Batı edebiyatının en büyük klasiklerinden biri olan Sefiller, iki düzlemde büyük bir ustalığın, yaratıcı zekâ ve yeteneğin örneğini sunuyor: Karakter portrelerinin çiziminde ve tarihsel, sosyo-kültürel gerçeğin titiz anlatımında. Sefiller, okuru bilgilendirme, hatta eğitme kaygısı ağır basan, “aydınlanmacı” anlatı geleneğinin, bir ayağıyla romantizme, öbür ayağıyla natüralizme, gerçekçiliğe dayandığı bir aşamaya rastlar. Beş ana bölümden, sayısız “kitap” ve alt bölümden oluşan bu roman, saçma bir nedenle suçlu duruma düşen Jean Valjean’ı, sokak çocuğu Gavroche’u, kötünün cisim bulmuş örneği Thenardierleri, düzen ve disiplinin hasta ruhlu koruyucusu yalnız adam Javert’i, dinsel bir çilenin simgesi, sokak kadını Fantine’i ve onun kızı melek Cosette’i, yaklaşık 150 yıldan bu yana dramatik kişilerin tapınağı içinde yaşatmaktadır. Tapınağın kapısını aralayan okur, 19. yüzyıl başındaki Fransa’ya geri dönecek, Waterloo Savaşı’nın unutulmaz tablolarını hayranlıkla izleyecek, Jean Valjean’la birlikte Paris’in yeraltına inecek, manastırların karanlığıyla yoksulluğun izbe mekânları içinde ışık arayacaktır.
Sefiller: On dokuzuncu yüzyıl Fransası’nda karanlıkla aydınlığın buluşması.
***
ÖNSÖZ
Ansiklopedik bilgilerden çıkardığımız kadarıyla Victor Hugo edebiyat uğraşının büyük bir kısmını romandan çok şiirlere ve sahne oyunlarına ayırmıştır. Üç kalın şiir kitabı yayımladıktan sonra yeniden düzyazıya dönerek yarım bıraktığı Sefiller’i tamamlamıştır.
Sefiller yayımlandıktan kısa bir süre sonra Hugo’yu sadece Fransa içinde değil, yapılan çevirileriyle ülke dışında da hızla büyük bir üne kavuşturmuştur. Romanın konusu Paris’in yeraltı dünyasında geçmekte ve bir dedektif öyküsüne dayanmaktadır; roman aynı zamanda Paris halkının direnişini anlatan bir destandır.
İran asıllı bir doktor arkadaşım, başrolünü ünlü Fransız aktörü Jean Gabin’in oynadığı Sefiller filmini seyretmiş, ama adını bir türlü hatırlayamadığı ya da kendi kafasında bir tür kültürel çeviri yaptığı için, “ben çok acıklı bir film seyrettim” diye tutturmuştu. Sorunca da “Yazıklar” deyip duruyordu. “Yazıklar, Yazıklar.” Sonunda Sefiller’i kastettiğini anladık. Bu kavram, romanın özgün adına pek de uzak olmayan klasik Türkçe çeviri adıyla birleşince, bizi aslında biraz farklı bir boyuta taşıyor. “Les Misérables”, muhtemel ki kendi kültürel coğrafyasında özgün çağrışımlar da yapıyor. “Sefil” (sefaletten), bizim dilimizde “yoksul” anlamına geldiği gibi, “her şeyi yapabilecek, kendisinden her türlü kötülük beklenebilecek” kimse anlamını da içeriyor. “Sefil bir hayat” yokluk içindeki bir hayatsa, “yazıklar” da, tam da bu hayata yönelik duyguyu içermekle kalmıyor, bir “merhamet” duruşu, bir üzüntü duyma halini de ifade ediyor. Ancak kavramın neresinden tutup çekersek çekelim, kitabın adı, “sosyal” bir olay ile karşı karşıya bulunduğumuzu düşündürmeye yetiyor. Öyleyse, Sefiller’e girerken, haklı bir soru da bu ad çağrışımıyla birlikte karşımıza çıkıyor: Bu roman toplumsal sorunları işleyen “gerçekçi” bir roman mıdır?
