Roman (Yerli)

Av

Kurt Askerler Serisi – Kitap 2 Av ya da Avcı… Dolunay YÜksekliğinde İkisinden Birisi Olmak Zorundasın!

Dişi kurt Artemis Indigo, jaguar adamların çiftliği ziyarete geleceğini öğrendiğinde şaşırmıştı. Hele ki Ay Tutulması’na birkaç gün kalmışken! Sonuçta kediler ve kurtlar pek de iyi anlaşan türler sayılmazdı. Yine de bunun tatil amaçlı bir gezinti olmadığı kesindi. Soğukkanlılıkla işlenmiş tuhaf bir cinayetteki bütün ipuçları, suçlunun bir kurt adam olduğunu işaret ediyordu. Jaguarlar ve kurtlar ortak bir düşmana karşı birlik olmak zorundaydı. Peki ya düşmanlarınız dostunuz; dostlarınız düşmanınız haline gelmeye başladıysa? O zaman kime güvenirdiniz?

Gerçek av başladığında Artemis’in seçme şansı olmayacaktı…

***

TEŞEKKÜR

Bu kitabın yazılmasında kendi kalemim kadar başkalarının da etkisi var.
Aileme teşekkür ediyorum. Mutluluklarımı paylaştılar, hüzünlerime ortak oldular ve dertlerimi biraz da olsun hafifletmek için ellerinden geleni yaptılar. Ailenin ve sevginin gücünü, her zaman en ihtiyaç duyduğum anlarda onlar sayesinde hissettim. Arkamda durdular ve yeri geldiğinde olumsuzlukları, önüme geçerek benim için göğüslediler. Onlar olmasaydı, Marcus, Lena ve Delilah olmazdı.
En yakın arkadaşlarıma teşekkür ediyorum. Dostluğun o sıcacık dokunuşunu, onlar sayesinde tattım. Onlar olmasaydı, dostluğun acı ve tatlı tüm yönlerini ifade edebilmek için doğru kelimeleri seçemezdim. Onlar olmasaydı, Adrian, Josh, Jackson ve Alison olmazdı.
Karşılaştığım kötülüklere ve kötü insanlara teşekkür ediyorum. Belki kulağa garip gelecek ama bu kitapta onların da parmak izleri mevcut. Onlar olmasaydı, kötülüğün içindeki iyiliği; iyiliğin içindeki kötülüğü tecrübe edip, yazıya dökemezdim.
Bu kitabın basım ve yayınında emeği geçen İkinci Adam Yayınları’na teşekkür ediyorum. Bir kitabı yazmak kadar, yayına hazırlamak da büyük emek isteyen bir iş. Sahne arkasındaki bütün çalışanlar, bir teşekkürden fazlasını hak ediyor.
Ve sana teşekkür ediyorum, sevgili okuyucum. Sen bu kitabı okumaya karar verip sayfaları çevirmeye başlamasaydın, bu kitabın anlamı olmazdı. Bu kitaba hayat üfleyen kişi sensin. Senin sayende, bu kitabın bir canı var. Onu koru ve hatalı da olsa ondan bir ders çıkarmaya çalış. Unutma ki; hatalarından ders çıkarmayan bir can, boşa geçmiş bir hayat demektir.

İyi okumalar.

