“Bu, galiba sevdaların yazılmamış yasasıdır Hande; büyük aşklar küçük nedenlerle biter! Çünkü o büyük aşkları ancak iyi insanlar yaşayabilir. İyi insanlar da; alçaklık, kalleşlik ve ihanet gibi ‘büyük nedenlere’ tevessül edecek kadar zaten küçülemezler. Dolayısıyla ayrılık nedenleri de küçük olur.” “Bu sözlerin acılarımı hafifletir mi sanıyorsun Hakan? Sanmıyorum… Sanmıyorum…” “Eğer birimize karşı utanılacak kadar büyük yanlışlarımız olsaydı, yıllar sonra bir gün karşılaştığımızda daha fazla kahrolmaz mıydık? Birbirinin gözlerinin içine bakmayı bile engelleyecek bir utançla yaşamak daha mı iyiydi?” “İnsan yine de kabullenemiyor işte; basit bir tartışma ve gurur, bu büyük aşkı bitirmemeli miydi?…” Mehmet Emin Kazıcı, bir nihavent şarkısının hüzünlü notalarıyla bir büyük aşkı besteliyor!…
Saat öğleden sonra 1’i göstermesine rağmen Hande hâlâ uyuyordu. Yandaki komodinin üzerinde ısrarla çalan telefonunu gözleri yarı kapalı şekildie güçlükle bulup ekrandaki ismi görünce, burnuna çürük meyve kokusu gelmişçesine yüzünü buruşturdu, sinirli, isteksiz ve uykulu bir sesle konuştu:
“Söyle Zafer.”
“Sese bak, uykuya yat. Handeciğim, biz bugün saat 12’de sende buluşmak üzere sözleşmemiş miydik? Ben, geciktigim için özür dilemeye hazırlanırken sen hala uyuyorsun galiba. Uyan karıcığım, 10-15 dakika sonra ordayım.”
Hande öfke alay karışımı bir yüz ifadesiyle, “Tamam tamam, kalkıyorum, bu arada karıcığın da değilim. Bunu o minik beynine sok artık!” dedikten sonra telefonu sertçe kapattı.
Başında bir agrı vardı. Gerçi uyandığında başında ağrı hissetmediği bir gün var mıydı zaten?
Son aylarda iyice içine kapanık, huysuz, sosyal ortamlardan kaçıp yalnızlığa sığınan sıkıcı bir tip olup çıkmıştı. Kendisine bile boğucu gelen bu içe dönük hali, baş ağrılarını da tetikleyen en önemli nedendi belki.
Avucunu alnına bastırarak yataktan çıktı. Sabahlığını giyip mutfağa yöneldi. Çekmeceleri karıştırarak bulduğu bir ağrı kesiciyi bir süre elinde tuttu, sonra bıraktı. Önce bir şeyler alıştırsa iyi olacaktı.
Masada bir tabakta duran kuru pasta, kurabiye, bisküvi türü şeylere bir süre iğrenir gibi baktıktan sonra birine uzandı, isteksizce ısırdı.
Hâlâ uykuluydu. Birazdan Zafer gelip o bildik sıkıcı, itici hatta iğrenç konuşmalarına başlamadan önce kendisine gelse iyi olurdu.
Aceleyle bir kahve yaptı. Yiyecek tabağını da alarak salona geçti. Pencereyi açıp bir süre temiz hava soludu. Sonra bir koltuğa adeta yığılır gibi oturdu. Bir kurabiye yedikten sonra mutfağa gidip ağrı kesiciyi yuttu. Yatak odasındaki sigara paketini alıp tekrar salona döndü. Sigarasını yakarken zil çaldı.
Zafer, elinde bir demet çiçekle içeri girdi. Sempatik olduğuna inandığı abartılı bir ses tonuyla, “Ben geldim! Acaba gönlümün kraliçesi Hande Hanımefendi’ye günaydın mı desem, yoksa tünaydın mı?”