Hayatı devrim sonrası Fransa’sının politik çalkantılarıyla savrulup durmuş olan Hugo, onca şiiriyle ve oyunuyla hemen hemen unutulmuş, Notre Dame’ın Kamburu ve özellikle de Sefiller romanı ile günümüze kadar ulaşabilmişse, bu ikinci roman kendine yönelik ilgiyi tarihsel-toplumsal gerçekliğin bir belgesi olmakla mı hak ediyor? Yoksa onda, “verili gerçekliği”, bir dönem belgesi olmayı aşan boyutları bulmak mümkün mü? Yaşadığı dönemin kurumsal ve toplumsal alanlarına, alt sınıflardan piskopos evlerine, cezaevlerinden manastırlara, didiklemediği hiçbir ilişki ve yapı bırakmayan yazar, bu “gerçek belgeleriyle kurulu dönem mozaiği” üzerine hayata dair hangi “dersi” kuruyor; ya da hayata direnmenin hangi onurlu yolunu öneriyor?
Sefiller’de olayların fonunda güncel tarih yatar, aktüel sorunlar, hukuk sisteminin sorunları, politik hesaplaşmalar, barikat savaşları vb yer alır. Komiser Javert’in, dönemin gerçek bir kişiliğinden örnek alındığına dair savlar bulunmaktadır.
Yazar bizi Cosette üzerinden dogmatikliğin bu ürpertici dünyasına sokup inanç sorununa cevaplar aratır; ama aynı şeyi adalet kurumu için yapmaz. Haksızlığa, adaletin işleyişine, küçük, ama çarpıcı değinmelerle işaret ederken, (Bir İdam Mahkûmunun Son Günü’nde idam cezasını doğrudan karşısına alır yazar) Jean Valjean, adaletin, haksızlığın köklerine ne iç sesli monologlarla iner ne de doğrudan adaletin haksız uygulamalarını hedef alan “çıkışlar” yapar. Çünkü, yazarın amacı, aynen sosyal sefaletin kaynağı gibi, adaletin temel ilkelerinin soyutluğuna yönelik bir eleştiri, bir “gerçekçilik” yapmak değildir.
Yaklaşık elli yıl önce, Alman düşünürü Immanuel Kant’ın¹ savunduğu adalet anlayışı çıkar sanki burada karşımıza: Adaletin normları ve haklılığı sorgulanmaz, yasaların icra edilmesidir aslolan. İcra, meşruiyetini de beraberinde taşır. Dolayısıyla “salt hukuk” anlayışı gibi bir durum vardır karşımızda. Ama işte icra’nın kayıtsızlığı, kanıtlar karşısındaki önyargıları, işleyişin bütün aksaklıkları, belki budur eleştirilmesi gereken (Devrim sırasındaki ayaküstü mahkemelerin bir tür uzantısını, insan hayatını ilgilendiren kararlardaki sorumsuzluğu vb Sefiller’deki duruşmada da buluyoruz!)
Jean Valjean neyin kurbanıdır?: Korkunç bir sefaletin; peki bu sefalet zamanüstü bir olgu mudur, yoksa aşılabilecek, geçici bir durum mudur Hugo’nun bakışında? Okurun bu tür sorularla romana yaklaşması verimli bir okuma sağlayacaktır diye düşünüyoruz. Hugo, hukukun normlarının meşruiyetini ve geçerlilik koşullarını sorgulamak yerine, yer yer imalar yapsa da haksızlığı ya da katı adalet anlayışını Komiser Javert’in patojen (hastalıklı) kişiliğinde cisimleştirerek, bir yandan eleştirisini başka kanala yöneltir, öte yandan modern psikolojik romandan pasajlar çalar: Gerçekten de Javert, geçerliliği ve meşruiyeti tartışılamayacak yasaların “işletilişindeki” kristalleşmiş hali, bir tür robottur. Ödünsüzlüğü, kendinden emin oluşu, dünyayı suçlu ve suçsuzlar katılığında ikiye ayırışı, kuru mantığı, aydınlanmanın akıl mistisizmine de bir cevaptır belki; “düşünüyorum öyleyse varım”ın yerine, “hissediyorum, öyleyse varım”ın geçirilmesine bir çağrıdır. Onu hep bir izleyici olarak algılarız; Jean Valjean’ın geçmişinin peşindeki bir takipçi; ne ona ne içine bakabiliriz kolayca; bakabilmiş olsak, belki sevgisiz büyümüş ve ödipal yolun hemen başında tıkanıp kalmış, cinsel objeyi değiştirememiş büyük bir çocuk buluruz bu yalnızlığın gerisinde.