***

ÖNSÖZ

Şimdiye Kadar…

Sürüye hoş geldin!
Dolunay çoktan yükseldi ama korkma…
Dönüşüm birazdan başlayacak.
Kurt sürüleri, Alfa’nın liderlik ettiği, Hati ve Sköll rütbelerine sahip yardımcılarının da yönetime katkı sağladığı –ve can sıkıcı olsa da erkek egemenliğine dayanan- bir teşkilattır. Ergenliğe geçiş yapan her safkan kurt, dönüşüm geçirerek bir sürüye katılır. Ancak safkan olmayıp, ısırığın etkisiyle dönüşüm geçiren kurtlar da var.
Melezler.
İki ay öncesine kadar, Alfa’nın kızı Artemis Indigo -Sköll ile yaşadığı bir kavgada ona yumruk attığı için- sürgündeydi. Bu sürgüne, bizzat Alfa olan babası Marcus tarafından, tek başına yaşamaya mahkûm edilerek gönderilmişti. Ancak Indigo Klanı melez saldırılarıyla alarma geçtiğinde, sürüye geri dönüş çağrısı almıştı.
La Loba isimli bir dişi kurt, kendisine melezlerden oluşan bir ordu kuruyordu. La Loba’nın, Artemis’in çocukluk arkadaşı ve sürünün yeni Hati’si Adrian’ın annesi Desperado olması, işleri biraz karıştırmıştı. Desperado ölmüş kocası Victor’un tahtına göz dikmişti. Bu sözde Alfalık tahtında şimdi Marcus Indigo’nun oturuyor olması, safkanlar ve melezler arasında bir savaşa sebebiyet veriyordu.
Desperado, Hatilik rütbesinin Adrian tarafından kendisinden çalındığını düşünen Gregory Hathaway ile birlik kurarak Indigo Klanı’na saldırmıştı. Artemis, saldırıda Greg tarafından öldürülecekken, dokuz yaşındaki kız kardeşi Delilah tarafından kurtarılmıştı. Ancak ne yazık ki Delilah, ablası kadar şanslı değildi.
Savaş sona erdikten sonra Artemis’e sürgünden süresiz bertaraf hakkı tanınmış, çiftlikte kalırsa bir bekçi olarak görev yapabileceği teklif edilmişti. O da seve seve kabul etmişti.
Şimdiyse, uzun zamandır istediği hayata en sonunda sahipti.
Kim demiş dişi bir kurt bekçi olamaz diye?
Görevini hem en iyi şekilde, hem de kız gibi yapıyordu!
Bu kitapta, ilk kitaptan farklı olarak, olaylar yalnızca Artemis’in gözünden anlatılmayacak. Karakterlerin kişiliklerini, duygu ve düşüncelerini daha iyi anlamak, kimi zamansa geçmişe kısa yolculuklar yapmak için böyle bir yol izlendi. Bu nedenle bölüm başlarında yer alan isimlere dikkat edin.
Çünkü herkesin kendince anlatacağı sırları var.
Ve bu sırlardan bazıları ölümcül olacak!
“İki dünya arasında hayat bir yıldız gibi parlar.
Gece ve yas ufkun sınırında bekler.
Kim olduğunu insan ne kadar geç anlar,
Kim olabileceğini ne kadar geç çözer…”
-Lord Byron

BİRİNCİ BÖLÜM

Artemis Indigo

Aynı gün içinde dokuzuncu kez sırtüstü yere düşürüldüğümde, dişlerim birbirine sertçe çarptı. Rakibim, kalkmam için bana fırsat tanımadan ayak bileğimden kavradı ve bu kez de duvara doğru savruldum. Kafam, antrenman odasının minderle kaplanmamış sert kısmına çarpınca yüksek perdeden bir hırlama koyverdim.

“Bunu daha kaç kez tekrarlamak… Ah!”

Sesim, kırılmış olduğuna bahse girebileceğim çenemin acı verici hareketiyle kesildi. Çenemi ovuşturarak önüme döndüm ve çocukluk arkadaşım Adrian Lane’ye baktım. Onunla yaklaşık iki aydır sabah, öğlen, akşam ve lanet olası günün geri kalan bütün zamanlarında karşılaşıyordum ancak nefes kesen görüntüsüyle beni her defasında etkilemeyi başarıyordu.

Başarılı bir sanatçının elinden çıkmış, bir doksan boyunda bronz tenli bir heykel gibiydi. Kum rengi saçları her hareketiyle sakalıyla birleşerek altın rengi gölgeler halinde omuzlarına düşüyor, ortaya enfes bir görsel şölen koyuyordu. Saçlarından çok daha koyu renkli kirpikleri zümrüt yeşili gözlerini bir dantel gibi çevreliyor, sert yüz hatlarını yumuşatarak ona çok daha çekici bir ifade kazandırıyordu. Burnu, sanki daha önceleri kırılmış ama doğru kaynamamış gibi hafif eğri duruyordu. Yine de bu durum, her nasılsa, onun yüzündeki Tanrısal kusursuzluğu bozamamıştı.