Cevap sert ve kısaydı:
“İkisini de deme.”
Zafer. Handeyi tek taraflı olduğu pek belli bir sarılmayla yanaklarından öptükten sonra elindeki çiçekleri verdi. Hande çiçekleri salondaki büyükçe masaya bırakıp tekrar koltuğuna oturdu. Zafer bir süre ayakta salonun dağınık halini izledi. Yerlerde kitaplar. DVD’ler, CD’ler. gazeteler öylesine atılmış gibi duruyordu.
“Bu ne dağınıklık böyle? Kendimi üniversite yıllarındayken kaldığım bekâr evlerinde hissettim. Gazeteden sofra serip üzerinde menemen yediğimiz günlerde… Kibrit kutusundan kül tabağın da var mı? Nedir bu halin böyle?”
Zafer’in sesinde, ‘”benden ayrı yaşamaya başlarsan böyle olursun işte” türünden bir şımarıklık, ironi ve mağrurluk karışımı bir ton seziliyordu.
“Ne varmış halimde? Evet, bu ev bekâr evi. ben de bekârım. Sana ne!”
“Bekâr delilsin. Henüz boşanmadık. Üstelik boşanmayı asla düşünmediğimi de biliyorsun.”
“Sen önce bir otur Zafer. Başımda böyle zebella gibi dikilerek sözlerine bir üstünlük vereceğini sanma ”
Zafer “hiç değişmezsin sen’ gibisinden umarsız bir gülüşle Hande’nin karşısındaki koltuklardan birine oturdu.
“Kahve ister misin bayım?”
“Hayır. Ben sabah kahvemi çoktan içtim.”
“Aferin.”
Zafer ayağa kalktı. Pencerenin yanına varıp bir süre caddeyi süzdükten sonra tekrar yerine oturdu:
‘Bak Hande, ben ayrılmamız için ortada ciddi bir neden göremiyorum. Hiçbir mantığı yok bu boşanmanın.’’
“Evliliği sürdürmemizin bir mantığı var mı sence?”
“Var tabii. Hatta bu evliliğin devamı mantığın ta kendisi.” “Peki, senin anladığın mantıktan gidelim o zaman. Evet. evliliğimiz mantık üzerinde kuruldu. Evliliğimizde sadece mantık oldu. Ancak, sadece mantık, başka da hiçbir şey.”
“Bir işte mantık varsa, olmayan ne olabilir ki?”
“Mantık abidesi Zafer!”
“öyleyim tabii. Bazen zorla köreltmeye çalışsan da. sen de mantıklı insansın aslında.””Hah ha. Ben yurtdışından yeni gelmiş, yükselme hırsıyla dolu bir kuştum Zafer. Sen de ihtiras dolu bir işadamı. Babamla olan ticari yakınlıklarınız dâ işin içine girince, kupkuru mantık tavan yaptı ve evlendik.”
“Mantıksız olan ne burada?”
“Hiçbir şey. Her şey mantıklı ama galiba ben sadece mantıktan ibaret biri değilim. 3 yıllık mantıklı ama ruhsuz, mantıklı ama şekilsiz, mantıklı ama duygusuz bir evlilik bana bunu öğretti.”
“Gene başlayacaksın şimdi, ‘insanların duyguları da var, insan sırf akıl değil, aynı zamanda gönüldür de’ estek köstek. Unut boşanmayı. Biz 3 yıl içinde bir kere ciddi şekilde kavga bile yapmadık Hande.”
“Yapmadık evet, çünkü kavga edecek kadar hesapsız olamadık ki. Sen kavga edebilmeyi az bir şey mi sanıyorsun evlilikte? Her şevin belli bir hesaba ve çıkara göre biçimlendiği bir yerde, iki insanın birbirine hiçbir şey hissetmediği bir yerde kavga çıkmaz ki zaten!”