Victor Hugo’nun bu romanı, Homeros’un² destanı ile karşılaştırılır. Destan; savaşların, zorlukların, kaderin acımasız kementlerinin engellerinden geçerek, ama hep genel geçerli “erdemlerin” sınırını ihlal etmeden kendini gerçekleştirenlere ithaf edilmiş bir türdür, ya da armağan. Victor Hugo, sokak serserisi Gavroche’dan, barikatlarda direnen avukat Marius Pontmercy’ye kadar “halka” bir destan armağan edebiliyor; ve bu destanın mimarı, Mesihimsi³ konturları pek de gizlenemeyen, o büyük, yüce ahlakın, en büyük özverilerin sahibi Jean Valjean.
Veysel Atayman
Kasım 2005, İstanbul
SEFİLLER
DÜŞÜŞ
Bir Yürüyüş Günü Akşamı
1815 Ekim ayının ilk günlerinden birinde, gün batımından yaklaşık bir saat kadar önce, yaya olarak yolculuk yapan bir adam Digne şehrine giriyordu. O sırada, evlerinin pencerelerinde ya da kapılarının eşiğinde oturan tek tük bazı sakinler bir tür kaygıyla bu yolcuya bakmaktaydılar. Orta boylu, geniş ve sağlam yapılı, sağlıklı, dinç bir adamdı. Kırk altı kırk sekiz yaşlarında olabilirdi. Gözlerinin üstüne doğru indirilmiş, siperlikli meşin bir kasket, güneşten ve rüzgârdan yanmış terler akan yüzünü kısmen örtüyordu. Sarı kaba bezden yapılmış, yakası küçük gümüş bir kancayla tutturulmuş gömleğinin aralığından kıllı göğsü görünüyordu. İp gibi bükülmüş boyunbağı, mavi çuhadan, yıpranmış, havı dökülmüş, bir dizi ağarmış, öbür dizi delik pantolonu, dirseklerinden biri yeşil bir kumaş parçasıyla sicim kullanılarak yamanmış lime lime kruvaze köylü ceketi, sırtında içi tıklım tıklım dolu, sıkıca kapatılmış yepyeni asker çantası, elinde budaklı kocaman bir sopa, çorapsız ayaklarında ise altı demir çivili pabuçlar vardı. Başı tıraşlı, sakalı uzundu.
Bütün gün yürümüş olmalıydı, çünkü çok yorgun görünüyordu. Kasabanın aşağı tarafında kalan eski kentteki bazı kadınlar, onun Gassendi Bulvarı’ndaki ağaçların altında durduğunu ve gezinti yerinin ucundaki çeşmeden su içtiğini görmüşlerdi. Çok susamış olmalıydı, çünkü ardı sıra giden çocuklar iki yüz adım ötede onun tekrar durup, pazar meydanındaki çeşmeden bir defa daha su içtiğini gördüler.
Poichevert Sokağı’nın köşesine gelince sola dönüp, belediye binasına doğru yürüdü. İçeri girdi, bir çeyrek saat sonra dışarı çıktı.
O zamanlar Digne’de, tabelasında La Croix-de-Colbas yazılı güzel bir han vardı. Adam bu hana yöneldi. Kapısı düzayak sokağa açılan mutfağa girdi. Kapının açılıp içeriye yeni bir müşterinin girdiğini duyan hancı, başını kaldırmadan, “Beyimiz ne isterler?” diye sordu.
“Yemek ve yatak,” dedi adam.
