1.Bölüm
“Sadece uslu dur.”
“Ben mi?” dedi Myron. “Ben her zaman usluyumdur.”
New Jersey Dragons’un yeni genel müdürü Calvin Johnson, Myron Bolitar’ı Meadowlands Arena’nın karanlık koridorundan geçiriyordu. Mokasenlerinin topukları karo zeminde sert sesler çıkarıyor, boş Harry M. Stevens yiyecek stantlarından, Carvel dondurma arabalarından, atıştırma ve hediyelik eşya tezgâhlarından yankılanıyordu. Spor karşılaşmalarında satılan sosisli sandviçlerin lastik gibi, kimyevi ama son derece lezzetli kokusu duvarlardan süzülüyordu. Her yer sessizliğe gömülmüştü; boş bir stadyumdan daha cansız bir şey olamazdı.
Calvin Johnson lüks bir locaya açılan kapının önünde durdu. “Bütün bunlar biraz tuhaf görünebilir,” dedi. “Sadece akışa uy, tamam mı?”
“Tamam.”
Calvin tokmağa uzanarak derin bir nefes aldı. “Dragons’un sahibi Clip Arnstein içeride bizi bekliyor.”
“Ve ben hâlâ titremiyorum,” dedi Myron.
Calvin Johnson başını iki yana salladı. “Pislik yapma.”
Myron göğsünü işaret etti. “Kravat takıp takım elbise giydim, değil mi?”
Calvin Johnson kapıyı açtı. Lüks loca orta sahaya bakıyordu. Aşağıda işçiler hokey buzunun üzerine basketbol zemini döşüyordu. Önceki gece Devils’ın maçı vardı. Bu gece sıra Dragons’taydı. Loca sevimli ve sıcaktı. Minderli yirmi dört koltuk. İki monitör. Sağ tarafta yiyecekler için ahşap panelli bir tezgâh; genellikle kızarmış tavuk, sosisli sandviç, kızarmış patates, sosisli-biberli sandviç gibi şeyler olurdu. Sol tarafta güzelce donatılmış mini bir buzdolabı ve barın bulunduğu bakır bir araba duruyordu. Locanın banyosu da vardı; böylece şirketlerin yüksek yöneticileri sıradan işçilerle aynı yerde işemek zorunda kalmıyordu.
Clip Arnstein ayağa kalkarak onlara döndü. Lacivert bir takım giymiş, kırmızı bir kravat takmıştı. İki kulağının üzerindeki beyaz saçları dışında başı keldi. Yetmiş yıllık bir ömürden sonra bile geniş bir göğsü vardı ve iri yapılıydı. İri ellerinde kahverengi yaşlılık lekeleri vardı ve kalın mavi damarları görünüyordu. Kimse konuşmadı. Kimse kıpırdamadı. Clip saniyeler boyunca Myron’a dik dik bakarak onu baştan aşağı inceledi.
“Kravatım hoşunuza mı gitti?” diye sordu Myron.
Calvin Johnson ona uyaran bir bakış attı.
Yaşlı adam onlara yaklaşmadı. “Şimdi kaç yaşındasın, Myron?”
Bu ilginç bir açılış sorusuydu. “Otuz iki.”
“Top oynuyor musun?”
“Bazen,” dedi Myron.
“Formun yerinde mi?”
“Isınmamı mı istiyorsunuz?”
“Hayır, buna gerek yok.”
Kimse Myron’a oturmasını söylemedi ve kimse oturmadı. Elbette buradaki koltuklar sadece izleyiciler içindi ama oturulması gereken bir iş görüşmesinde ayakta durmak yine de tuhaf geliyordu. Hatta aniden zorlaşmıştı. Myron huzursuzdu. Ellerini nereye koyacağını şaşırmıştı. Bir kalem çıkarıp onu tuttu ama bu da pek doğru gelmiyordu. Fazla Bob Dole. Ellerini ceplerine sokarak, Sears soyunma odasındaki sıradan bir adam gibi tuhaf bir açıyla durdu.
“Myron, sana ilginç bir teklifimiz var,” dedi Clip Arnstein.
“Teklif mi?” Her zaman soruşturmacı tavır.
“Evet. Seni takıma alan bendim, biliyorsun.”
“Biliyorum.”
