Ağabeyimin kaçtığını öğrendiğimiz gün Kurban Kazıklarını kolaçan etmeye gitmiştim. Bir şeyler olacağını zaten biliyordum; Fabrika bana haber vermişti.
Adanın kuzey ucunda, doğu rüzgârı estiğinde paslı kolu gıcırdayan gemi kızağının kalıntılarının yanında, son kum tepesinin dışa bakan yüzünde iki Kazığım vardı. Kazıkların birinde bir sıçan kafası ve iki kızböceği, diğerinde bir martı ve iki fare kafası vardı. Tam fare kafalarından birini kazığa geçiriyordum ki kuşlar havalanıp bağrışmaya başladılar. Yuvalarının yakınından geçen patikanın üzerinde daireler çiziyorlardı. Kafayı iyice sağlamlayıp kum tepesinin üzerine, dürbünle ne olup bittiğine bakmaya çıktım.
Diggs, yani kasabanın polis memuru kafasını öne eğmiş, kuma gömülen tekerlekler yüzünden güçlükle pedal çevirerek bisikletiyle patikada ilerliyordu. Köprüye gelince bisikletinden inip onu köprüyü tutan iplere dayadı, sonra asma köprünün ortasına, kapıya kadar yürüdü. Oradaki diyafonun düğmesine bastı. Sessiz kum tepelerine ve yuvalarına konan kuşlara bakarak bir süre orada bekledi, Beni görmedi; çünkü çok iyi saklanmıştım. Sonra babam evden bir şey sormuş olacak ki hafifçe öne eğilip düğmenin yanındaki ızgaraya konuştu, sonrada kapıyı açıp köprüyü geçerek adaya çıktı, oradan da eve yöneldi. Adam kum tepelerinin arkasında kaybolduktan sonra apışaramı kaşıyarak bir süre oturdum; rüzgâr saçlarımı karıştırıyor, kuşlar yuvalarına yerleşiyordu.
Kemerimden sapanımı çıkardım, bir buçuk santimlik bir saçma seçip dikkatle nişan aldım, lastiği bırakınca saçma bir eğri çizip nehri, telefon direklerini ve karaya bağlı asma köprüyü geçerek “Girmek Yasaktır – Özel Mülk” levhasına çarptı. Sesi duyunca gülümsedim. Bu işareti iyiye yormak lazımdı. Fabrika kesin bir şey koymamıştı oraya (zaten koymazdı pek), ama uyarısının önemli bir konuyla ilgili olduğunu hissetmiştim; aynı zamanda bunun kötü bir şey olacağını da tahmin etmiştim, ama aklımı başıma toplayıp bu ipucunu değerlendirdim ve Kazıklarımı kolaçan etmeye gittim, şimdi bu işi yapmakla ne iyi ettiğimi anlıyorum; şans hâlâ benden yana.
Doğrudan doğruya eve gitmemeye karar verdim. Babam Diggs geldiğinde orada olmamı istemiyordu, hem güneş batmadan iki kazığa daha bakmam gerekiyordu. Ayağa fırlayıp kum tepesinin gölgesine kaydım, aşağı indiğimde dönüp adayı kuzeyden gelecek tehlikelere karşı koruyan o küçükbaşlara ve gövdelere baktım. Boğumlu dallara geçirilmiş o hayvanlar hiç de fena durmuyorlardı. Ağaç parçalarına bağlanmış siyah kurdeleler hafif hafif esen rüzgârda bana el sallıyorlardı. Çok kötü bir şey olmayacağına karar verdim, ertesi gün Fabrikadan biraz daha bilgi isteyecektim. Şansım varsa babamdan biraz bilgi koparabilirdim, şansım tamsa bu bilgiler doğru bile olabilirdi.
Kafa ve gövde torbasını Sığınağa bıraktığımda ışık iyice azalmış, yıldızlar belirmeye başlamıştı. Diggs’in bir iki dakika önce gittiğini kuşlar bana haber vermişlerdi, ben de her zamanki gibi bütün ışıkları yanan eve kestirmeden gittim. Babam beni mutfakta karşıladı.