“Orası kolay.” Hancı bunu derken başını yeni gelenden yana çevirmişti. Yolcuyu şöyle baştan aşağı gözden geçirdikten sonra, “Parasını verince,” diye ilave etti.
Adam ceketinin cebinden büyük bir deri kese çıkararak cevap verdi:
“Param var.”
“Öyleyse emrinizdeyiz,” dedi hancı.
Adam kesesini tekrar cebine koydu, çantasını sırtından indirdi, sopasını elinden bırakmadan ateşin yanındaki alçak bir iskemlenin üzerine oturdu.
Yeni gelen arkası dönük ısınırken, sayın hancı Jacquin Labarre cebinden bir kurşunkalem çıkardı, pencerenin yanındaki küçük bir masanın üzerine atılmış eski bir gazetenin köşesinden bir parça kopardı. Kâğıdın beyaz kısmına bir iki satır bir şeyler yazdı ve görünüşe göre hem aşçı yamağı hem de uşak olarak kullandığı bir çocuğa bu kâğıt parçasını zarfa koymadan katlayıp verdi, bu arada yamağın kulağına bir şeyler söyledi. Ve çocuk belediye binasına doğru koşarak gitti.
Yolcu, bu olup bitenleri fark etmemişti.
“Hemen yiyor muyuz?” diye sordu.
“Birazdan,” dedi hancı.
Çocuk döndü. Kâğıdı geri getirmişti. Hancı, cevap bekleyen birinin telaşıyla kâğıdı açtı. Dikkatle okudu. Başını salladı ve bir an durdu. Sonra pek de huzurlu olmayan düşüncelere dalmış gibi görünen yolcuya doğru bir adım attı.
Onu şöyle baştan aşağı gözden geçirdikten sonra, “Mösyö, sizi kabul edemeyeceğim,” dedi.
Adam oturduğu yerden yarı doğruldu.
“Nasıl? Yoksa paranızı ödemeyeceğimden mi korkuyorsunuz? Peşin ödeyeyim, ister misiniz? Param var.”
“Sorun o değil.”
“Ya ne öyleyse?”
Bunun üzerine hancı adamın kulağına eğildi ve onu ürperten bir ses tonuyla: “Gidin buradan!” dedi.
Bu sırada yolcu öne eğilmiş, sopasının demirli ucuyla ateşin içindeki korları eşeliyordu. Hızla döndü, cevap vermek için tam ağzını açıyordu ki, hancı ona gözlerini dikip alçak bir sesle ekledi: “Hadi bakalım, bu kadar laf yeter. Size adınızın ne olduğunu söyleyeyim mi? Jean Valjean. Kim olduğunuzu söylememi de ister misiniz? Zaten buraya girdiğinizi görünce bir şeylerden kuşkulanmıştım, belediyeye haber yolladım. İşte bana verdikleri cevap; okuma biliyor musunuz?”
Bir yandan konuşuyor, bir yandan da handan belediyeye, belediyeden de hana gidip gelen kâğıdı açılmış olarak yabancıya uzatıyordu. Adam kâğıda bir göz attı. Kısa bir sessizlikten sonra hancı yine konuştu:
“Herkese terbiyeli davranmak huyumdur. Haydi, gidin buradan.”
Adam başını eğdi, yere bıraktığı çantasını aldı ve çıkıp gitti.
Hakarete uğramış, üzgün bir halde yalpalıyor, evlere sürtünerek yürüyordu. Bir kere bile arkasına dönüp bakmadı. Eğer baksaydı, La Croix-de-Colbas’ın hancısının kapının eşiğinde, hanındaki bütün yolcularla birlikte sokaktan gelip geçenleri etrafına toplamış, hararetli hararetli konuştuğunu ve parmağıyla kendisini işaret ettiğini görür ve topluluğun bakışlarındaki kuşku ve korkudan, gelişinin çok geçmeden bütün herkesi meşgul eden bir olay olacağını tahmin ederdi.
Ama o, hiçbirini görmedi. Ezilmiş, yıkılmış insanlar geriye dönüp bakmazlar. Kötü talihin peşlerini bırakmadığını bilirler.
