Masallar

BEYAZ GÜVERCİN – Keloglan Masalları

 

Bir varmış, bir yokmuş. Zamanın birinde bir dağ köyünde yoksul bir nine yaşarmış. Bu kadıncağızın yetişkin bir oğlu varmış. Adı Can Ali’ymiş, başının kelliğinden ötürü ona Keloğlan derlermiş.

Keloğlan sabahları erkenden kalkar, baltasını kapar, ipini beline dolayıp dağa gidermiş. Sonra da kestiği odunları kasabaya götürüp satarmış. Eşeği olmadığı için odunları sırtında taşırmış. Bir oduncunun eşeği olması gerekir. Gel gör ki, ana oğul ellerine geçen parayla karınlarını zor doyururlarmış.

Keloğlan birgün gene dağa çıkmış. Yüksekçe bir ağaca çıkmış. O sırada gökte bir atmacanın bir güvercini kovaladığını görmüş.

Bu, ak bir güvercinmiş. Atmaca yetişip bir pençe atınca, güvercinin kanadı incinmiş.

Gelip Keloğlanın tırmandığı ağaca konmuş. Gagasında incecik bir zeytin dalı tutuyormuş. Bu zeytin dalını, yuvasını onarmak için götürüyormuş beyaz güvercin.

Atmaca görüp izlemiş onu. Akgüvercin izlendiğini sezince yolunu değiştirmiş. Atmacanın yuvasının yerini öğrenmesini istememiş. Yavrularını yemesinden korkarmış.

Ama atmaca peşini bırakmamış. Ardından gelip konmuş ağaca. Avına dikmiş gözlerini. Ha saldırdı, saldıracak, kapacak güvercini.

Keloğlan:

“Git, yok olası kuş!.. Kendi yolunda giden güvercinden ne istersin?” diyerek baltasıyla bir vuruşta atmacanın konduğu dalı kesmiş. Yırtıcı kuş havalanmış, başka bir dala konmuş. O dalı da kesmiş Keloğlan!

Bu kez atmaca öteki dala konmuş. O dal bu dal derken, Keloğlan ağaçta dal komamış.

Uçup gitmiş atmaca.

O sırada bir yılan dolana dolana ağaca tırmanmaya koyulmuş.

Keloğlan:

“Sinsi canavar!” diye bağırmış. “Dokunma beyaz güvercinime!..”

Yılan tıs diye saldırmış. Keloğlan baltasını kaldırmış, ikiye bölmüş yılanı.

Bu kez saldırmış yılanın geriye kalanı.

Onu da öldürmüş, bitirmiş işini!..

Dalda kımıldamadan duran yaralı güvercini alıp sokmuş koynuna. Ağaçtan inmiş, odunları vurmuş sırtına, koyulmuş yola.

O anda bir ses duyulmuş:

Güvercini kurtaran Ey Keloğlan Keloğlan! Seni de kurtarsınlar Dilerim yoksulluktan!

Keloğlan bu sözleri söyleyenin kim olduğunu görebilmek için çevresine bakınmış. Görememiş kimsecikleri. Yürümüş…

Az sonra, ak sakalı, yüzü pak kocamış bir kişiye rastlamış.

Adam:

“Buralarda bir beyaz güvercin gördün mü, oğlum?..” diye sormuş.

Keloğlan bir atmacanın saldırısına uğrayan yaralı güvercinden söz etmiş, sonra da: “Eve götürüp iyi ederim” diye düşündüm. “Bak bakalım, aradığın bu mu?” diyerek koynundan çıkardığı beyaz güvercini göstermiş.

Ak pak sakallı adamın gözlerinin içi gülmüş: “Sağol, iyi yürekli delikanlı…” demiş. “Aradığım güvercin budur. Ver, onu ben iyi ederim!..”

Keloğlan vermiş güvercini. Ak pak sakallı adam almış, kırık kanadını okşamış. Okşar okşamaz, güver-cin kanat çırparak havalanmış, uçup gitmiş. Her iki- si de bir süre izlemişler onun gökyüzünde süzülüp gidişini.