“Yaa, ne kadar saçmalıyorsun! Tuzu kuru aile kızlarına has. yoktan sorun çıkarmaya çalışan, sorun olmayınca canı sıkılan, maddi sorunları olmadığı için zorla duygusal sorunlar üretmeye çalışan tipik burjuva kızları gibisin. Rahat mı batıyor sana?”
“Rahat batıyor evet, sana ne? Bu benim hayatım, istersem rahat olurum istersem rahatsızlığı seçerim. Sen mi belirleyeceksin bunu?”
Zafer, karşısındaki sert duvarı, başka yönlerden yumuşatmayı denedi:
“Biliyorum, evliliğimizde sana yeterince duygusal yakınlık göstermediğime inandın hep. Seni gerektiği kadar sevmediğimi düşündün. Oysa seni sevmeseydim…”
Hande alaycı bir sesle, “Evlenmezdin biliyorum. Bu arada ‘gerekliği kadar sevmek* de çok hoş bir niteleme doğrusu.” dedikten sonra devam etti:
“Ama kabul et ki biz. birbirimizi hiç sevmedik Zafer. Bunu hiç hissetmedik karşılıklı. Hatta yüzeysel olarak dahi hissedemedik. Bizim evliliğimiz, sırf o dönemde, öylesine karar verilmiş saçma sapan, iğrenç, aptalca bir şevdi.”
“Evliliğimizden daha saygılı söz edebilirsin Hande ”
“Saygı mı? Hah hah ha. Bizim evliliğimiz sadece iki kişinin evlemnesiydi Zafer, tabii, senin için öyle değildi muhakkak. Daha özel anlamları, daha derin hesapları olan, her yanından mantık fışkıran bir işlemdi belki. Ama benim için değil.”
Zafer alaycı bir sesle sordu:
“Evlenirken aklın başında değil nıiydi yoksa?”
“Eğer şu anda aklımın başımda olduğunu varsayarsak, evet. Ben niye evlendiğimi bilmeden evlendim. Beni istediğin kadar suçlayabilirsin. Ben de kendimi yeterince suçladım zaten. Hani insanlar denk gelir bir araba alırlar ya; benim evliliğim de öyle işte. Bazı şartlar denk geldi, bir anda kendimi evlenirken buldum. Bunun bedelini de yeterince ödedim. Dolayısıyla kimseye verecek bir hesabım olduğuna inanmıyorum. Tamam, kabul ediyorum: saçmalık yaptım, aptallık yaptım ama hayat böyle. Biliyorsun, evlenip de bir ay hatta bir hafta sonra bile yanlış yaptığını düşünüp ayrılanlar var. Böyle bakarsan. benimki hayli uzun sürmüş olabilir.”
“Beni yeni tanıdığını mı ima ediyorsun?”
“Hayır, sürekli kendini merkeze alarak konuyu tartışmaktan vazgeç lütfen. Ben seni değil kendimi tanıdım. Sen hep şendin aslında ama ben artık ben değilim.”
Zafer, “bir sen vardır sende, senden içerü” gibisinden alaycı bir cümle kuracakken vazgeçti. Hande’yi daha da sinirlen dirmenin anlamı yoktu.
“Kendini toparlaman için biraz daha süre vereyim istersen Hande. Çünkü şu anda tanıdığını sandığın ‘sen de tam ‘sen’ olmayabilir. Biraz daha durul, sakinleş, kendine gel istersen. Bence her şey yoluna girecek.”
Zafer’in bir psikolog edasıyla konuşması Hande’yi gülümsetti:
“Bana süre vereceksin ha, harikasın!”