“On-on bir yıl önce. O zaman Celtics’le birlikteydim.”
“Biliyorum.”
“İlk rauntta.”
“Bütün bunları ben de biliyorum, Bay Arnstein.”
“Çok iyi bir adaydın, Myron. Akıllıydın. İnanılmaz bir tarzın vardı. Yetenekliydin.”
“Çok iddialı olabilirdim,” dedi Myron.
Arnstein kaşlarını çattı. Profesyonel basketbol dünyasında geçen elli yıldan uzun sürede geliştirdiği ünlü bir kaş çatıştı. Clip ilk kez kırklı yıllarda Rochester Royals –kulüp artık kapanmıştı– için oynarken ortaya çıkmıştı. Koç olarak Boston Celtics’i sayısız şampiyonluğa taşırken daha da ünlenmişti. Kulüp başkanı olduğunda efsanevi bir özelliğe dönüşmüştü (“kırpmak,” –takma adının kaynağıydı– rekabet gibi mesleğinin bütün unsurlarında ustalaştığında). Clip üç yıl önce New Jersey Dragons’un büyük hisseli sahibi olmuştu ve bu çatık kaşlar şimdi New Jersey turnikelerinin hemen yakınındaki Doğu Rutherford’da oturuyordu. Sesi sertti. “Brando olması mı gerekiyordu?”
“Ürkütücü, değil mi? Sanki Marlon gerçekten buradaymış gibi.”
Clip Arnstein’ın yüzü yumuşadı. Myron’a babacan gözlerle bakarak başıyla yavaşça onayladı. “Acıyı gizlemek için şakalar yapıyorsun,” dedi ciddi bir tavırla. “Bunu anlıyorum.”
Dr. Joyce Brothers.
“Sizin için yapabileceğim bir şey var mı, Bay Arnstein?”
“Tek bir profesyonel maçta bile oynamadın, değil mi, Myron?”
“Oynamadığımı gayet iyi biliyorsunuz.”
Clip başıyla onayladı. “İlk sezon öncesi maçındı. Üçüncü çeyrek. O maçta on sekiz sayı yapmıştın bile. İlk karşılaşmasını oynayan bir çaylak için hiç de fena değildi. Ama sonra kader kendini hissettirdi.”
Kader, Washington Bullets’ın dev oyuncusu Burt Wesson olarak gelmişti. Bir çarpışma olmuş, yakıcı bir acı yayılmış, sonra da her şey bitmişti.
“Korkunçtu,” dedi Clip.
“Hı-hı.”
“Başına gelenler için hep üzülmüşümdür. Yazık.”
Myron, Calvin Johnson’a bir bakış attı. Calvin kollarını göğsünde kavuşturmuş, siyah yüzü ifadesiz bir halde başka tarafa bakıyordu. “Hı-hı,” diye tekrarladı Myron.
“İşte bu yüzden sana bir şans daha vermek istiyorum.”
Myron doğru duyduğundan emin olamadı. “Pardon?”
“Takımda boş bir yerimiz var. Seni takıma almak istiyorum.”
Myron bekledi. Clip’e baktı. Sonra Calvin Johnson’a bir bakış attı. İkisi de gülmüyordu. “Nerede?” diye sordu Myron.
“Ne, nerede?”
“Kamera. Bir gizli kamera şakası, değil mi? Ed McMahon’unki mi? Onun büyük bir hayranıyımdır.”
“Bu şaka filan değil, Myron.”
“Öyle olmalı, Bay Arnstein. On yıldır ciddi anlamda top oynamadım. Hatırlarsanız dizim parçalanmıştı.”
“Çok iyi hatırlıyorum. Ama dediğin gibi, bu on yıl önceydi. Dizinden tedavi gördüğünü biliyorum.”
“Bir kez geri dönmeyi denediğimi de biliyorsunuzdur. Yedi yıl önce. Dizim dayanmadı.”
“Henüz çok erkendi,” dedi Clip. “Yine top oynadığını bana az önce kendin söyledin.”
“Hafta sonları antrenman maçları. NBA’den bir hayli farklıdır.”
Clip elini sallayarak tartışmayacağını belli etti. “Formdasın. Hatta istesem ısınacaktın bile.”