“Diggs daha demin buradaydı. Haberin vardı her halde.”
İçtiği kalın purodan arta kalanını musluğun altına tuttu, bir anda boşalan soğuk su kahverengi izmariti cızırdattı. Sonra onu çöpe attı. Eşyalarımı büyük masanın üzerine koyup omuz silkerek oturdum. Babam çorba tenceresinin altındaki ocağı yaktı, kapağı kaldırıp ısınan karışıma baktıktan sonra bana döndü.
Odada, omuz hizasında, gri-mavi bir duman tabakası vardı, büyük ihtimalle benim arkadaki yaylı kapıdan girmemle koca bir dalga şeklini almıştı. Babam bana bakarken aramızdaki dalga ağır ağır yükseldi. Yerimde biraz kımıldandıktan sonra başımı öne eğip, siyah sapanımla oynamaya başladım. Babamın endişeli bir hali varmış gibi geldi; ama numara yapmakta üstüne yoktu, belki de benim öyle düşünmemi istiyordu, ben de endişeli olduğuna inanmadım içten içe.
“Sana söylesem daha iyi olacak galiba,” dedi, sonra tekrar arkasını döndü, tahta bir kaşık alıp çorbayı karıştırmaya başladı. Bekledim. “Mesele Eric.”
O zaman ne olduğunu anladım. Başka bir şey söylemesine gerek yoktu. Bana söylediklerini üvey ağabeyimin öldüğüne, hastalandığına ya da başına kötü bir şey geldiğine yorabilirdim belki; ama söyleyiş tarzından Eric’in bir şey yaptığını anladım ve babamı böyle endişelendirecek tek bir şey yapabilirdi. Kaçmış olmalıydı. Yine de bir şey söylemedim.
“Eric hastaneden kaçmış. Diggs onun için gelmiş. Onun buraya doğru yola çıkmış olabileceğini düşünüyorlar. Kaldır şunları masadan; onları oraya koyma diye kaç defa söyledim.” Sırtı hâlâ bana dönük, çorbadan bir yudum aldı. O dönene kadar bekledim, sonra sapanı, dürbünü ve küreği masadan kaldırdım. Babam sakin bir konuşmayı sürdürdü: “Buraya kadar gelebileceğini hiç sanmıyorum. Bir iki güne kadar onu yakalarlar herhalde. Sana söylesem iyi olur diye düşündüm. Başkasından duyma diye. Bir tabak al kendine.”
Dolaptan bir tabak aldım, sonra bacağımı altıma alarak oturdum. Babam yeniden çorbayı karıştırmaya koyuldu, artık kokusu puro kokusunu bastırmıştı. Midemdeki heyecanı hissedebiliyordum; bir kabarma, bir kasılma. Demek Eric tekrar yuvaya dönüyordu; hem iyiydi bu hem de kötü. Bunu başaracağını biliyordum. Bunu Fabrikaya sormak aklımdan bile geçmedi; gelecekti. Bu işi ne kadar zamanda yapacağını merak ettim ve Diggs’in bütün kasabayı dolaşıp köpek yakan deli çocuğun serbest kaldığını herkese söyleyip söylemeyeceğini; köpeklerinizi saklayın!
Babam tabağıma biraz çorba koydu. Üfledim. Kurban Kazıklarını düşündüm. Hem erken uyarı sistemi hem de caydırıcı olarak hizmet veriyorlardı; adayı koruyan illetli, korkunç şeyler. O totemler bir uyarıydı; adaya adımını atan onları gördükten sonra başına gelebilecekleri hemen anlayacaktı. Ama sımsıkı, tehditkâr bir yumruk değil de hoş geldin dercesine açılmış bir el gibi görüneceklerdi Eric’e.