Böylece bir süre yol aldı. Kederli zamanlarda hep olduğu gibi, durmadan yürüyor, bilmediği yollarda gelişigüzel gidiyor, yorgun olduğu aklına bile gelmiyordu. Bulunduğu sokağın ucunda bir ışığın yandığını gördü. Alacakaranlığın beyaz göğünde, demir bir direğin ucuna asılmış bir çam dalının silueti seçiliyordu.
Burası bir meyhaneydi; Chaffaut Sokağı’ndaki meyhane.
Yolcu bir an durup meyhanenin camından basık salona baktı. İçerisi bir masanın üzerinde duran küçük bir lamba ile ocakta yanan büyük ateşin ışığıyla aydınlanıyordu. Birkaç adam içki içiyor, meyhaneci ateşte ısınıyordu. Alevler, üzerinde çengele asılı demir bir tencereyi takırdatıyordu.
Aynı zamanda bir tür han olan bu meyhaneye iki kapıdan giriliyordu. Kapılardan biri sokağa, öbürü ise içi gübre dolu küçük bir avluya açılmaktaydı. Yolcu, sokaktaki kapıdan girmeye cesaret edemedi. Avluya süzüldü, bir an durakladı, sonra mandalı çekinerek kaldırdı ve kapıyı itti.
Meyhanenin sahibi, “Kim var orada?” diye seslendi.
“Yemek yiyip, yatmak isteyen biri.”
“İyi. Burada yenir de, yatılır da.”
Adam içeri girdi. İçki içenlerin hepsi yeni gelene doğru döndüler. Bir tarafını lamba, öbür tarafını ocağın ateşi aydınlatıyordu. Sırtındaki çantasını yere indirirken bir süre onu gözden geçirdiler.
Meyhaneci, adama, “İşte ateş, yemek tencerede pişiyor. Gelin, ısının arkadaş,” dedi.
Gidip ocağın yanına oturdu. Yorgunluktan kan oturmuş ayaklarını ateşe doğru uzattı. Tencereden güzel bir koku tütüyordu. Aşağı çekilmiş kasketinin altından fark edilebildiği kadarıyla, yüzünde, acı çekmenin verdiği son derece dokunaklı bir görüntünün yanı sıra, belirsiz bir memnuniyet ifadesi de vardı.
Ne var ki, içerdekilerden biri, yarım saat kadar önce Jacquin Labarre adlı hancının çevresini saran topluluğun içinde de bulunuyordu. Oturduğu yerden meyhaneciye belli belirsiz bir işaret çaktı. Meyhaneci yanına geldi. Alçak sesle karşılıklı birkaç söz söylediler. Meyhaneci ocağın yanına döndü, elini kabaca adamın omzuna koydu ve “Buradan gideceksin,” dedi.
Yabancı döndü ve yumuşak bir tavırla, “Ya! Siz de mi biliyorsunuz?” dedi.
Meyhaneci alçak sesle, “Evet,” dedi.
Adam sopasını ve çantasını aldı, yolları bilmediğinden yine rastgele dolaşmaya başladı.
Yorgunluktan tükenmiş ve her şeyden umudunu kesmiş bir halde önüne çıkan taş bir sıranın üstüne uzandı.
Tam o sırada kiliseden çıkan yaşlı bir kadın karanlıkta yatan bu adamı gördü, “Dostum, ne yapıyorsunuz orada?” diye sordu.
Adam öfkeyle cevap verdi: “Görüyorsun işte be kadın, yatıyorum.”
Kadın, “Geceyi böyle geçiremezsiniz. Kesinlikle üşümüş ve aç olmalısınız. Hayır için size bir yer bulabilirim,” dedi.
“Çalmadık kapı bırakmadım.”
“Öyleyse?”
“Beni her yerden kovdular.”
Kadıncağız, adamın koluna dokundu ve meydanın öbür yanında, piskoposluk binasına bitişik, basık, küçük bir evi gösterdi.
“Demek bütün kapıları çaldınız, öyle mi?” dedi.
“Öyle.”
“Şu kapıyı da çaldınız mı?”
“Hayır.”
“Hele bir çalın.”