Myron’ın gözleri kısıldı. Bakışlarını Clip’ten Calvin Johnson’a, sonra tekrar Clip’e çevirdi. İki adamın da yüz ifadesi ciddiydi. “Neden bir şey kaçırdığım hissine kapılıyorum?” diye sordu Myron.
Clip nihayet gülümsedi. Calvin Johnson’a baktı. Calvin Johnson gülümseyerek karşılık vermek zorunda kaldı.
“Belki biraz daha…” Clip duraksayarak doğru kelimeyi bulmaya çalıştı, “şeffaf olmalıyım.”
“Bu iyi olur.”
“Seni takımda istiyorum. Oynayıp oynamaman o kadar da umurumda değil.”
Myron yine bekledi. Kimse devam etmeyince konuşan kendisi oldu. “Hâlâ yeterince şeffaf değilsiniz.”
Clip derin bir soluk verdi. Bara yaklaşarak küçük bir buzdolabını açtı ve bir kutu Yoo-Hoo çıkardı. Yoo-Hoo ha?
Hımm. Clip hazırlıklıydı. “Bu çamuru hâlâ içiyor musun?”
“Evet,” dedi Myron.
Clip kutuyu Myron’a attı ve bir sürahiden iki kadehe içki doldurdu. Birini Calvin Johnson’a verdikten sonra pencere kenarındaki koltukları işaret etti. Tam orta sahada. Çok güzel. Genişti de. İki metre boyundaki Calvin bile biraz uzanabiliyordu. Üç adam, yüzleri aynı yöne bakacak şekilde yan yana oturdular, ki bu da bir iş görüşmesi için tuhaftı. Tercihen bir masanın etrafında birbirlerini görecek şekilde oturmaları gerekirdi. Bunun yerine omuz omuza oturuyor, sahada çalışan işçileri izliyorlardı.
“Şerefe,” dedi Clip.
Viskisini yudumladı. Calvin Johnson kendi kadehini elinde tutmakla yetindi. Kutunun üzerinde yazılı talimatlara uyan Myron, Yoo-Hoo’sunu salladı.
“Yanılmıyorsam,” diye devam etti Clip, “artık bir avukatsın.”
“Baroya üyeyim,” dedi Myron. “Ama hukuk işinde değilim.”
“Bir spor menajerisin.”
“Evet.”
“Menajerlere güvenmem,” dedi Clip.
“Ben de öyle.”
“Çoğunlukla kan emici sülüklerdir.”
“Biz ‘asalak varlıklar’ terimini tercih ediyoruz,” dedi Myron. “Daha samimi oluyor.”
Clip Arnstein öne doğru eğildi ve doğruca Myron’ın gözlerine baktı. “Sana güvenebileceğimi nereden bileyim?” Myron kendini işaret etti. “Yüzüm,” dedi. “Her yanımdan güvenilirlik akıyor.”
Clip gülümsemedi. Biraz daha eğildi. “Sana söyleyeceğim şey kesinlikle aramızda kalmalı.”
“Tamam.”
“Bu odadan dışarı çıkmayacağı konusunda bana söz veriyor musun?”
“Evet.”
Clip tereddüt ederek Calvin Johnson’a baktı ve oturduğu yerde huzursuzca kıpırdandı. “Greg Downing’i tanıyorsun elbette.”
Elbette. Myron, Greg Downing’le büyümüştü. Myron’ ın şimdi oturduğu yerden yirmi mil kadar ötedeki bir sahada oynanan bir kasaba ligi maçında altıncı sınıf öğrencileri olarak ilk kez karşı karşıya oynadıklarından beri birbirlerinin en büyük rakipleriydiler. Liseye geldiklerinde Greg’in ailesi Essex Fells adlı komşu kasabaya taşınmışlardı, çünkü Greg’ in babası oğlunun basketbol sahalarındaki ilgiyi Myron’la paylaşmak zorunda kalmasından hoşlanmamıştı. O noktadan sonra kişisel rekabet daha da kızışmıştı. Lisede sekiz kez birbirlerine karşı oynamış, ikisi de dörder oyun kazanmıştı. Myron ve Greg, New Jersey’deki en önemli adaylar olmuşlar ve aynı rekabeti paylaşan iki kulübe alınmışlardı: Myron, Duke’a katılmış, Greg de North Carolina’ya alınmıştı.