“Bakıyorum da ellerini yıkamayı ihmal etmemişsin yine,” dedi babam ben çorbayı yudumlarken. Aklınca dalga geçiyordu. Büfeden viski şişesini çıkarıp kendine bir bardak içki koydu. Tahminimce polisin kullandığı diğer bardağı lavaboya koydu. Karşıma oturdu.
Babam uzun ince biri, biraz da kamburcana. Bir kadınınki kadar güzel bir yüzü var, gözleri de siyah. Şimdi topallıyor, ben bildim bileli de topaldır. Sol bacağını neredeyse hiç kıvıramıyor, evin dışında da hep baston kullanıyor. Hava nemli olduğunda evin içinde de baston kullanması gerekiyor, o zaman halısız yerlerde çıkardığı takırtıyı duyabiliyorum; oradan oraya dolaşan boş bir ses. Sadece burada, mutfakta ses çıkarmıyor baston, yerdeki taşlar sesi boğuyor.
O baston Fabrikanın güvenliğinin simgesi. Babamın kaskatı kilitlenmiş olan bacağı bana büyük tavan arasının ılık boşluğundaki mabedimi hediye etti; evin pılı pırtı dolu en üst bölümü, tozların havalandığı, güneş ışınlarının kestiği ve Fabrikanın bulunduğu bir mabet; sessiz, canlı ve kımıltısız.
Babam en üst kattaki daracık merdiveni çıkamıyor; çıksa bile merdivenin tepesine geldiğinde bacanın tuğlalarının etrafından kendini tavan arasına atmayı başaramaz.
Yani orası benim.
Sanırım babam kırk beş yaşlarında, ama zaman zaman çok daha yaşlı gözüküyor bana, bazen de biraz daha genç olabileceğini düşünüyorum. Bana gerçek yaşını söylemez, yani kırk beş yaşında olduğu benim tahminim.
“Masanın yüksekliği ne kadar?” dedi birdenbire, tam ben tabakta kalan çorbayı sıyırmak için bir dilim ekmek almak üzere elimi ekmek tabağına attığımda. Neden bu kadar kolay bir soru sorduğunu merak ederek ona baktım.
“Yetmiş altı santim,” dedim ve sepetten bir parça ekmek aldım.
“Yanlış,” dedi sırıtarak. “Yetmiş iki.”
Suratım asık kafamı iki yana salladım ye ekmekle çorbadan arta kalanı sıyırdım. Bir zamanlar bu aptalca sorulardan gerçekten korkardım; ama artık, evin her yerinin ve içindeki her şeyin yüksekliğini, genişliğini, uzunluğunu ve hacmini tam olarak bilmem bir yana bunun babamın saplantısı olduğunun da farkındaydım. Aileden olmalarına ve artık babamı tanımalarına rağmen, evde misafir olduğunda bu yaptıkları insanı çileden çıkarıyor. Misafirler babamın onlara yemek mi yoksa bağırsak kanseri veya solucanlar hakkında bir konferans mı vereceğini merak ederek büyük ihtimalle salonda oturuyor olurlar ve babam herkes ona bakarken birdenbire birine yanaşıp sufle verir gibi fısıltıyla, “Şu kapıyı görüyor musun? Yukarıdan aşağı tamı tamına iki metre dört santim” der. Sonra şöyle bir göz kırpıp uzaklaşır ya da hiçbir şey olmamış gibi koltuğuna oturur.
