Roman (Yerli)

Konstantiniyye Oteli – Ömer Zülfü Livaneli

Zehra’nın üçüncü rüyası

Ölmek, uyumak sadece! (…) Uyumak,
ama düş görebilirsin uykuda…
Hamlet, Shakespeare

Düşerken adı Zehra’ydı, bunu biliyor. Otel odasının banyosunda başını önce lavaboya, sonra küvetin kenarına vuran genç kadın parlak mermer zemine düşerken adının Zehra olduğunu biliyor; soyadı Ertan, Zehra Ertan. Bunu aklımda tutmam gerekiyor diye geçirdi mi içinden, sonradan mı böyle bir yakıştırmada bulundu, bunu bilmesi -bilmemiz- olanaksız; çünkü düşüşten sonra başka bir dünyaya ait olduğunu, adların önemsizleştiği yarı saydam, yan gerçek yan düş, korkudan, arzudan, tutkudan ve kaygılardan azade bir âleme girdiğini seziyor; bilmiyor da seziyor, artık her şey sezgiden ibaret zaten.
Kafasında bir cephanelik patladığını seziyor, damarlarının yırtılır gibi olduğunu seziyor; son anda lavaboya tutunma çabasının bir işe yaramadığını seziyor; parlak lavabo kenarının elinden kayıp gittiğini seziyor; banyonun mermer zeminine kaydığını seziyor; sağ yanağının değdiği mermer zeminin sıcak olduğunu seziyor; burnuna toprak kokusu geldiğini seziyor; belki de toprağın altındayım, belki de gömüldüm sezgisi
cılız bir ışık gibi yanıp sönüveriyor zihninde. Sonra karanlık geliyor, uçsuz bucaksız karanlık, onu sevecen bir rahim gibi saran güzel karanlık. îşin tuhafı bu gömülmüşlük duygusunun Zehra’da hiçbir korku ya da kaygı yaratmamış olması.

Otelin zemin katındaki odasının banyosundan aşağılara, toprağa doğru çekildikçe, içine yayılan huzur ve dinginlik daha da artıyor, yaşamında ilk kez, onca korktuğu ölümün pek de kötü bir şey olmadığını seziyor. Ölmek güzel, ölmek sakin, ölmek korkutucu değil; durgun bir liman.
Bu andan sonra dünya gitgide uzaklaşıyor, uzaklaşıyor, tam yok olmaya yüz tutmuşken Zehra bir ses duymaya başlıyor. Sağ yanağını ısıtan mermerin altından gelen, yumuşak, tekdüze, inlemeyle yakınma arası ama ne dediği anlaşılmayan, boğuk bir ses bu. Elbette boğuk olacak, çünkü çok derinlerden geliyor gibi. Zehra bir süre sonra bu sesin sandığı gibi konuşmadığını, mırıldanmadığını, inlemediğini, ancak daha önce hiç duymadığı garip, gizemli, tuhaf bir ezgiyle şarkı söylediğini anlıyor. Uzun seslerle söylenen, mistik, yakınma dolu, neşeden uzak, içinde ilahi bir şeyler barındıran ama bir yandan da yerde, bilincinin büyük bölümü uykuya dalmış Zehra’nın tüylerini diken diken etmeye yetecek kadar tuhaf bir ezgi bu; sesin sahibi bir erkek. Şarkının hangi dilde söylendiğini anlayamıyor Zehra; Türkçe değil; İngilizceye ya da kulak aşinalığı olan başka bir dile de benzemiyor. Giderek yerin altına, toprağa doğru kayan Zehra o sırada şarkının kesildiğini ve kendisine birinin seslendiğini duyuyor. Duymasına duyuyor ama “Beni duyuyor musun?” sorusuna uzun süre
cevap veremiyor. Soru birkaç kez daha tekrarlandıktan sonra Zehra duyduğunu söylüyor ama bunu nasıl dile getirdiğini bilmiyor. Ağzından ses çıkmıyor, kafasının içinde olup bitiyormuş gibi her şey. O sesimsi şey -ses diyeceğiz artık ona, çünkü başka bir dünyevi sözcük yok bunun için- başının ağrıyıp ağrımadığını soruyor, Zehra “Galiba” diye cevap veriyor; “sanırım ağrıyor.” O ses gülüyor, “Anladım” diyor, “çünkü bu ağrıyı bilirim.” “Nereden bilirsin?” diye soruyor Zehra.
Ses, “Çünkü benim de başım ağrımıştı” diye yanıtlıyor onu.
Zehra’nın kafasının içindeki konuşma devam ediyor:
“Ne zaman ağrımıştı?”
“Darbe aldığım zaman.”
“Ne darbesi?”
“İsyan sırasında başıma aldığım darbe.”
“Cop mu, gaz kapsülü mü, TOMA mı?”
“Hayır, Thomas orada değildi, Belisarios vardı.”
“Kim?”
“Belisarios.”
“O da kim?”
“Saldırıyı o yönetiyordu.”
“Polis şefi mi?”
“Hayır, Muhafız Birliği Komutanı zalim Belisarios.”
Bu sözler üzerine Zehra duraksıyor. Yerin altında olduğunu öne süren kişiye, Nika isyanından ve oradaki Belisarios’tan mı söz ettiğini soruyor. Evet yanıtını alınca garibine gidiyor ve bu
telepatik sohbetin nasıl mümkün olabildiğini soruyor. Hangi dilden konuşuyorlar, o dili hiç bilmiyor, daha önce hiç duymadığı halde, -eğer buna konuşma denilebilirse- konuşuyor, en azından anlıyor, öteki adam da onu anlıyor.
“Daha önce duyamazdın zaten” diyor ses. “Çünkü ölülerin  dilini konuşuyorsun.”
“Böyle ayrı bir dil mi var?”
“Evet, ölüler diyarında tek bir dil vardır; insanlar hangi dili konuşursa konuşsun, öldüğü anda hepsini unutur ve ölmüş olan herkesin bildiği dili konuşmaya başlar.”
“Bu dili anladığıma göre ben de mi öldüm?”
“Henüz değil ama bize hızla yaklaşıyorsun, sesimin sana bazen gelip bazen yitmesi bu yüzden işte. Dünya seni çekiyor, biz de aşağıdan çekiyoruz. Hep böyle olur.”
“Dur, dur, bir dakika, aklımı toplayayım, sen neredesin, var olmayan sesin yerin altından geliyor, kendin neredesin?”
“İşte dediğin gibi, yerin altındayım, tam senin altındayım.

Yazar

BENZER İÇERİKLER

Üç Kız Kardeş – İclal Aydın

Editor

Komşu Köyün Delisi

Editor

Budalalığın Keşfi

Editor

Yorum bırak

* Bu formu kullanarak yorumlarınızın bu web sitesi tarafından saklanmasını ve yayınlanmasını kabul etmiş olursunuz.

İnternet sitemizden en iyi şekilde faydalanabilmeniz ve internet sitemize yapacağınız ziyaretleri kişiselleştirebilmek için çerezlerden faydalanıyoruz. İstediğiniz zaman çerez ayarlarınızı değiştirebilirsiniz. Kabul et Daha fazla oku

Gizlilik ve Çerez Politikası