Kişisel rekabet daha da ciddileşmişti.
Kolej yıllarında iki kez birlikte Sports Illustrated’e kapak olmuşlardı. İki takım da ikişer kez ACC’yi kazanmıştı ama Myron ulusal şampiyonluk almıştı. Hem Myron hem de Greg takım kaptanları olarak All-American’a alınmıştı. İkisi de mezun olana kadar, Duke ve North Carolina on iki kez karşı karşıya gelmişti. Myron’ın liderliğindeki Duke maçlardan sekizini almıştı. NBA seçmeleri geldiğinde, iki adam da daha ilk görüşmelerde alınmıştı.
Kişisel rekabet daha da kızışacakken işler değişmişti.
Dev Burt Wesson’la çarpıştığında Myron’ın basketbol kariyeri sona ermişti. Greg Downing ise kariyerinde ilerleyerek NBA’in en önemli takım kaptanlarından biri haline gelmişti. New Jersey Dragons’la geçirdiği on yılda, Downing sekiz kez All-Star takımına seçilmişti. Ligde dört kez serbest atış kralı, bir kez de sayı pası kralı olmuştu. Üç kez Sports Illustrated’in kapağında görünmüş, bir NBA şampiyonası kazanmıştı.
“Onu tanıyorum,” dedi Myron.
“Sık görüşüyor musunuz?” diye sordu Clip Arnstein.
“Hayır.”
“En son ne zaman görüşmüştünüz?”
“Hatırlamıyorum.”
“Son birkaç gün içinde?”
“On yıldır konuştuğumuzu sanmıyorum,” dedi Myron.
“Ah,” dedi Clip. Tekrar içkisini yudumladı. Calvin hâlâ kendininkine dokunmamıştı. “Eh, sakatlandığını duyduğundan eminim.”
“Ayak bileğiyle ilgili bir şeydi,” dedi Myron. “İyileşmek için inzivaya çekildiğini duymuştum.”
Clip başıyla onayladı. “Basına verdiğimiz hikâye buydu. Ama gerçek bu değil.”
“Ya?”
“Greg sakatlanmadı,” dedi Clip. “Kayboldu.”
“Kayıp mı?” Yine sorgucu dürtüler.
“Evet.” Clip kadehini bir kez daha yudumladı. Myron ağzındakini zor yutkundu.
“Ne zamandan beri?” diye sordu Myron.
“Beş gün oldu.”
Myron, Calvin’e baktı. Calvin sakindi, yüzünü ifadesiz tutmayı bilenlerdendi. Oynadığı günlerde duygularını hiç göstermediği için ona “Buzdolabı” derlerdi. Hâlâ adının hakkını veriyordu.
Myron tekrar denedi. “Greg kayboldu derken…”
“Gitti,” diye tersledi Clip. “Kayboldu. Havaya karıştı. İz bile bırakmadan. Nasıl söylemek istiyorsan.”
“Polisi aradınız mı?”
“Hayır.”
“Neden?”
Clip yine baştan savan bir hareket yaptı. “Greg’i bilirsin. Alışıldık biri değildir.”
Bin yılın tefriti.
“Asla beklendiği şekilde davranmaz,” dedi Clip. “Ünden nefret eder. Kendi başına olmak ister. Daha önce de ortadan kaybolmuştu ama bunu hiç rövanş maçları döneminde yapmamıştı.”
“Eee?”
“Yani sadece her zamanki gibi davranıyor olma ihtimali hayli yüksek,” diye devam etti Clip. “Greg rüya gibi atışlar yapabilir, fakat gerçekleri kabul edelim: Adam pikniğe götürülmemiş bir sandviç gibi. Maçlardan sonra ne yaptığını biliyor musun?”
Myron başını iki yana salladı.
“Şehirde taksi kullanıyor. Bu doğru. New York’ta lanet olasıca bir sarı taksi kullanıyor. Bunun onu sıradan halka yakın tuttuğunu söylüyor. Greg basınla karşı karşıya gelmiyor ya da reklam filan yapmıyor. Röportaj vermiyor. Hatta bağış bile yapmıyor. Yetmişlerin bir komedi dizisinden fırlamış gibi giyiniyor. Adam delinin teki.”