Kendimi bildim bileli evin her tarafında üzerine siyah mürekkeple okunaklı numaralar yazılmış etiketler vardır. Sandalyelerin ayaklarında, minderlerin kenarında, kavanozların diplerinde, radyo antenlerinde, çekmecelerin üstlerinde, yatakların başuçlannda, televizyonların ekranlarında, çaydanlık ve tavaların saplarında, yapıştırıldıkları eşyanın tam ölçüleri yazılıdır üstlerinde. Bitkilerin yapraklarına iliştirilmiş olanları bile vardır, üzerlerine kurşun kalemle yazılmıştır. Çocukken bir keresinde hepsini söküp atmıştım; kayışla dövülüp iki gün odama hapsedildim. Sonra babam benim de onun gibi bu sayıları bilmenin kişiliğimin gelişmesine faydalı olacağına karar verdi. Bunun üzerine elimde Ölçü Defteri saatlerce oturmak (kocaman yapraklı bir defterdi, eşyalar türlerine ya da içinde bulundukları odaya göre dikkatle kaydedilmişti) ya da elimde mezura notlar alarak bütün evi dolaşmak zorunda kaldım. Üstüne üstlük babamdan matematik, tarih dersleri filan da alıyorum. Dışarı çıkıp oynayacak vaktim kalmıyordu pek, buna fena bozuluyordum. O sırada büyük bir Savaşla meşguldüm —Midyelere karşı ölü Sineklerdi sanırım— ve ben kütüphanede gözlerimi açık tutmaya çalışarak o kahrolası ölçü Defteri’nin başında pineklerken rüzgâr sinek ordularımı adaya savurur, deniz de midyelerimi önce su sonra da kumla örterdi. Neyse ki babam bu büyük tasarıdan bıktı ve şemsiyeliğin kaç litre su alacağı, evdeki bütün perdelerin bir dönümün kaçta kaçı olduğu gibi ani sorularla yetinmeye başladı.
“Artık bu sorulara cevap vermeyeceğim,” dedim tabağımı lavaboya koyarken. “Yıllar önce ölçüm sistemini değiştirmeliydik.”
Babam kafasına diktiği bardağın içinden somurtuyordu. “Hektarlar filan, ne saçmalık. Olmaz olsun. Bütün bunlar dünyanın ölçülerine bağlı. Sana bunun ne kadar saçma olduğunu anlatmama gerek yok herhalde,”
İçimi çekerek pencerenin kenarındaki çanaktan bir elma aldım. Bir keresinde babam beni dünyanın küre değil de bir Mobius şeridi olduğuna inandırmıştı. Hâlâ buna inandığını iddia ediyor ve bu fikrini ortaya koyan kitabını bastırmak için Londra’daki yayıncılara göndererek bana gösteriş yapıyor, ama bunu şeytanlıktan yaptığını biliyorum; ona esas keyif veren, metin geri çevrildiğinde yaptığı o sersemce inanmama ve haksızlığa uğramış olma numaraları. Hemen hemen üç ayda bir tekrarlanıyor bu; eminim böylesi törenler olmasa hayattan zevk almaz; Zaten o salakça ölçümlerinde kullandığı ölçü birimini değiştirmemesinin nedenlerinden biri de bu ama esas neden tembelliği.
“Bugün ne işler karıştırdın?” Boş bardağı tahta masanın üzerinde yuvarlayarak bana baktı.
Omzumu silktim. “Dışarıdaydım. Yürüdüm filan.”
“Yine baraj mı yaptın?” dedi yüzünde alaycı bir ifadeyle.
“Hayır,” dedim, kendimden emin başımı sallayarak ve elmamı ısırdım. “Bugün “Tanrının yarattığı mahlûklardan birini haklamamışsındır inşallah.”
Yine omuz silktim. Tabii ki haklamıştım. Onları öldürmesem Kazıklara ve Sığınağa koyacak kafalarla gövdeleri nereden bulacaktım? Doğal ölümlere pek sık rastlanmıyor. Gel de bunu millete anlat.
“Bazen hastaneye Eric yerine senin kapatılman gerektiğini düşünüyorum.” Kara kaşları altından beni süzüyor, alçak sesle konuşuyordu. Bir zamanlar böyle konuşması beni ürkütürdü, ama artık ürkütmüyor. Yakında on yedi yaşına basacağım, artık çocuk değilim. Burada İskoçya’da ailemin izni olmadan evlenebilecek yaştayım, hem de geçen seneden beri. Evlenmenin hiçbir anlamı yok —bunu kabul ediyorum—, ama ilkesel olarak mümkün.
