Adına hayat denilen, koca koca taşlarla döşenmiş, büyük, uçsuz bucaksız, ufuk çizgisi bile belli belirsiz bu yolda, yanı başımda beyaz ve siyahtan ama kırmızı alevleri de olan mavi gözlü “O Adam” beliriverdi. Ve “O”; bir rüyada görünen gibi, ne hayali bir elbiseyigiydirip yakınlaştırabildiğim, ne de gerçeğini… Yani ne benim diyebiliyorum, ne de aksini iddia edebiliyorum.Artık “O” var, yanı başımda duran. Ve “O” biliyor bu yolda nerde, nasıl olduğumu. Gerçk şu ki; sapmadan önce karşımda birden bire beliren oydu ve yine onun mavi gözleriydi, bu sisli, engebeli, geçilmesi, ilerlemesi zor olan yolu bana cazibeli kılan. Ona, onun hissettirdiği tarifsiz huzura kapılarak, gözü kapalı girdim adı “A-Ş-K” denen ateşin içerisine.
Yaşamın Tozlu Rafları
İlkbaharın ilk yalancı günleriydi. Fotoğraf sanatçısı Kemal ALKIN, İzmir’de Mavi Sanat galerisinde fotoğraf sergine hazırlanıyordu. Sanat onun için bir yaşam biçimi hatta bir parçası haline gelmişti. En iyi yaptığı hayata farklı yönlerden bakabilmekti. Bunun bir yetenek olduğuna inanır ve kendini şanslı hissederdi.
İki haftadır verdiği uğraşları artık bitmek üzereydi. Bugün hazırlıkların son günüydü. Sergi salonunda bütün fotoğraflarını özenle yerleştiriyordu. Onlar Kemal’in bir parçasıydı, yaşanmışlıklar ve hayata dair umutlar vardı içerisinde. Sanatla ilgilenmesinin haricinde en çok sevdiği şey, Ege ile vakit geçirmekti. Ege, babası gibi fotoğraf çekmeye çok meraklıydı. Genelde beraber giderlerdi atölyeye ve Ege, atölyede çalışmaktan çok gezme kısmını daha fazla beğenirdi.
Kemal yaşamına sığdırdığı her anı bu fotoğraf karelerinde ölümsüzleştirmişti. Onun için bu sergi çok önemliydi. Son sergisiydi ve artık bedeni kaldırmıyordu, tozlu çatlamış toprakların sert rüzgârlarını. Dayanacak gücü kalmamıştı. Bırakacaktı rüzgârın içine naif kırılgan ve umutsuz yüreğini, kararlıydı. “Müdahale yok artık hayat denen ince çizgiye” diyordu Kemal. “Sadece yaşamak, sadece hesapsızca özgürce yaşamak…” Aşk burada gizli.
Cuma günü, güneş İzmir’de kendini denizin serin sularına gizlemeye başlamıştı ki Kemal, sergi hazırlıklarını bitirmenin verdiği huzurla evine dönmüş, ailecek oturmuş yemek yiyorlardı. Aliye her zamanki gibi kendi sevdiği sebze yemeklerinden bezelye yapmış ve bunu tabaklara dağıtmakla meşguldü. Ege sandalyesinde oturmuş önündekileri etrafa döküyor babasına bakarak yaptıklarının yanlış olduğunu bildiği halde bir edepsizlik içerisinde “baba baba” diye sesleniyordu. Ailecek uzun zamandır bir arada oturmamışlardı yemek masasına. Fotoğraf karesi tam gibi görünse de bir eksik vardı daima. Kemal tabağına konulanları iştahla olmasa da Aliye’nin emek harcadığını düşünerek minnetle yiyordu. Aralarında ne olursa olsun Kemal her yemek masasından kalkışta “eline sağlık” cümlesini eksik etmezdi.