Antrenman odasının bir köşesine çektiği katlanılabilir sandalyesinde bütün rahatlığıyla otururken, o muhteşem yüzünden okunan alaycı ifade sahte bir soru işaretine dönüştü.
“Josh’un seni daha kaç kez yere sereceğini mi soruyorsun?”
“Küçükken hep beraber çalışırdık,” dedim hüsranla. “Şimdiyse sen orada oturup beni izlerken Josh’tan tekme yiyor olmam seni rahatsız etmiyor mu yani?”
Başıyla onayladı. “Küçükken seni pataklayan ben olurdum, doğru. Artık Hati olduğum için Alfa’nın kızıyla antrenman yapmaktan daha önemli işlerim var diyebiliriz.”
Hatalarla dolu cümlesinde, neye sinirleneceğimi şaşırarak ellerimi belime dayadım. Alfa’nın kızı hitabına karşılık gözlerimi kısarak korkutucu olduğunu düşündüğüm bir bakış fırlattığımda, alaycı gülümsemesi bütün dudaklarına yayıldı.
“Birincisi, bana böyle seslenilmesinden hoşlanmadığımı biliyorsun.” dedim dizimin çıkmadığından emin olmak için bacağımı ileri geri sallarken. “Kulağa liderimiz olmadan var olamazmışım gibi geliyor. İkincisiyse, sürünün Hati’si olman kendi adamlarını benim üstüme saldırtabileceğin anlamına gelmez!”
Elimle, Adrian’ın özel koruması olan Josh’u işaret ettim. Josh, iki metreyi aşan boyu ve sarılıp sallanabileceğiniz bir ağaç gövdesini andıran kalın pazılarıyla tam bir kas yığınıydı. Yüzü, kendisine daha korkutucu bir hava veren yara izleriyle kaplıydı, yaralarını gururla taşır gibi saçlarını kısacık kestirmişti. Bu model, safkan bir kurt olduğunu gösteren boynundaki pençe dövmesini tamamen açıkta bırakıyordu. Gri gözleri bana fırtına öncesi yağmur bulutlarını anımsatırdı.
“Artık bir bekçisin, Artemis,” dedi Adrian sandalyesinden ayağa kalkarak. “Bu da o küçük kıçının biraz da olsa terleyeceği anlamına geliyor.”
“Vay canına, neredeyse küfretmiş olduğunun farkında mısın? Çünkü bu benim için bile…” Ben sözümü bitirme fırsatı bulamadan Josh, Hati’sine hakaret ettiğimi düşünmüş olmalı ki hırlayarak üstüme atıldı. Hızla gerileyerek savunma pozisyonu aldım, yara bere içindeki ellerimi yumruk yaparak gardımı kaldırdım. Darbesini elimin tersiyle geçiştirip çenesine bir sol kroşe savurduğumda bu sefer gerileyen o oldu.
“…Çünkü bu benim için bile fazla kaba bir sözcük,” diyerek nefes nefese sözümü tamamladım.
“Odaklan, Artemis.” Adrian muhteşem kollarını çıplak göğsünde birleştirirken konuştu. “Fazla disiplinsizsin.”
“Disiplinsiz değilim, yorgunum,” diye sızlandım. Alnımı silince, parmaklarımdan mindere ter süzüldü. “Yola sokmak için bir kurdun sabahın köründe pataklanması gerektiği hangi saçma sürü kanununda yazıyor?”
“Pataklanacağı yazmıyor. Kendini sen bu duruma düşürüyorsun.”
Josh haykırarak üstüme geldiğinde savrulan yumruğundan yere eğilerek kaçtım. Bütün gücümle bacağımı yerde sürüdüm ve ona çelme taktım. Homurdanarak sırtüstü yere devrildiğinde harcadığım enerji yüzünden ayaklarım titriyordu, lanet olası herif bir dağ gibiydi.
“İşte,” dedim çenemle Josh’u göstererek. “Bu sabah için en azından bu yeterli mi?”
Adrian dolgun dudaklarını alaycı bir şekilde bükerek bana gülümsedi. “Elbette. Daha fazla pataklanmanı istemem. Ayağa kalk, Josh.”
Kendimden emin bir şekilde gülümsedim. Çantamı almak için arkamı döndüğüm an sırtıma bir tekme yedim ve yüzüstü yere kapaklandım. Eğer son saniyede başımı yana çevirmeseydim burnumun kırılacağından emindim. Ancak bu baştan ayağa sarsılmama engel olmamıştı. Yüksek sesle inledim.
“Bu da neyin nesiydi?”
Adrian arkamdan hoşnutsuz bir sesle konuştu. “Düşmanını yere serdiğinden emin olmadığın müddetçe sırtını dönmemen gerektiğiyle alakalı bir ders.”
Belimi tutarak güçlükle doğruldum. “Onu yere serdiğimi sandım,” diye homurdandım.
“Ben de bundan bahsediyorum,” dedi Adrian gözlerini açarak.
“Biliyor musun, buna hile denir.” Gözlerimi kısarak karşımdaki iki dev cüsseye baktım. Adrian’ın kolları hala göğsünde bağlıydı. Josh sanki az önce ayaklarını yerden kesmemişim gibi
dimdik duruyordu. Bana gelirsek, belim doğrulmamı engellediği için ellerimi dizlerime dayamış, acının dağılmasını bekliyordum.
“Kesinlikle.” Adrian sanki çok bariz bir şey söylemişim gibi kafasını salladı.
“Bunu sana ödeteceğimi biliyorsun, değil mi?” Belimi gerdirdiğimde kürek kemiklerim kütürdedi. Kısa zaman içinde bir yerlerimin kırılacağından emindim.
Adrian, az önce onu tehdit etmemişim gibi arkasını dönüp antrenman odasından çıkarken elini salladı. “Gel, Josh. Artemis sabah koşusunu tamamlarken biz de kahvaltı yapalım.”
“Hey!” Ellerimi kalçalarıma koyarak ona dik dik baktım. “Bu hiç adil değil!”
Peşinde Josh ile kapıdan çıkarken “Kimse adil olduğundan bahsetmedi!” diye karşılık verdi.