Hem ben Eric değilim; ben benim ve buradayım, gerisi laf. Ben kimseye bulaşmıyorum, biraz akılları varsa kimse de bana bulaşmasın. Ne kimseye yanık köpek hediye ediyorum ne de veletleri avuç avuç kurtlar ve ağız dolusu solucanlarla korkutuyorum. Kasabadakiler, “Biraz kafadan kontak,” diyebilir benim için; ama bu basit bir şaka (hatta bazen bu lafı söylerken ellerini kafalarına bile götürmüyorlar); umurumda bile değil. Sakatlığımla yaşamayı, diğer insanlardan uzakta yaşamayı öğrendim, yani beni hiç ırgalamıyor.
Ama babam bana acı vermeye çalışır gibiydi; genellikle böyle şeyler söylemez. Eric’in kaçtığı haberi onu sarsmış olmalı. Sanırım o da benim gibi Eric’in geri döneceğini biliyor ve olacaklardan endişeleniyor. Onu suçlamıyorum, benim için de endişelendiğinden şüphem yok. Ben bir suçu temsil ediyorum, eğer Eric geri dönüp ortalığı karıştırırsa Frank Hakkındaki Gerçek de ortaya çıkabilir.
Nüfusa kaydım yaptırılmamış. Ne doğum belgem ne sigorta numaram ne de yaşadığımı veya yaşamış olduğumu kanıtlayacak herhangi bir şey var. Bunun suç olduğunu ben de biliyorum babam da ve zaman zaman babamın on yedi yıl önce —hippi-anarşist ya da her neyse o olduğu zamanlar— aldığı karardan pişmanlık duyduğunu düşünüyorum.
Bu beni üzmüyor, gerçekten de. Hep hoşuma gitmiştir hem eğitim görmediğim de söylenemez. Benim yaşımdaki birçok kişiden daha iyi bilirim okullarda okutulan şeyleri. Babamın bana aktardığı bazı bilgilerin doğruluğundan şüphe ettiğimi söylemeden de edemeyeceğim ama. Porteneil’e tek başıma gidip kütüphanede bana öğrettiği şeyleri kontrol etmeye başladığımdan beri babam bana karşı daha dürüst davranmak zorunda kalıyor, ama ben küçükken dürüstçe hatta saflıkla sorulmuş sorularıma yalan yanlış cevaplar verip beni kandırırdı. Senelerce Pathos’un Üç Silahşörler’den biri olduğuna inandım, Fellatio’nun Hamlet’teki bir karakter, Vitreous’un Çin’de bir şehir olduğuna ve İrlandalı köylülerin Guinness’i turbayı ayaklarıyla çiğneyerek yaptıklarına.
Artık evdeki kütüphanenin en yüksek raflarına uzanabiliyorum ve Porteneil’deki kütüphaneye yürüyerek gidebiliyorum, yani babamın bana anlattığı her şeyin doğruluğunu kontrol edebilirim, bana doğruyu söylemek zorunda. Sanırım bu çok canını sıkıyor, ama durum böyle. İsterseniz ilerleme deyin.
Ama ben eğitimli biriyim. Pek gelişmemiş mizah duygusunu bana bir iki kazık atarak tatmin etmekten kendini alamamış olsa da kendisini şu ya da bu şekilde şereflendirmeyecek bir oğula tahammül edemezdi babam; gövdemden hayır geleceği yoktu, yani geriye bir tek aklım kalmıştı. İşte bu yüzden bir sürü ders aldım. Babam kültürlü bir adamdır, bildiklerinin çoğunu bana aktardı, hatta bana öğretebilmek için bilmediği konularda bile çalışmalar yaptı. Babam kimya ya da biyokimya doktoru; tam olarak bilmiyorum. Tıp konusunda yeterince bilgisi var —belki de meslektekilerle bir bağlantısı vardır hâlâ—; çünkü resmi olarak hiçbir sağlık kuruluşuna kayıtlı olmayışıma rağmen bütün aşılarım tamam.
