştı.
İkisi de heyecanlandılar. O vakit kız, onların şarap getirdikleri bir litrelik şişenin ağzına, epey çalışarak, biraz süt akıttı. Luc, kendi payını geçip geçmediğine bakmak için hep durarak küçük yudumlarla önden içti. Sonra şişeyi Jean’a verdi.
Kız, onları sevindirmekten hoşnut, elleri kalçalarında, kovası ayaklarının dibinde, karşılarında, ayakta duruyordu.
Sonra:
—Haydi hoşça kalın. Pazara yine görüşürüz, diye bağırarak gitti.
Askerler, görebildikleri sürece onun uzaklaşan, küçülen ve toprakların yeşilliğine batar gibi olan boylu poslu biçiminden gözlerini ayırmadılar. Ertesi hafta kışladan çıktıkları zaman Jean,
—Ona uygun bir şey almayalım mı? Dedi.
İnekçi kıza tatlı bir şey seçmek sorunu karşısında büyük bir sıkıntıya düştüler.
Luc bir parça domuz sucuğu alma düşüncesindeydi, fakat Jean tatlı şeyleri sevdiği için şekerlemeyi yeğliyordu. Onun düşüncesi üstün geldi ve bir bakkaldan on santimlik beyazlı kırmızılı şekerleme aldılar.
Bekleme heyecanıyla her zamankinden daha çabuk yemek yediler. Onu ilkin Jean gördü ve: “İşte geliyor” dedi. Luc de: “Evet, geliyor” diye yanıt verdi.
Kız onları uzaktan görerek gülüyordu. Seslendi:
—Nasıl, işler istediğiniz gibi mi?
Birlikte yanıt verdiler:
—Ya sizinkiler?
O vakit kız lafa başladı. Onları ilgilendiren basit şeylerden, havadan, üründen, efendilerinden söz etti.
Askerler Jean’ın cebinde yavaş yavaş eriyen şekerlemelerini sunmaya bir türlü cesaret edemiyorlardı.
Sonunda Luc davrandı ve:
—Size bir şey getirdik, diye mırıldandı.
Öteki sordu:
—Ne getirdiniz bakalım?
Bunun üzerine Jean kulaklarına kadar kızararak ince kâğıt külahı çıkardı ve ona uzattı.
Kız bir avurdundan öbürüne yuvarlarken yanaklarını şişiren küçük şeker parçalarını yemeye başladı. İki asker karşısına oturmuşlar, ona heyecan içinde, hayran hayran bakıyorlardı.
Sonra kız ineğini sağmaya gitti ve dönüşünde yine onlara süt verdi.
Askerler bütün hafta onu düşündüler ve sık sık ondan konuştular. Ertesi pazar kız daha fazla laf atmak için onların yanına oturdu. Öteden inek hizmetçinin yolda durduğunu görerek ıslak burunlu ağır başını ona doğru uzatır ve onu çağırmak için uzun uzun böğürürken, üçü de yan yana, gözleri uzaklara dalmış, dizleri kenetledikleri ellerinin arasında, doğdukları köylerin ötesini berisini, ufak tefek olaylarını anlattılar.
Kız onlarla bir parça bir şey yemeyi ve bir kadehçik şarap içmeyi de hemen kabul etti. Onlara çok kez cebinde erik getiriyordu. Çünkü erik mevsimi gelmişti. Onun birlikteliği Britanyalı iki küçük askerin gönüllerini açıyor, onları kuşlar gibi gevezeleştiriyordu.
Bu durumda bir salı günü Luc Le Ganidec, hiç yapmadığı bir şey yaptı, izin aldı ve ta gecenin onunda döndü.
Meraklanan Jean kendi kendine arkadaşının neden böyle çıkmış olabileceğini düşünüyordu.
Cuma günü Luc, yatak komşusundan elli santim borç alarak bir izin daha istedi ve yine birkaç saat ayrıldı.
Pazar gezintisi için Jean’la birlikte yola koyulduğu vakit de pek acayip, pek heyecanlı, pek değişik bir tavrı vardı. Kerderen pek anlamıyor ama ne olabileceğini kestiremeden şöyle böyle bir şey sezinliyordu. Hep aynı tarafına otura otura otlarını ezdikleri her zamanki yerlerine kadar tek sözcük bile etmediler. Yemeklerini ağır ağır yediler. Ne biri, ne de öteki acıkmıştı.