Bilge adam Keloğlana dönerek:

“Tanrı senden hoşnut olsun…” demiş. “Kurtardın akgü-vercinimi, iki canavarın elinden! Onlardan ilki, ‘Bilgisizlik ve bağnazlık’ ülkesinden gelen bir saldırgan…

İkincisi, ‘Bencillik ve doymazlık’ ülkesinden gelen bir saldırgan!.. Dile benden ne dilersen?”

Keloğlan sıkılganlıkla ellerini ovuşturmuş:

“Sağlığınız…” demiş.

Ak pak sakallı adam yinelemiş:

“Dile benden ne dilersen!..”

“Sağlığınız!..”

Ak pak sakallı adam bir kez daha sormuş. Gene aynı yanıtı alınca, gülümsemiş:

“Tokgözlü bir delikanlısın…” demiş. “Ama iyilikler karşılıksız kalmamalı…”

Keloğlan boynunu bükerek:

“Ne olmuş ki bir güvercini atmacanın elinden kurtar-dımsa… Bu işi iyilik olsun diye yapmadım. Doğrusu, çok acımıştım ona.”

Kocamış kişi, dudaklarında belli belirsiz gülümsemesiyle birden gözden kayboluvermiş. Keloğlan ağzı açık kalmış!

Neden sonra aklı başına gelmiş:

“Ne yaptım ben!.. Keşke bir dilekte bulunsaydım. Tuh!..” diyerek hayıflanmaya başlamış.

Derken…

Ne eserse aklına

O gelecek başına

Dilek hakkın ikidir

Üçüncüsü boşuna!..

Keloğlan öyle sevinmiş, öyle sevinmiş ki, gözleri parlayarak: “Ne istemeli! Ne istemeli!” diye düşünmüş.

Odunların ağırlığı altına iki büklüm olmaktan öteden beri yakınan delikanlı, alnına biriken terleri silerek yüzünü buruşturmuş:

“Of…” demiş. “Yıllardır sırtımda odun taşımaktan bıktım! Bir katırım olsaydı…”

Demeye kalmamış, nal sesleri duyulmuş. Keloğlan arkasına dönüp baktığında, güçlü bir katırla burun buruna gelmemiş mi? Çabucak odunları yüklemiş. Kendi de binmiş.

Böylece yerine gelmiş birinci dilek!..

Keloğlan gönül borcu duyarak beyaz güvercine, katırını koştura koştura varmış köyüne.

Anası oğlunu katır üstünde görünce şaşırmış:

“Bu hayvan nereden çıktı?” diye sormuş.

Sevinçten kabına sığmayan Keloğlan:

“Ana! Ana!..” demiş. “Üzümünü ye, bağını sorma!”

Önce “Aç mısın, tok musun?” diye sor. “Açlıktan neredeyse bayılacağım. Şöyle dumanları tüten bol biberli bir tarhana çorbası olsa…”

Demeye kalmamış. Keloğlanın aklına gelen başına gelmemiş mi?

Bir sofra kurulmuş. Ana oğlu oturmuşlar başına. Kaşık çalıp durmuşlar, çorbasına, pilavına, aşına!.. Öyle bir sofra ki, kuş sütü eksik!.. Tatlısı, tuzlusu, buzlu su bile varmış. Kadıncağız ve oğlu karınlarını doyurmuşlar güzelce.

ikinci ve son dilek de gelmiş yerine böylece.

Keloğlan’ın neden sonra aklı suya ermiş. Boş bulunup son dileği “Kör bir boğaz” için harcadığına yanmış. Ama neye yarar? Baştan düşünecekti bunu!

Ah Keloğlan, Keloğlan!..

Dururken bunca dilek,

Kalkıp ister mi insan

Yalnız katır ue yemek!..