“Bütün bunlar da onu hayranlarının gözünde inanılmaz ölçüde popüler yapıyor,” dedi Myron. “Yani bilet sattırıyor.”
“Katılıyorum,” dedi Clip, “ancak söylemek istediğim de bu. Polise haber verirsek hem o hem de takım zarar görür. Bu haber duyulursa basın sirkinde neler olur, düşünebiliyor musun?”
“Kötü olur,” diye itiraf etti Myron.
“Aynen. Ve diyelim ki Greg sadece French Lick veya sezon dışında balık tutmaya filan gittiği başka bir köydeyse ne olacak? Tanrım, sonu gelmez. Diğer yandan, diyelim ki bir şeyler çeviriyor.”
“Bir şeyler mi çeviriyor?” dedi Myron.
“Bilmiyorum. Sadece konuşuyorum işte. Ama lanet olası bir skandala ihtiyacım yok. Şimdi olmaz. Rövanşlar yaklaşırken olmaz. Anlıyorsun, değil mi?”
Myron aslında anlamıyordu ama şimdilik akışa uymaya karar verdi. “Başka kimler biliyor?”
“Sadece üçümüz.”
İşçiler şimdi potalarla uğraşıyordu. Biri bir Darrly Dawkins çakar da arka panoyu parçalarsa diye depoda iki tane de yedek bulunduruyorlardı. Sonra fazladan koltukları koymaya başladılar. Çoğu stadyumda olduğu gibi, Meadowlands’de de basketbol maçlarında hokeye oranla daha fazla koltuk konuyordu; bu örnekte fazladan bin kişilik yer vardı. Myron Yoo-Hoo’sunu yine yudumlayarak dilinin üzerinde gezdirdi. Malum soruyu sormadan önce yutmayı bekledi. “Bütün bunlarla benim ne ilgim var?”
Clip tereddüt etti. Nefesleri derin, neredeyse sıkıntılı ve zordu. “FBI’la birlikte geçirdiğin yıllardan haberim var,” dedi sonunda. “Detayları bilmiyorum elbette. Hatta neler yaptığını da, fakat bu tür şeylerde deneyimin olduğunu biliyorum. Greg’i bulmanı istiyoruz. Sessizce.”
Myron bir şey söylemedi. Görünüşe bakılırsa federallerle yaptığı “gizli” çalışma Amerika Kıtası’nda en kötü korunan sırlardan biriydi. Clip içkisini yudumladı. Önce Calvin’in dolu kadehine, sonra Calvin’in kendisine baktı. Calvin nihayet kadehini yudumladı. Clip dikkatini tekrar Myron’a çevirdi. “Greg boşandı,” diye devam etti Clip. “Temelde yalnız biri. Arkadaşları –daha doğrusu tanıdıkları diyelim– sadece takım oyuncuları. Onun destek grubu olduklarını söyleyebiliriz. Ailesi. Nerede olduğunu bilen biri varsa –gizlenmesine yardım eden biri varsa– kesinlikle takımdan biri olmalı. Sana karşı dürüst olacağım. Bu adamlar tam anlamıyla baş belasıdır. Hayattaki amacımızın sadece onlara hizmet etmek olduğunu sanan bir grup şımarık poster çocuğu. Ama hepsinin ortak bir noktası var: Yönetimi düşman olarak görüyorlar. Tüm dünyaya karşı, biz yani. Bize gerçeği söylemezler. Muhabirlere gerçeği söylemezler. Onlara bir, şey, ‘asalak varlık’ olarak yaklaşırsan, seninle de konuşmazlar. Oyuncu olmak zorundasın. İçeri sızabilmenin tek yolu bu.”
“Yani Greg’i bulabilmem için mi takıma katılmamı istiyorsunuz?”
Myron kendi sesindeki kırgınlığı fark etmişti. Kasıtlı yaptığı bir şey değildi ama diğer iki adamın da fark ettiğini gördü. Utançtan yüzü kızardı.
Clip bir elini onun omzuna koydu. “Dediğimde samimiydim, Myron. Harika bir oyuncu olabilirdin. En büyüklerden biri.”
Myron, Yoo-Hoo’sundan iri bir yudum aldı. Artık küçük küçük yudumlamıyordu. “Üzgünüm, Bay Arnstein, ancak size yardım edemem.”