Piskoposla Karşılaşma
Digne piskoposu o akşam şehirdeki gezintisini yaptıktan sonra geç vakte kadar odasında kalmıştı. Görevler üzerine büyük bir eser yazmakla meşguldü. Saat sekizde o hâlâ çalışıyor, dizlerinin üstünde açık, kocaman bir kitapla küçük kâğıt parçalarına özensizce bazı şeyler yazıyordu ki, hizmetçisi Madam Magloire âdeti olduğu üzere yatağın yanındaki dolaptan gümüş takımları almaya geldi. Hemen ardından piskopos, kitabını kapayıp masasından kalktı ve yemek odasına geçti.
Yemek odası, kapısı sokağa, penceresi bahçeye açılan, şömineli, uzun bir odaydı. Harlı bir ateş yanan şöminenin yanındaki masada bir lamba etrafı aydınlatıyordu.
Piskopos içeri girdiği sırada kapıya çok şiddetli bir şekilde vuruldu.
Piskopos, “Buyurun!” diye seslendi.
Kapı hafifçe açıldı ve sonra biri kuvvetle, tereddüt etmeden itiyormuşçasına hızla ardına kadar açıldı.
İçeri bir adam girdi, bir adım attı, kapıyı arkasında açık bırakarak durdu. Çantası omzunda, sopası elindeydi; gözlerinde katı, cüretkâr, yorgun ve öfke dolu bir ifade vardı. Şöminedeki ateş onu aydınlatıyordu. İğrençti. Uğursuz bir görünüşü vardı.
Madam Magloire çığlık atacak güç bile bulamamıştı. Eli ayağı titriyordu. Ağzı açık kalmıştı.
Piskopos sakin bir halde adama bakıyordu.
Besbelli, yeni gelene ne istediğini sormak için ağzını açmaya hazırlanıyordu ki, adam iki eliyle sopasına dayandı ve piskoposun konuşmasını beklemeden, yüksek sesle, “Buraya bakın!” dedi, “Adım Jean Valjean. Bir kürek mahkûmuyum. On dokuz yılımı zindanda geçirdim. Dört gün önce tahliye edildim. Gideceğim yer olan Pontarlier’ye doğru yol alıyorum. Toulon’dan beri dört gündür yürüyorum. Bütün bir gün yaya olarak altmış kilometre kat ettim ve akşam, buraya geldiğimde bir hana indim, belediyeye göstermiş olduğum sarı kimlik kâğıdımdan ötürü çünkü göstermem gerekiyordu- beni geri çevirdiler. Başka bir hana gittim, orada dedikleri gibi, burada da bana, ‘Defol!’ dediler. Orada, meydanda bir taşın üzerinde yatacaktım ki, iyi bir kadın bana sizin evinizi gösterdi, o kapıyı çal dedi. Ben de çaldım. Yığınla param var. Tam yüz dokuz frank on beş metelik, kürekte on dokuz yıl çalışarak kazandım. Çok yorgun ve çok açım. Kalmama izin verir misiniz?”
Piskopos, “Madam Magloire, sofraya bir takım daha koyun,” dedi.
Adam üç adım daha atıp, masanın üzerindeki lambaya yaklaştı, iyi anlamamış gibi, “Bakın,” dedi, “öyle değil. Duydunuz mu? Ben bir kürek mahkûmuyum.” Cebinden büyük sarı bir kâğıt çıkararak açtı. “İşte kimlik kâğıdım. Gördüğünüz gibi sarı kâğıt. Dinleyin, bakın kimlik kâğıdına ne yazmışlar: Jean Valjean, tahliye edilmiş forsa. On dokuz yıl hapiste kalmıştır. Nedeni: Zor kullanarak hırsızlık. Dört defa firar etme girişiminde bulunduğundan on dört yıla mahkûm olmuştur. Çok tehlikelidir.”
Piskopos, “Madam Magloire, yataklıktaki karyolaya bez çarşafları serersiniz,” dedi.
Madam Magloire, bu emirleri yerine getirmek üzere dışarı çıktı.
Piskopos, adama döndü:
“Mösyö oturun, ısının. Birazdan yemek yiyeceğiz ve yatağınız da siz yemek yerken yapılacak,” dedi.