Anası durumu öğrenince öyle üzülmüş, öyle üzülmüş ki… Keloğlan’a sitem yağdırmış:

“A benim akılsız oğlum! Böyle bir olanak insanın eline geçmişken yararlanmaz mı?” diye diye yemiş bitirmiş kendini.

Umudunu yitiren kadıncağız çok geçmeden yataklara düşmüş. Sağlığı gün geçtikçe bozulmuş.

Keloğlan:

“Vah anacığım, vah! Benim yüzümden hep bunlar!..” diyerek dövünmüş. Gece gündüz ayrılmazmış baş ucundan.

Bir gece kapı vurulmuş:

“Kim o?”

Bir ses:

“Tanrı misafiri!..” demiş.

Keloğlan kapıyı açmış. Eşikte, sırtında aba, elinde sopa, yaşlı bir adamın durduğunu görmüş. Gözleri bilgelere özgü ışıltıyla parlıyormuş.

Keloğlan onu içeriye almış. Kim olduğunu sormuş. Adam: “Gezginim…” demiş. Delikanlı sıkıla sıkıla:

“Kusura bakma, ağam!..” demiş. “Seni yaraşır biçimde ağırlayamıyorum. Çünkü anam çok hasta!..”

Gezgin bir köşede pılı pırtıya sarınarak yatan yaşlı kadının yanına varıp bakmış, bakmış, başını umutsuzca sallamış.

Keloğlan’ın içi burkulmuş. Ağlamamak için kendini güç tutmuş. Adama:

“Hiç mi umut yok?” diye sormuş.

Gezgin kısa bir süre düşündükten sonra:

“Bir umut var…” demiş. “O da dağın ardında.” Keloğlan acı acı gülümsemiş:

“Son umdumuz bir dağın ardında ha!..”

Bilge:

“Evet…” demiş. “Bu dağ, Kaf dağıdır. Cinlerin dağıdır. Yaşam bahçesi orada. Yaşam bahçesinde yedi devin beklediği insan ömrünü sürdüren yedi ağaç vardır. Birincisi incir, İkincisi hurma, üçüncüsü iğde, dördüncüsü dut, beşincisi ayva, akıncısı elma, yedincisi nar… İşte oğul, bu yedi yemişi bulup getirir, anacığına yedirirsen sağlığına kavuşur…”

Keloğlan düşünmeye koyulmuş. Adam sormuş:

“Ne düşünürsün?”

“Kaf dağını düşünürüm. Nerede bu dağ?”

“Çok uzaklarda.”

“Oraya varılır mı?”

“Ananı seviyor musun?”

Delikanlı: “Hem de pek çok!” diye karşılık verince, bilge: “Varılır!..” demiş.

Keloğlan demiş ki:

“Vardık diyelim… Yedi devin beklediği, yedi meyve ağacından yedi meyve koparılır mı?”

Adam yeniden:

“Ananı seviyor musun?” diye sormuş.

Keloğlan:

“Severim!” diye karşılık verince:

“Koparılır!..” demiş.

Keloğlan:

“Onun hastalığının nedeni benim!.. İyileşmesi için gerekirse ölüme bile giderim!..” demiş de sırtlamış heybesini, çıkmış yola.

Az gitmiş, uz gitmiş. Yokuş gitmiş, düz gitmiş. Yolda rastladığı birine Kaf dağını sormuş. Yolcu eliyle uzakta bir yeri göstererek:

“İşte şu gördüğün dağdır…” demiş.

Keloğlan yola koyulmuş, üç gün üç gece durmadan yol almış, dağa varmış. Sormuş birine: “Kaf dağı bu mu?” diye.

Adam:

“Bu Kaf dağı değil. Kof dağıdır…” demiş ve sözünü şöyle tamamlamış:

“Her gördüğün dağı Kaf dağı sanma!”

Birine daha soracak olmuş… Adam Keloğlanın Kaf dağına gitmek istediğini öğrenince:

“Oğul…” demiş. “Bu gidişle sen oraya varamazsın!”

“Neden?”