Arnstein yine kaşlarını çattı. “Ne?”
“Bir hayatım var. Ben bir spor menajeriyim. İlgilenmem gereken müşterilerim var. Her şeyi öylece bırakamam.”
“Asgari profesyonel oyuncu ücreti alacaksın. Bu yaklaşık iki yüz bin dolar demektir. Üstelik rövanş maçlarının başlamasına sadece birkaç hafta kaldı. Ne olursa olsun seni o zamana kadar tutacağız.”
“Hayır. Benim oyun günlerim gerilerde kaldı. Ayrıca özel detektif de değilim.”
“Ama onu bulmamız gerek. Tehlikede olabilir.”
“Üzgünüm. Cevabım hayır.”
Clip gülümsedi. “Sanırım durumu senin için biraz daha cazip kılabilirim.”
“Hayır.”
“Elli bin dolar sözleşme ikramiyesi.”
“Üzgünüm.”
“Greg yarın ortaya çıksa bile bu parayı alacaksın. Elli bin. Rövanş maçlarından da yüzde.”
“Hayır.”
Clip arkasına yaslandı. İçkisine bakarak parmağını kadehine sokup sıvıyı karıştırdı. Sesi rahattı. “Menajer olduğunu söylüyorsun, değil mi?”
“Evet.”
“İlk karşılaşmaya çıkacak üç oyuncunun ailesiyle ilişkilerim çok iyi. Bunu biliyor muydun?”
“Hayır.”
“Diyelim ki,” dedi Clip yavaşça, “içlerinden birinin seninle sözleşme imzalamasını garantileyeceğim.”
Myron dikkat kesildi. Bir, birinci raunt fırsatı. Buzdolabı’nı taklit ederek yüzünü ifadesiz tutmaya çalıştı, fakat kalp atışları hızlanmıştı. “Bunu nasıl yapabilirsiniz ki?”
“Sen bu konuda endişelenme.”
“Kulağa ahlaklı gelmiyor.”
Clip burnundan üfledi. “Myron, bana izci çocuk numarası yapma. Bana bu iyiliği yaparsan, MB SportsReps birinci rauntta avantaj kazanır. Garantili. Greg’le ilgili konu nasıl sonuçlanırsa sonuçlansın.”
MB SportsReps. Myron’ın şirketi. Myron Bolitar, yani MB. Sporcuları temsil ediyorlardı; yani SportsReps. Hepsini topla: Birleşmiş Milletler SportsReps. Myron bu ismi kendi bulmuştu fakat büyük reklam şirketlerinden hizmetleriyle ilgili hâlâ teklif alamamıştı.
“Sözleşme ikramiyesini yüz bin dolar yapın,” dedi Myron.
Clip gülümsedi. “İşini iyi öğrenmişsin, Myron.”
Myron omuz silkti.
“Yetmiş beş bin,” dedi Clip. “Ve bunu kabul edeceksin, tereciye tere satmaya kalkma.”
İki adam tokalaştı.
“Şu kayboluşla ilgili birkaç sorum daha var,” dedi Myron.
Clip kolçaklara dayanarak kalktı ve Myron’a tepeden baktı. “Calvin bütün sorularını cevaplayacak,” dedi, genel müdürü başıyla işaret ederek. “Benim artık gitmem gerek.”
“Peki, antrenmanlara ne zaman başlamamı istiyorsunuz?”
Clip şaşırdı. “Antrenman mı?”
“Evet. Ne zaman başlamamı istiyorsunuz?”
“Bu gece bir maçımız var.”
“Bu gece mi?”
“Elbette,” dedi Clip.
“Yani bu gece için hazırlanmamı mı istiyorsunuz?”
“Eski dostlarımız Celtics’le oynuyoruz. Calvin maç saatinden önce sana bir forma ayarlar. Anlaşmamızı duyurmak için saat altıda basın konferansı olacak. Gecikme.” Clip kapıya yöneldi. “Ve şu kravatı tak. Hoşuma gitti.”
“Bu gece mi?” diye tekrarladı Myron ama Clip çoktan gitmişti bile.
Amak-ı Hayal(Yeni sekmede açılır)
Bir Deliyle Evlendim(Yeni sekmede açılır)