Adamın o ana kadar karanlık ve sert olan yüz ifadesi yumuşayarak şaşkınlık, şüphe ve sevinçle doldu.
Madam Magloire içeri girdi. Getirdiği sofra takımını masanın üzerine koydu.
Piskopos, “Madam Magloire, o takımı mümkün olduğu kadar ateşe yakın koyun,” dedi. Ve konuğuna dönerek: “Alpler’de gece rüzgârı sert olur, üşümüş olmalısınız değil mi mösyö?” dedi.
Yumuşak, ağırbaşlı ve son derece dostça konuşan piskoposun ‘mösyö’ kelimesini her söyleyişinde adamın yüzü ışıyordu.
Piskopos yine, “Bu lamba iyi aydınlatmıyor,” dedi.
Madam Magloire, ne demek istediğini anladı ve gidip monsenyörün yatak odasındaki şöminenin üstünde duran iki gümüş şamdanı aldı ve yakılmış olarak masaya koyduktan sonra yemeği getirdi. Piskoposun yüzü birden konuksever yaradılışlı kimselere özgü bir neşe ifadesine büründü. Büyük bir istekle, “Haydi sofraya!” dedi. Takdis duasını okuduktan sonra, âdeti olduğu üzere çorbayı kendi eliyle dağıttı. Adam hırsla yemeye başladı.
Piskopos, Mösyö Gédéon Le Prévost ile ya da kilisenin vekiliyle nasıl yemek yerse, Jean Valjean’la da aynı havada aynı tarzda yemek yedi. Şükran duasını okudu ve arkasından adama dönerek, “Uykuya ihtiyacınız olmalı,” dedi. Madam Magloire sofrayı çabucak topladı. Piskopos, masanın üstünde duran iki gümüş şamdandan birini aldı, öbürünü konuğuna verdi ve “Sizi odanıza götüreyim mösyö,” dedi.
Adam onu takip etti. Evin düzenlenmesi, yatak bölmesinin bulunduğu ibadethaneye gitmek ya da buradan çıkmak için mutlaka piskoposun yatak odasından geçmeyi gerektirecek şekilde yapılmıştı.
Adam bu odadan geçerken, Madam Magloire, piskoposun karyolasının başucundaki dolaba gümüş takımları kapatmakla meşguldü. Onun her akşam yatmaya gitmeden önce aldığı son önlemdi bu.
Piskopos konuğunu yatak odasında bembeyaz, tertemiz bir yatağın başında bıraktı. Şamdanı küçük bir masanın üstüne koydu.
“Haydi bakalım,” dedi, “iyi bir gece geçirmenizi dilerim. Yarın sabah, yola çıkmadan önce ineklerimizin sütünden sıcak sıcak bir bardak içersiniz.”
“Teşekkürler rahip efendi,” diyen adam öylesine yorgundu ki, bembeyaz temiz çarşafların zevkine varmayı bile düşünemedi. Forsaların yaptıkları gibi, mumu burnuyla üfleyerek söndürdü ve hiç soyunmadan kendisini karyolanın üstüne attı; ardından derin bir uykuya daldı.
Küçük evde birkaç dakika sonra herkes uyuyordu.
Jean Valjean
Jean Valjean, Brie’de oturan yoksul, köylü bir ailedendi. Çocukluğunda okuma yazma öğrenmemişti. Ergenlik çağına geldiğinde Faverolles’de ağaç budayıcılığı yapıyordu. Babasını ve annesini çok küçük yaştayken kaybetmişti. Jean Valjean’ı ablası yetiştirmiş, kocası sağ olduğu sürece genç kardeşini evinde barındırıp beslemişti. Koca öldüğü sırada Jean Valjean yirmi beşine yeni basmıştı. Ölen babanın yerini aldı ve kendisini yetiştirmiş olan ablasına ve yedi çocuğuna bu defa o bakmaya başladı. Akşamları yorgun argın eve döner, çorbasını içip bir kelime bile konuşmazdı. Budama mevsiminde günde on sekiz metelik kazanır, sonra da orakçı, çiftçi, sığırtmaç, hamal olarak çalışır, yapabildiği her işi yapardı. Sefaletin avucuna alıp yavaş yavaş ezdiği hazin bir topluluktular. Derken zor bir kış oldu. Jean işsiz kaldı. Ailenin ekmeği yoktu. Ekmeksizlik! Ve yedi çocuk!