Bugün de tabağındakileri tam bitirememişti ki, içindeki umut hırçın bir dalga gibi yüreğini dövüyordu. Ayağa kalktı Ege’yi öperek “eline sağlık” dedi Aliye’ye. Yıllardır beklemek göz kapaklarına ağır geliyordu artık. Biran önce kendini karanlığa teslim etmek ve sabahı beklemek geçiyordu içinden. Yatak odasının ortasında bulunan geniş kocaman yatağa bıraktı bedenini. Yatak genişti geniş olmasına da, Kemal için sadece bir kişilikti. Sabaha dek kapatamadı yorgun göz kapaklarını. O kadar heyecanlıydı ki, tıpkı tahliye gününü bekleyen mahkûm gibiydi. Sabahın ilk ışıklarıyla Ege belirdi başında. Her sabah Ege uyandığında ilk önce babasını uyandırır, beraber banyoya gider, ellerini ve yüzlerini yıkarlar, Kemal tıraş olurken Ege’de bir kenarda babasının yaptıklarını izlerdi. Hafta sonları erozyona uğramış gibi hissettiği yüzünü nadasa bırakırdı Kemal. Bugün hafta sonu olmasına rağmen sergi nedeniyle tıraş oldu.
Yüzünün çizgileri daha belirgin olmuştu sanki, aldırmadı. Banyonun karşısındaki giyinme odasına yöneldi. Ne giyeceğine Ege ile beraber karar verip hazırlandı. Aliye daha yeni uyanmış odadan sevimsiz isteksiz ve nerden çıktı bu sergi edasıyla “çıkıyor musun?” diye seslendi. “Evet! Gelmek istersen açılışa yakın gelirsin” diyebildi Kemal, içinden geldiğince.
Mavi Sanat galerisine geldiğinde bütün hazırlıkları kendi elleriyle tek tek kontrol etti. Titizdi biraz, her şeyin en iyisini yapmak isterdi, yarım işleri sevmezdi. Şimdiye kadar da bütün yaşanmışlıklarını ve yaşamını kendi düzenlemeye çalışmıştı. Alışıktı hayatına dair ne varsa toparlamaya ve yine de öyle yaptı.
Saat ikiye yaklaşmış yavaş yavaş misafirler kapıda görülmeye başlamıştı. İlk önce Aliye ve Ege geldi. Kemal Aliye’nin isteyerek değil de, zorununluluktan katıldığını çok iyi biliyordu. Aliye sanatı sevmeyen ve en iyi bahaneyi “ben anlamam” diyerek sıyrılmakta bulan birisiydi.
Gelen bütün konuklarıyla tek tek tokalaştı, hepsiyle ilgilenmeye çalıştı. Kemal her fırsatta, girişteki kapıya iliştirilmiş gözlerini toparlamak zorunda kalıyordu. Her geçen dakika, her geçen saat biraz daha büyüyordu, içinde bulunduğu boşluk. Basın mensuplarının bir anda yaktıkları ışıklar İzmir Valisi’nin üzerinde odaklandı. Kemal sanatı seven ve her fırsatta kendisini destekleyen Vali Mustafa beyi girişte karşıladı. Vali beyle yapılan sohbetten sonra açılış merasimine geçtiler. Yapılan konuşmalar uzadıkça uzadı. Sıkılırdı böylesi protokol konuşmalarından. Yıllar geçse de o hiç alışamadı böylesi yalandan söylenmiş süslü sözcüklere. İçinden dua ediyordu bir an önce bitsin diye. Nihayet Vali Bey sözlerini sonlandırmış, kurdele kesme merasiminde herkes yerini almıştı. Kesilen kurdele bir sonun başlangıcı, bir başlangıcın sonuydu aslında.