“Şöyle yani…”
“Bak Zafer: kendini kandırma diyeceğim ama senin kendini kandırma ya da kandırmama diye bir derdin olacağını da sanmıyorum. Sen, kendi anlayışı içinde hayatını sürdüren, mantığıyla tanımladığı ve çerçevelediği bir hayat içinde hedefleri olan birisin. Bunlar sana yetiyor. Bense kendini bile yeni yeni tanıyan. sürekli gelişme aşamasında, düşe kalka yürüyen bir öğrenci gibiyim hayat karşısında. Bu öğrencilik hali, ne bir hedefe yoğunlaştırıyor beni, ne de ciddi bir plana hayata dair. Bomboş yaşıyor gibiyim. Ancak bildiğim bir şey var ki, bu hoşluğumda senin olmanı istemiyorum artık. Ben düşerken kalkarken, yalpalarken, doğru ya da yanlış, erken veya geç kararlar alırken, burnumun dibinde Zafer diye birinin olmasını istemiyorum artık. İs-te-mi-yo-rum! Bilmem anlatabildim mi? Gerçi daha açık nasıl söyleyeceğim ki!”
“Ama bu yaptığın haksızlık Hande, vefasızlık da. Düşünüyorum da, evlilik hayatımız boyunca sana hep saygılı oldum. Çocuk istedim ama sen istemiyorsun diye o isteğimi bile sürekli erteledim.”
“Yalan. Evet. ben senden bir çocuğum olsun istemedim ama sen de istemedin hiçbir zaman. Bu zamana kadar ağzından hiç çocuk lafı duymadım. Bana sürekli “aman dikkat edelim, iyi korunalım” demez miydin?”
“Senin çocuk islemediğini bildiğim için… belki o şekilde yani… Ve evliliğimiz boyunca sana hep sadık kaldım. Hem de etrafımda dört dönen o kadar güzel kadın varken!”
Hande bir adamın nasıl olup da bu kadar yüzsüz ve sahtekâr olabileceğini düşündükçe kızmakla gülmek arası bir duygunun kararsızlığı içinde kalıyordu. Ne gülünecek kadar komik. ne de kızılacak kadar değerli olan birine, gösterilecek en uygun tepkiyi bulmak ne kadar zordu!
“Son bana hep sadık kaldın öyle mi? Sen ve sadakat! Sen hayatla kendi dar ve sığ hedeflerin dışında hiçbir şeye sadık kalamazsın Zafer, inanır mısın, sadakat kelimesini “sakatat” gibi telaffuz ediyorsun sanki. Sen sadakat derken ortalığa bağırsaklar falan dökülüyor.”
“Bunlar süslü laflar. Yalan mı? Sana hep sadık kalmadım mı?”
“Kalmadın tabii. Bazı şeyleri bilmediğimi sanıyorsan aldanıyorsun.”
Zafer’in yüzü bir anda değişmişti:
“Bazı şeyleri mi? Neymiş onlar? Sadece dedikodu, değil mi? Sen bile ciddiye almadın ki. bu zamana kadar paylaşmadın benimle.”
Hande gülümsedi. Bir sigara daha yaktı. Bir süre Zafer’i alaycı ve boş gözlerle süzdükten sonra:
“Beni aldattığın, bazı gizli evlerin olduğu yalan dedikodu değil Zafer. Bazıları bizzat tanık olduğum gerçekler.”
‘Yalan söylüyorsun. Ya da… dedikoduların yol açtığı bazı kuşkuların varsa, bana yoklama çekip ağzımdan laf almaya çalışıyorsun.”
Hande bir kahkaha attı:
“Keşke dediğini düşünecek kadar sevseydim seni. ‘Keşke’ lafın gelişi tabii.”
“Eğer seni aldattığıma inansaydın, bunu benimle şimdiye kadar yüz kere konuşurdun. Hesap sorardın. Senin gibi bir kadın hele… Beni mahvederdin. Yeri yerinden oynatırdın.”
“Yanılıyorsun, ben bilakis bu gerçeği gördüğümde mutlu olup sevinmiştim.”
Zafer bir süre şaşkınlık içinde kaldı:
“Ne dedin? Bilakis mutlu mu oldun? Manyak mısın sen?