“Çünkü gölgen nereye gidiyorsa, sen oraya gidiyorsun. Gölgenin tutsağı olmuşsun.”

Keloğlan bu sözlerden bir şey anlamamış. Kafası büsbütün karışmış. Oturup kara kara düşünmeye başlamış.

“Ben Kaf dağına nasıl varırım; yedi devin beni beklediği, yaşam süren yedi ağacın yedi yemişini nasıl koparırım?” diye sızlanıp durmuş.

“Kul sıkılmayınca hızır yetişmezmiş” derler. Nitekim o anda, Keloğlan’ın dağda rastladığı ak pak sakallı adam çıkagelmiş.

Beyaz bir tüy uzatmış:

“Al…” demiş. “Beyaz güvercin gönderdi bunu! Tüyü okşayınca istediğin yeri bulur, ne dilersen olur!”

Keloğlan’ın “Sağol!” demesine kalmamış, ihtiyar kayıplara karışmış. Delikanlı beyaz tüyü okşayarak şöyle demiş:

Benim kurtarıcı meleğim,

Kaf dağına gitmek dileğim!..

O anda kırmızı ceketli, mavi pantolonlu yabancı bir adam belirivermiş. Elinde bir kutu varmış.

“Sıkı dur, delikanlı!” demiş.

Kutudan kıvılcımlar çıkmaya başlamış ve Keloğlan oracıkta pembe tozlara dönüşüvermiş.

Kırmızı ceketli adam üflemiş, pembe tozdan bir yumak oluvermiş. Adam yine üflemiş. Bu üfleyiş gitgide güçlenmiş, zorlu bir yele dönüşmüş, esmiş, esmiş… Katmış pembe yumağı önüne, götürmüş Kaf dağı yönüne!..

Kaf dağının ardında ceketi altın işlemeli bir adam beklermiş. Elinde bir değnek varmış. Değneğiyle pembe yumağa dokununca, yeniden oluşuvermiş Keloğlan!..

Ceketi altın işlemeli adam gözden kaybolmadan önce şöyle demiş:

“Dönersen, bu yol kavşağına geldiğinde beni ara: ‘Ey Neptunlu! Neptunlu’ diye seslen!”

Keloğlan düşmüş yola. Bir cüce görünmüş. Upuzun bıyıkları yere değiyormuş.

“Bana beyaz güvercinin tüyünü ver…” demiş. “Sana altın çubuğu ve yedi lokmayı vereyim.”

Delikanlı sormuş:

“Altın çubuk ve yedi lokma neye yarar?”

Cüce:

“Altın çubuğu altın kapıya dokundur. Yedi lokmayla yedi aç devi doyur…” demiş ve işaret parmağını sallayıp şunları eklemiş: “Benden sana öğüt, kim çağırırsa çağırsın ardına bakma! Sözümü tut, kendini yakma!..”

Karşıdan parıl parıl parlayan bir kale görünmüş, som altındanmış. Keloğlan altın kaleye vardığında bakmış ki koca bir kapı… Ne anahtarı var, ne kilidi, ne de tutacak sapı!.. Şaşırıp kalmış. Şaşkınlığından altın çubuğu unutmuş. Neden sonra aklına gelmiş altın çubuk!.. Çıkarıp dokundurmuş. Kapı ağır ağır açılmış.

Bu kapının ardında eşi görülmedik güzellikte bir bahçe varmış. Bu bahçenin ucu bucağı yokmuş. Nar çiçeği renginde kuşlar yeşil dallarda cıvıldaşırlarmış. Hafif bir yel, renk renk çiçeklerin kokularını ortalığa serpiştirirmiş. Bahçenin derinlikleri su sesleri yansıtırmış. Hava o kadar güzelmiş ki, tatlı tatlı ürperiyormuş insan. Keloğlan yürümüş, aydınlık bir alana vardığında incir ağacını ve onu bekleyen korkunç devi görmüş.