Bir süre gelen misafirlerine eşlik etti. Kimseye belli etmese de içerisindeki umut ışığı hala sıcak ve kor halinde beklemekteydi. Çok geçmeden Ege geldi yanına. “İzninizle!” diyerek ayrıldı misafirlerinin yanından. Ege’nin elinden sımsıkı tuttu. Ondan manevi destek alıyordu Kemal. Salon içerisinde atılan naif, çaresiz ve umut dolu adımlarla beraber Ege’ye, her fotoğrafın önemini anlatıyordu. Yıllarca saklamış olduğu yanlarını ilk defa gün ışığına tutuyordu. Yüzleşmek zorunda kaldıkları vardı tablolarda…
Aliye salonun en ihtişamlı yerinde bir kraliçe edasıyla durmuş etrafındakilere poz vermekle meşguldü. Ona bakan gözlerden hoşnuttu. Gösterişi seven, hayatı kendi kurallarıyla yaşayan, başkalarının düşüncelerini umursamayan bencillik abidesiydi. Oradaki birçok bayan belki de onun yerinde olmak istiyordu. O, o kadar meşguldü ki etraftaki gözlerle, Kemal’le ilgilenmek aklının ucuna dahi gelmiyordu.
Ege’ye ben buyum diyordu her fırsatta Kemal. O kadar kaptırmıştı ki kendini tabloların büyüsüne, fark etmedi sergiden el ayak çekildiğini. Yılların yükü omuzlarında, umut dolu göz bebeği göz çukurunda etrafa baka kaldı. Artık eve dönme vakti gelmişti.
Aliye, “Hadi Kemal çıkmıyor muyuz?” diye söylenmeye başladı.
“Geliyorum sen çıka koy” cümlesi karşılık geldi Aliye’nin sorusuna. Aliye Ege’yi de alarak otomobildeki yerini aldı. Ege, sergi kokteylinden kalan kurabiyeleri yeme derdinde, Aliye biran önce evine kavuşma hayalinde, Kemal ise bir türlü ayrılamıyordu sergi kapısından. Büyük, kalın ve alabildiğine görkemli cam kapının önünde omuzları daha fazla dayanamadı yer çekimine. İstemeye istemeye bir tebessüm geldi, dudak çizgilerine dokundu. Kafasını geriye doğru çevirerek öyle bir bakış attı ki fotoğraflara, bir saniye içerisinde bütün fotoğraf kareleri gözlerinin önüne geldi. Ama bir yanı bekle diyordu, bekle. Otomobile doğru yönelen Kemal, Aliye ve Ege ile serginin verdiği umutla birlikte evinin yolunu tuttu.
ALKIN ailesi daha önceki devirlerde adı Klazomenai olan İzmir’in Urla ilçesinde, şehrin kalabalığından uzak, iki katlı, bahçesi meyve ağaçları ile bezeli bir evde yaşıyordu. Ev her ne kadar küçük ve şirin olsa da, ailecek yalnız kalabilmek için yinede yer ve zaman bulabiliyorlardı. Eve geldiklerinde meyve ağaçlarının arasındaki ince ve uzun yoldan ilerlerken, attığı her adımda geri dönmek istedi Kemal.
Evin önündeki ahşap merdivenden çıkarken ne kadar yaşlandığını düşündü, oysa daha Otuz Beş yaşındaydı. Altın bir kafes olarak gördüğü evinin kapısını açtığında bir anda duvarlar üstüne üstüne gelmeye başladı. Girişteki sallanan koltuğuna oturmak istedi yapamadı. Bir yudum su istedi kıraç yüreği. Mutfakta sağ köşedeki sandalyenin üzerine kıvrıldı. Sadece boş boş bakıyordu etrafa…
Gözleri, nasırlı avuçlarında tuttuğu yüzüğe ilişti. Sımsıkı kapadı avuçlarını mühürlercesine, hafif bir tebessüm etti. Yaşamı boyunca dostlarının söyledikleri geldi aklına “Sen kaçıksın” derlerdi. “Manyaksın, delisin.” Gerçekten de öyle mi olduğunu düşündü bir an. Kelimeler birleşmiş, tek bir noktada toparlanmıştı. Yutak borusuna gelmiş, düğümlenmişti hepsi üst üste. Umarsızca yaptığı çılgınlıklarını düşündü. Hiç hesaba katmamıştı, her bir kelimenin, her bir dokunuşun, yıllar sonra içinde bilmediği bir yerde yüreğini bu denli kanatacağını…
………………