Çok geçmeden kız göründü. Her pazar yaptıkları gibi onun gelişine bakıyorlardı.. İyice yaklaştığı zaman Luc kalktı ve iki adım attı. Kız kovasını yere bırakarak onu kucakladı. Jean’a aldırış etmeden, onun orada olduğunu düşünmeden, onu görmeden Luc’ü, kollarını boynuna dolayarak ateşli ateşli öptü.
Zavallı Jean orada şaşkın, hiçbir şey anlamayacak kadar şaşkın, içi alt üst, yüreği delik deşik, bir türlü kavrayamadan duruyordu.
Sonra kız Luc’ün yanına oturdu ve gezeveliğe başladılar.
Jean onlara bakmıyor, artık arkadaşının neden hafta içinde iki kez çıkmış olduğunu anlıyor ve içinde yakıcı bir üzüntü, aşağı yukarı bir yara duyumsuyor, hıyanetlerin açtığı o yarayı buluyordu.
Luc’le kız, ineğin yerini değiştirmeye birlikte gitmek için kalktılar.
Jean arkalarından baktı. Onların yan yana uzaklaştıklarını gördü. Arkadaşının kırmızı pantolonu yolda parlak bir leke oluşturuyordu. Tahta tokmağı yerden alıp hayvanın bağlandığı kazığa vuran Luc oldu.
O gelişi güzel bir elle ineğin keskin bel kemiğini okşarken kız sağmak için çömeldi. Sonra kovayı çimenlikte bıraktılar ve ormana daldılar. Artık Jean onların girdiği yerde yaprak duvarından başka bir şey görmüyordu. Kendini o kadar perişan buluyordu ki, kalkmaya çalışsa kesinlikle yere düşerdi.
Şaşkınlık ve acıdan, saf ve derin bir acıdan alıklaşmış, öyle duruyordu. Ağlamak, kaçmak, saklanmak, bundan böyle sonuna kadar kimseyi görmemek istiyordu.
Birdenbire onların ağaçlıktan çıktıklarını gördü. Köylerde nişanlıların yaptığı gibi el ele, ağır ağır döndüler. Kovayı taşıyan Luc’tü.
Ayrılmadan bir daha öpüştüler ve kız Jean’a dostça bir “İyi akşamlar” dedikten ve anlamlıca gülümsedikten sonra çekip gitti. O gün ona süt sunmayı hiç de düşünmedi.
İki küçük asker, her zamanki gibi kımıltısız, dingin ve sessiz, yüzlerinin durgunluğu yüreklerini buran şeyden hiçbir belirti vermeden, yan yana kaldılar. Güneş üzerlerine vuruyordu. İnek uzaktan onlara bakarak vakit vakit böğürüyordu.
Saati gelince dönmek üzere kalktılar.
Luc bir değneğin kabuklarını soyuyordu. Jean boş şişeyi taşıyordu. Onu Bezons’daki şarapçıya bıraktı. Sonra köprüye ayakbastılar ve her pazar ki gibi birkaç saniye suyun akışına bakmak için orta yerde durdular.
Jean akıntıda kendisini çeken bir şey görmüş gibi eğiliyor, demir korkuluktan gittikçe daha fazla sarkıyordu. Luc ona: “Yani birazını içmek mi istiyorsun” diyecek oldu. Tam son sözcüğü söylerken Jean’ın başı kalan tarafını çekti, kalkan bacaklar havada bir daire çizdi ve kırmızılı mavili küçük asker bir külçe gibi düştü, suya girip gözden yitti.
Luc, heyecandan boğazı tıkanmış, boşuna haykırmaya çalışıyordu. İleride bir şeyin kımıldadığını gördü. Sonra arkadaşının başı ırmağın yüzüne çıktı ve
hemen yine battı.
Biraz daha ilerde yeniden bir el, ırmaktan fırlayıp yine dalan bir tek el fark etti. Hepsi bu oldu.
Koşuşan gemiciler o gün ölüyü bulamadılar.
Luc, aklı başından gitmiş, koşa koşa kışlaya yalnız döndü ve gözleri de, sesi de yaş dolu, ikide bir burnunu silerek olayı anlattı: “Eğildi… eğil… Eğildi… o
kadar… o kadar ki tepetaklak oldu… ve… ve… düşe… düşe koydu işte…”
Daha fazla söyleyemedi. Heyecandan boğuluyordu… Eğer bilmiş olsaydı…
Guy de Maupassant