Sanırım babam mezun olduktan sonra bir iki yıl üniversitede çalışmış, bir icat bile yapmış olabilir; zaman zaman patenti kendisine ait olan bir şeyden telif ücreti aldığını ima ediyor, ama ben yaşlı hippinin Cauldhameler’in aile servetinden kalanlardan sebeplendiğini düşünüyorum.
Aile iki yüzyıl İskoçya’nın bu bölgesinde yaşamış, anladığım kadarıyla, buralarda epeyce toprağımız varmış. Şimdi bir tek adamız var, o da öyle küçük ki sular yükseldiğinde ada demeye bin şahit lazım. Şanlı mazimizden geriye kalan diğer şeyse Porteneil’deki gece kulübünün adı, Cauldhame Arması, salaş, eski bir bar. Yaşım tutmasa da zaman zaman oraya gidip punk grubu olmaya çalışan gençleri izliyorum. Arkadaşım diyebileceğim tek kişiyle de orada tanıştım; cüce Jamie, çalanları seyretsin diye onu omzuma alıyorum.
“Buraya kadar gelebileceğini sanmıyorum. Yolda yakalarlar onu,” diye tekrarladı babam uzun uzun düşündükten sonra. Bardağını yıkamak için ayağa kalktı. Kendi kendime mırıldanmaya başladım, gülmek ya da kahkaha atmak isteyip de kendimi tuttuğumda böyle mırıldanırdım hep. Babam bana baktı. “Ben çalışma odama gidiyorum. Kapıları kilitlemeyi unutma e mi?”
“Tamam,” dedim başımı sallayarak.
“İyi geceler.”
Babam mutfaktan çıktı. Oturduğum yerden malama bakıyordum. Üzerine kuru kum zerreleri yapışmıştı, silkeledim. Çalışma odası. İsteyip de hâlâ yapamadığım az sayıdaki şeylerden biri de bizim moruğun çalışma odasına girmek. Kileri en azından gördüm, bir iki kez içine bile girdim; birinci ve ikinci kattaki bütün odaları biliyorum; tavan arası tamamen benim, Eşekarısı Fabrikasının yeri de orası; ama birinci kattaki o odayı hiç bilmiyorum, bir kere bile içini görmedim.
Orada bazı kimyasal maddeler olduğunu ve babamın deneyler filan yaptığını tahmin ediyorum, ama odanın tam olarak nasıl olduğu ve onun içeride ne yaptığı konusunda hiçbir fikrim yok. Bir iki tuhaf koku ve babamın bastonunun takırtısı dışında dışarıya sızan hiç bir şey yok.
Malanın uzun sapını sıvazladım, acaba babam bastonuna bir isim takmış mıydı? Sanmam. Benim kadar önem vermiyor eşyalara. Ben onların önemli olduğunu biliyorum.
Bence çalışma odasında bir sır gizli. Bir iki kere bunu ima eder gibi yaptı, sadece soru sormak istememi sağlayacak kadar ipucu verdi, yani soru sormak istediğimi biliyor. Tabii sormuyorum; çünkü doğru düzgün cevap vermez. Söylese söylese bir araba yalan söyler, çünkü bana anlatırsa sır sır olmaktan çıkar, ayrıca ben büyüdükçe üzerimde etkili olabilmek için her yolu denemesi gerektiğini benim gibi o da gayet iyi biliyor; artık çocuk değilim. Kafasındaki baba-oğul ilişkisine hâkim olduğunu düşünmesini sağlayan yegâne şey bu sahte güç parçacıkları. Gerçekten de acınası bir durum; ama bütün o küçük oyunları, sırları ve beni inciten sözleriyle güvenliğini korumaya çalışıyor.