Devin gözleri yokmuş -incirleri görüp yemesin diye. Alnı burnuna kadar dümdüz iniyormuş. Burnu ve kulakları ise çok duyarlıymış. Koku alma duyusu öyle güçlüymüş ki, çevresinde dolaşan canlıların varlığını hemencecik sezinlermiş.

Nitekim birinin geldiğini ta uzaktan algılayıp homurdana homurdana Keloğlan’ın üstüne yürümüş. Keloğlan ne yana gittiyse, peşini bırakmamış. Dev önüne atılan lokmayı alıp yiyinceye dek bu kovalamaca sürmüş. Sihirli lokmayı gövdesine indirince, izlemekten vazgeçmiş Keloğlan’ı. Oracıkta uzanıp yatmış. Az sonra da horuldamaya başlamış.

Keloğlan bir incir koparıp hurma bahçesine geçmiş. Burada gökyüzü hurma rengindeymiş. Bahçeyi bekleyen gözsüz dev, korkunç dişlerini göstererek saldırmış. Keloğ-lan’ın fırlattığı lokmayı yutunca da uyuklamaya koyulmuş.

Böylece yedi bahçenin yedi devini uyutan Keloğlan, yedi ağacın yedi meyvesini koparmış, doldurmuş heybesine.

iğde bahçesinde gökyüzü iğde renginde, dut bahçesinde dut renginde, ayva bahçesinde ayva renginde, elma bahçesinde elma renginde, nar bahçesinde nar rengindey-miş. Ve bu renk renk gökkubbecikler altında, yaşam ağaçlarındaki meyveleri göremeyen gözsüz devlerin horultusundan başka bir şey duyulmazmış.

Keloğlan darağacında yaşam sürdüren yedi ağacın yedi meyvası alarak uzaklaşmış oradan.

Tam o sırada:

“Keloğlan! Keloğlan!” diye seslenmiş biri.

Kulak vermiş, aklı başından gidiyormuş az kalsın!.. ‘Amanın, bu da nesi? Bu ses, anamın sesi!’

Keloğlan:

“Şaştım!.. Anamın buralarda ne işi var?” diyerek bakacak olmuş.

Birden cücenin uyarısı gelmiş aklına. Ne demişti cüce? “Ardına bakma! Kendini yakma!” dememiş miydi?

Ses kulaklarında yankılanmış:

“Keloğlan! Keloğlan!..”

Deli olmak içten değil! Çok yakından tanıdığı anasının sesi bu! Elindeyse, hadi gel de bakma bakalım!..

“Ya anası ardından kalkıp buralara dek oğlunu aramaya geldiyse! Ya Keloğlan ı bulamayıp bu ıssız yerlerde kaybolur giderse!”

Bir yandan böyle düşünürken, öte yandan sarkık bıyıklı cücenin sözleri takılmış aklına ve yeniden altın kapıya doğru koşmaya başlamış.

“Keloğlan! Keloğlan!”

Dört bir yandan bu ses yankılanmış. Gittikçe de yük-seliyormuş.

Delikanlı duymamak için kulaklarını tıkamış. Ne yaptı, ne ettiyse boşuna! Ses bu kez daha yakından duyulmuş. İlle de bakmak gelirmiş içinden. Bu isteği yenemiyormuş. Bir an gelmiş, dayanma gücünü yitirmiş.

Derken cücenin yerlere dek sarkan uzun bıyıkları can-lanıvermiş gözünde. Sen misin cüceyi aklına getiren!..

“Keloğlan! Keloğlan!..”

Bu kez ses, hemen yanı başında duyulmuş. Başı- nı cepkeninin altına sokmuş, olmamış. Tam gücünü yitirip de dönüp bakacağı sırada… Ne yapmış biliyor musunuz?

“Dayan! Dayan! Az kaldı dayan!” diye var gücüyle bağırmaya başlamış.

Ses:

“Keloğlan! Keloğlan!..” diye kulaklarında yankılandıkça, o:

“Az kaldı, dayan! Az kaldı, dayan!” diye bağırarak öteki sesi bastırmaya çalışmış. Sonunda başarmış.