Midem gürültüyle guruldayarak bana katılırken, Adrian’ın sesine Josh’un homurtuyu andıran kahkahaları karıştı. Kaşlarımı iyice çattım. Biraz daha bu şekilde durursam yüz felci geçireceğime şüphe yoktu.
İç çekerek spor çantamı yerden aldım ve yalpalayan adımlarla konuk evinin verandasına çıktım. Aralık sabahının iğne gibi batan soğuğu yüzünden biraz titreyerek de olsa temiz havayı içime çektim. Puslu güneş ışıkları yüzüme vurarak beni gülümsetti. Çiftlik evinin ilerisine doğru bakarken aklıma üşüşen anının karanlık kolları, dört yanımı sarıp soğuktan kaynaklanmayan bir nedenle ürpermeme neden oldu.

“Delilah!”

İrkilerek sıçradım. Kollarımı kendime dolayarak olduğum yerde huzursuzca kıpırdandım. Bakışlarım istemsizce çiftlik evinin hemen arkasındaki koruluğa kaydığında ayaklarım beni mezarlığa doğru götürmeye başlamıştı. İplerinden çekilen bir kukla gibi çimenlerde duraksadım. Hayır!
Dokuz yaşındaki kız kardeşim beni kurtarmak için ölmüştü. Hayır, öldürülmüştü. O anın gerçekliği tüm acımasızlığıyla zihnime çöreklendiğinde gözlerimi sımsıkı kapadım.
Greg hemen tepemde hançerini kaldırıyor, beni öldürecek. İkinci bir baba olarak gördüğüm adam, beni tam kalbimden bıçaklayacak. Küçük bir kurt bedeni, Greg’in üstüne atlıyor, onu yere deviriyor. Greg elindeki bıçağı küçük kurdun gırtlağına dayıyor ve bir kalp atışlık süre sonrasında Delilah kanlar içinde yere yığılıyor.

Hayır!