“Manyak mı dedin? Sahi, senin böyle argo ve kaba konuştuğuna ilk kez şahit oluyorum. Centilmenliğiniz nerde kaldı Zafer Bey?”
Normalde pek sigara kullanmayan Zaferde bir sigara yaktı:
“Peki peki, özür dilerim, seni dinliyorum.”
“Kendime bir kahve daha alayım.”
Hande mutfağa giderken, Zafer ayağa kalkıp bir süre pencereden dışarıyı izledi. Sonra yerine oturdu. Cep telefonunu çıkarıp bir süre bir şeyler aradı. Sonra Hande’nin cep telefonuna uzandı. Onun salona yaklaştığını görünce de panik içinde yerine bıraktı telefonu. Yüzünde, herkesten sakladığı bir sırrı ifşa olmuş insanlara has bir panik, hoşnutsuzluk ve sıkıntı vardı.
Hande, elinde kahvesiyle salona dönüp yerine oturduktan sonra konuya kaldığı yerden devam etti:
“Beni aldattığını anladığımda sevindim dedim. Evet, sevindim, çünkü senin beni aldatmanın bende hiçbir üzüntüye hatta hiçbir şeye yol açmayacağını bilmeye ihtiyacım vardı. Bu, bir anlamda sana karşı artık hiçbir şey hissetmediğimi gösteren mutluluk verici bir kanıttı benim için. Çünkü bazen, bazı şeylerden ne kadar emin olursak olalım, yine de özgüven eksikliğimizden dolayı kendimize karşı bile kırılgan olduğumuz anlar vardır.”
“Ne demek bu? Bilmece gibi konuşmayı bırak lütfen!”
“Her zaman ne kadar var olduğu tartışılsa da, özellikle son bir yıldan beri seninle duygusal anlamda hiçbir yakınlığım kalmadığını seziyordum. Böylesi bir olay, bu konuda kendi hislerimi sınavdan geçirmek imkânı verdi bana. Beni aldatıyordun ve ben buna karşı içimde hiçbir kıskançlık, kızgınlık veya aşağılanmışlık duygusu hissetmiyordum! Herhangi birinin herhangi birini aldatmasından farksız geliyordu bana. Bunu hissetmek mutlu etti beni, insan karmaşık bir mahlûk be Zafer. Hele de kadınlar… Ne kadar bazı şeyleri bilse de. hissetse de, bildiklerinin ve hissettiklerinin bir sınavdan geçmesi ve doğruluğunun bir kere daha kanıtlanması iyi geliyor işte.“
Zafer önce gülümsedi, sonra da kahkahalarla güldü bir süre. O gülerken ayağa kalkıp pencereye doğru giden Hande de gülümsüyordu.
Kahkahalarını bitiren Zafer, “Sen kendini iyice dağıtalı, hayal görmeye de başlamışsın” dedi, “Doğrusu, aylardır, önce yatağını sonra da evini ayırdığın bir erkek olarak, dışarıda bazı arayışlara girmem çok da anormal bir şey olmazdı ama yapmadım. Sana karşı asla ihanette bulunmadım. Kimden ne duydun bilmiyorum ama bu söylediklerine sadece gülüyorum Hande.”
“Gülebilirsin” dedi. Hande pencereden dışarıya bakmayı sürdürerek, “Ne düşündüğün umurumda bile değil Zafer”
Zafer “Bazı ortak sıkıntılarımız olduğunu biliyorum” dedikten sonra ayağa kalktı, Hande ye yaklaştı, “Ama şunu bil ki bir erkek olarak seni her zaman arzuladım ve hala da çok istiyorum.’*
Hande, arkasından sarılmak isteyen Zafer’i itti:
“Aramızda her şey bitti Zafer. Biz, bir araya gelmesi asla mümkün olmayan iki yabancıyız artık. Lütfen bunu kabul et ve yoluna git.”
İtilen Zafer, bir an kendini çok aşağılanmış hissetti. Bir sü…