Bir pazar akşamı, Faverolles’de kilise meydanındaki ekmekçi Maubert İsabeau tam yatmaya hazırlanıyordu ki, dükkânının demir parmaklıklı vitrin camında şiddetli bir darbe sesi duydu. Koşup geldiğinde, demir parmaklıktan içeri cama indirilen bir yumrukla açılmış bir delikten geçmiş bir kol gördü. Kol, bir ekmeği kapmış götürüyordu. İsabeau telaşla dışarı fırladı, hırsız tabana kuvvet kaçıyordu. İsabeau da peşinden koştu ve onu yakaladı… Hırsız ekmeği almıştı, ama kolu hâlâ kanıyordu. Bu, Jean Valjean’dı.
Olay 1795’te oluyordu. Jean Valjean, ‘Bir haneye geceleyin zorla tecavüz ve hırsızlık’ suçundan devrin mahkemesinin huzuruna çıkarıldı ve beş yıl küreğe mahkûm edildi. Defalarca firar edip her seferinde yakalandığında cezası katlanarak 19 yıla çıktı. 1815 Ekimi’nde serbest bırakıldı. Çıktığı yere, 1796 yılında cam kırıp, bir ekmek aldığı için girmişti.
Katedralin saati sabahın ikisini çalıyordu ki, Jean Valjean uyandı.
Onu uyandıran yatağın çok rahat olmasıydı. Hemen hemen yirmi yıl vardı ki, bir karyolada yatmamıştı ve soyunmuş olmamasına rağmen bu duygu uykusunu bozacak kadar yeniydi.
Gözlerini açtı, bir süre karanlıkta çevresine bakındı, sonra yeniden uyumak üzere gözlerini yumdu.
İnsanın zihnindeki fikirlerin bulanık olduğu ruhsal anlardan birini yaşıyordu. Beyninde bir çeşit kararsız gelgit vardı. Eski anılarıyla şimdikiler karmakarışık yüzüyor ve bulanık bir biçimde buluşuyor; bu sırada şekillerini kaybediyor, sınırsız büyüyor, sonra birdenbire çamurlu ve çalkantılı bir suya düşmüş gibi kayboluyorlardı. Aklına birçok düşünce geliyordu, ama bunlardan özellikle biri dönüp dolaşıp yine geliyor ve öbür düşüncelerin hepsini kovuyordu. Bu düşüncenin ne olduğunu hemen söyleyelim: Madam Magloire’un sofraya koyduğu gümüş takımla, büyük kepçeyi gözüne kestirmişti.
Nefesini tutarak sessiz adımlarla bitişik odanın, piskoposun yatak odasının kapısına doğru yöneldi.
Kapı aralıktı. Piskopos kapatmamıştı.
Jean Valjean dinledi. Ses seda yoktu.
Kapıyı parmağının ucuyla, usulca içeri girmek isteyen bir kedinin kaçamak, kaygılı yumuşaklığıyla açtı.
Oda tam bir sessizlik içindeydi. Şurada burada bulanık, belirsiz şekiller fark ediliyordu. Gündüz gözüyle bunlar, bir masanın üstüne dağılmış kâğıtlar, açık bırakılmış kitaplar, bir taburenin üzerine yığılmış ciltler, üstünde giyecekler dolu bir koltuk ve bir dua iskemlesiydi. Ama şimdi, gecenin bu saatinde ise
————
1 Immanuel Kant (1724-1804): Aydınlanma felsefesinin en önemli temsilcilerinden Alman filozof.
2 Homeros (İÖ 9. ya da 8. yy): Eski Yunan’ın en büyük destanları İlyada ve Odysseia’yı yazdığı kabul edilen yazar.
3 İsa Peygamber’in adlarından biri.