İki ay. İki aydır bu konu hakkında düşünmeyi reddetmiştim. Sanki düşünmediğim sürece, içimi kor gibi yakan acının varlığı daha az hissedilecekmiş gibiydi. Ama oradaydı. Acı, mermer mezar taşlarının varlığı kadar gerçekti ve ben her gün bu acıyla uyuyor, bu acının iliklerime işleyen korkunç hissiyle uyanıyordum. Tekrar yürümeye başladım.

Delilah’nın yanına koşuyorum, kafasını kucağıma alıyorum. Kan, çok fazla kan var ve bu düzgün düşünmeme engel oluyor. Kollarımın arasında çırpınan bedenini rahatlatmak istiyorum, yapamıyorum. Son yaşam kırıntıları gözlerinden rüzgârda savrulan yapraklar misali kayıyor. Ona daha çok sarılıyorum, adını sesleniyorum ama bana cevap vermiyor. Ölmüştü.

İki ay öncesine kadar, sürüsünün Sköll’ünü herkesin içinde küçük düşürdüğü gerekçesiyle sürgün hayatı yaşayan bir kurttum. Üç yıl boyunca bu böyle devam etmişti; kendime Santa Fe şehir merkezinde bir ev bulmuş, üniversiteye başlamış ve yeni arkadaşlar edinmiştim. Her şey lanet olası bir melezin ara sokaktaki varlığını algılamamla başlamıştı. Yürüyüp gitmem gerekirdi, ardıma bakmadan koşarak oradan uzaklaşmam, evime gidip kapılarımı kilitlemem gerekirdi. Belki, sadece belki, bunu yapsaydım bütün bunların önüne geçmiş olabilirdim.
Hayır!

İç sesim vicdan azabıyla kıpırdandı. Olay ne yazık ki bundan ibaret değildi.
Eğer Rufus’a o yumruğu atmasaydım bütün bunların önüne geçecektim. Rufus’un hala erkekliğin gücüne inanan bir pislik olduğunu düşünüyordum, evet. Ama eğer öfkemi dizginleyip ona saldırmasaydım bu olanların hiçbirisi gerçekleşmeyecekti. Çiftlikten ayrılmak zorunda kalmayacak, Adrian’ı sürüde yalnız başına bırakmayacaktım. Böylece o hırslarına yenik düşüp sürünün eski Hati’si olan Greg’e meydan okuyup dövüşü kazanmayacak ve…
Kendini suçlamayı bırak!

İkinci kez, ne yazık ki olay bu kadar basit değildi. Ancak hafızam zamanda daha geriye gitmeyi reddediyordu. Eğer gidebilseydim, biliyordum. Adrian’ın babası ve sürümüzün eski Alfa’sı Victor’un ölümüne ve bu olayı takip eden felaketler zincirinin halkalarına ulaşacağımı biliyordum. Desperado’nun sinsi planlarını kurduğu o karanlık köşelere ve kurduğu melezler ordusunun çiftliğimizde yarattığı yıkıma, Greg’in Adrian’a olan nefretinin işin içine dâhil oluşuna, kaybettiğimiz yedi yetişkin kurda ve Delilah’a…
Delilah’ı olduğu yerde bırakıyorum. Desperado’nun emriyle çiftliğe saldıran yeni melez grubunu gördüğüm an, zihin kurdumla onların iradesini ele geçiriyor, Desperado’yu yakalamalarını emrediyorum. Karşı koyamayan melezler çoktan kaçmaya başlayan Desperado’nun peşine düşüyorlar.
Mezarlığın demir parmaklıklı kapısını aralayıp ileri baktım. Unutulmuşluk hissiyle sarılı onlarca taş anıt, sonsuz gibi görünen toprak boyunca sıralanmıştı. Bazılarının yazısı bile silinmeye yüz tutmuştu. İroni, mezarlıklarda hat safhadaydı. Mezarlar, ölülerin ardında bıraktığı insanlar için yapılmıştır. Bu doğruydu, eğer ölüyseniz bir mermer taşa ihtiyacınız olmazdı. O mermer taşa hayatta kalanlar ihtiyaç duyardı ki sizi asla unutmasınlar. Ancak ölüm yıl dönümleriniz dışında hatırlanmazdınız, geri kalan herkes hayatına devam ederdi. Siz de öldüğünüzle kalırdınız.