Koşa koşa varmış altın kapıya. Dokundurmuş altın çubuğu, açılmış kapı. Çıkıp gitmiş Keloğlan. Ses de duyulmaz olmuş.

Ardına bakmadan uzaklaşmış oradan. Oturup dinlenmiş bir süre. Sonra yola koyulmuş. Çok gitmeye kalmamış. Yol üstünde bir adam görmüş. Adamın kafası kupkuru, göz çukurları kapkaraymış. Elinde bir kılıç, yanında bir saban varmış. Keloğlan’a, yaşam sürdüren yedi ağacın yedi yemişini elde edemezse öleceğini söylemiş.

“Bana altın çubuğu ve yedi lokmayı ver, sana kılıçla sabanı vereyim…” demiş.

Delikanlı anasını düşündüğünden, kabul etmemiş. İskelet adam şöyle demiş: Kılıç güvendir, korur; saban ise doyurur. Bunlara sahip olan, ömrünce mutlu olur. Keloğlan:

“İyi ama yaşam sürdüren yedi ağacın yedi meyvesini anama yediremezsem, ölür!” demiş.

Kara kuru adam:

“Hayır, anan ölmeyecek…” diye cevap vermiş. “O, sağlığına kavuşmuş olarak şimdi seni bekliyor…”

Keloğlan çok sevinmiş… Altın çubuk ve yedi lokmayı vererek hemen kılıcı ve sabanı almış. Koyulmuş yola. Uzun ve dolambaçlı yolun kavşağına vardığında:

“Ey Neptunlu! NeptunluL

Kırmızı ceketli! Kadife donlu!” diye seslenmiş. Ceketi altın işlemeli adam görünmüş. Elinde bir kutu varmış. Kutudan kıvılcımlar saçılırmış. Keloğlan oracıkta hemencecik pembe bir toz yumağına dönüşüvermiş.

Ceketi altın işlemeli adam üflemiş. Zorlu bir yel oluşmuş. Esmiş, esmiş… Katmış pembe yumağı önüne, göndermiş batı yönüne!..

Batı yönünde kırmızı ceketli, mavi pantolonlu adam bekliyormuş. Elinde bir değnek varmış. Pembe yuvarlağa dokunuverince, Keloğlan eski hâline dönüşmüş. Kırmızı ceketli, mavi pantolonlu adam da ortadan kaybolmuş.

Keloğlan yürümüş, yürümüş. Bu yolculuğu günlerce sürmüş. Sonunda varmış köyüne. Kavuşmuş anneciğine… Bakmış ki anası iyileşmiş, sağlığı yerinde. Eskisi gibi iş görüyor, evine gidip geliyor. Dünyalar sanki onun olmuş.

Kılıç ve pulluk sayesinde yaşam güvenliğine kavuşan Keloğlan ve anası, uzun yıllar mutlu yaşamışlar…

KELOĞLAN DENİZLER PADİŞAHINA KARŞI(Yeni sekmede açılır)

Keloğlan İle Macun(Yeni sekmede açılır)

Bir Varmış Bir Yokmuş(Yeni sekmede açılır)

Yazar

BENZER İÇERİKLER

Nasrettin Hoca ve Eşeği Fıkrası

Editor

Keloğlan İle Sihirli Tas

Editor

Keloğlan’ın Ali Cengiz Oyunları

Editor

Yorum bırak

* Bu formu kullanarak yorumlarınızın bu web sitesi tarafından saklanmasını ve yayınlanmasını kabul etmiş olursunuz.

İnternet sitemizden en iyi şekilde faydalanabilmeniz ve internet sitemize yapacağınız ziyaretleri kişiselleştirebilmek için çerezlerden faydalanıyoruz. İstediğiniz zaman çerez ayarlarınızı değiştirebilirsiniz. Kabul et Daha fazla oku

Gizlilik ve Çerez Politikası