Delilah’ın mezarının başına çöktüm. Elim titremesine mani olamadan kalktı ve mezar taşının pürüzsüz ve can acıtacak kadar cansız yüzeyindeki kelimelere dokundu. Delilah Indigo, çok sevilen evlat, kardeş ve sürü üyesi.
Gözyaşlarım soğuktan gerilen yanaklarımdan çeneme süzülürken gözlerimi kapadım ve derin bir nefes çektim. “Çok üzgünüm. Her şey benim suçum.”

Greg’e dönüyorum. Gözleri korkuyla irileşmiş, bana bakıyor. İnsan formuma rağmen birer kurt pençesi haline gelen ellerimi ona savuruyorum. Yere düşüyor, durmuyorum, pençe darbeleriyle göğsünü deşiyorum. Kan, çok fazla kan var ve bu, bu kez düzgün düşünmeme yardımcı oluyor. Sivri dişlerimle Greg’in soluk borusunu tek hamlede parçalıyorum. Ölmüştü. Elimde olsa onu yine öldürmek istiyorum.

Düşünmeyi kes!

Ani bir içgüdüyle ayağa kalktım ve gözyaşlarım sicim gibi inerken çevreden bulduğum çayır çiçeklerini toplamaya başladım. Kopardığım her çiçekle birlikte, hıçkırıklarım daha da haşinleşiyor, nefes almamı güçleştiriyordu. Ama durmadım. Elimde çiçeklerden oluşan bir buket oluşuncaya dek durmadan ağladım. Sonsuz gibi gelen bir on dakikanın ardından çiçeklerimi kız kardeşimin mezarının başına bıraktığımda ayaklarım beni taşıyamadı ve popo üstü çiğ kaplı toprağa düştüm. Sonsuzluğun küçük ama yürek acıtan bir süresi boyunca orada öylece oturup ağladım ve hıçkırıklarım mezar taşlarında can bulurken ileri geri sallandım.

Bir zaman sonra, biraz da olsa çevreyi algılayabildiğimde, ellerime baktım. Tırnaklarım küt ve kirliydi. Yüzüme dokunarak gözyaşlarının ardında bıraktığı nemi hissettim. Kafamı kaldırdım ve Delilah’ın mezarındaki karahindiba çiçeklerine baktım.
“Bütün bu mitolojik bokluklar hakkında nasıl düşündüğümü biliyorsun,” diye mırıldandım. “Ama umarım Tanrı Odin’in uçsuz bucaksız ormanlarında avlanıyorsundur.”
Hüzünle gülümsedim. Uysal kız kardeşimi bu şekilde düşünmek tuhaf bir huzur hissiyle dolmama neden oldu. Bu huzur, aynı zamanda kalkmama ve Delilah’ın mezar taşını öperken ayaklarımın yere sağlam basmasına da yardımcı olmuştu. Bazı zamanlar, inanca ihtiyacımız olurdu. Umutsuz hissettiğimiz anlarda, bizden daha kudretli bir gücün varlığına tutunurduk. Bu an, o anlardan biriydi.
Geri dönüp Adrian’ın tamamlamamı istediği sabah koşumu yaparken de aynı huzur hissi, etrafımı ipekten bir çarşaf gibi sardı. Bir ara başımı kaldırıp sabah güneşinin araladığı bulutlara baktığımda Delilah’ı gördüğümü sandım.
Ufak kurt bedeni hevesle kuyruğunu sallıyor ve oradan oraya atlayarak özgürlüğün tadını çıkarıyordu.

Yazar

BENZER İÇERİKLER

Aydınlar Üzerine

Editor

ŞU ÇILGIN TÜRKLER

Editor

Cennetsiz

Editor

Yorum bırak

* Bu formu kullanarak yorumlarınızın bu web sitesi tarafından saklanmasını ve yayınlanmasını kabul etmiş olursunuz.

İnternet sitemizden en iyi şekilde faydalanabilmeniz ve internet sitemize yapacağınız ziyaretleri kişiselleştirebilmek için çerezlerden faydalanıyoruz. İstediğiniz zaman çerez ayarlarınızı değiştirebilirsiniz. Kabul et Daha fazla oku

Gizlilik ve Çerez Politikası