EDİRNE YENİ BAŞKENT
Sırpsındığı Zaferi sultana ulaştığı zaman Sultan Murat dergâhta bulunuyor, hocalarla Şehzade Halil’in evlilik işlerini konuşuyorlardı. Sultan Murat,
– Ey kardeşim, dedi. Senin evliliğin hayırlı bir iş olacak ki, bir zafer müjdesiyle beraber oldu. Hayırlı olsun. Şimdi ne diyorum biliyor musunuz? İsterim ki başkentimiz bundan böyle Edirne olsun ve senin düğününü de orada yapalım.
Şehzade Halil ilk defa gülümsedi.
– Siz nasıl uygun görürseniz, diyebildi.
Sırpsındığı Zaferi’nden sonra, Osmanlı Devleti’nin başkenti Bursa’dan Edirne’ye nakledilerek, şehirde camiler, mescitler, medreseler, kültürel ve sosyal müesseselerin tesisine başlandı. İslâmi ilim ve sanat eserleriyle süslenen Edirne, Kostantiniyye yolunun açılmasına vesile olacaktı.
Osmanlı iskân siyaseti takip edilerek Anadolu’dan bölgeye göçürülen Müslüman Türklerle, Balkanlar şenlendirildi. Osmanlı’nın herkese hak ve adalet dağıtan adil idaresi ve hayır müessesesi tesis edildi.
Edirne’yi başkent yaparak buradan Kostantiniyye ve Avrupa fethini planlamayı düşünen Murad-ı Hüdavendigâr hakkında Bizanslı devlet adamlarının görüşleri şöyleydi: Sultan Murat hayatında çok tehlikeler atlatmış, birçok hayırlı işler görmüş, Rumeli ve Anadolu’da otuz yediden ziyade büyük ve zor harpleri idare ederek daima muzaffer olmuştur. Düşmana yerini terk ettiği ve arka çevirdiği asla görülmemiştir. İşlerini güzel tanzim ile münasip vakitte menfaatlerini elde etmesini bilirdi.
Askerlerini bir müddet istirahat ettirmeyi arzu ettiği zamanlarda bile o vaktini avla geçirir, istirahat nedir bilmezdi. Bu hususta dedelerini geçmişti. Gençliğinde olduğu gibi ihtiyarlığında da, çalışkanlığını, çeviklik ve cesareti ile sertliğini kaybetmemiştir. Her şeyden evvel iyice düşünür, maksat ve meramını temin için hiçbir şeyi ihmal etmez ve unutmazdı.
Herkesi adıyla çağırmak âdetiydi. Harbe girileceği zaman askerini münasip bir nutukla cesaretlendirir ve yapılan en küçük yanlış hareketleri dahi müsamahasız ve şiddetle cezalandırırdı. Dediği söze riayet ve hürmet etmekte başta gelen hükümdarlardandı. Aleyhine çalışanlar, elinden kurtulamamıştı. Murat Han, maiyetini heybet ve şiddetiyle titretirdi. Bununla beraber, onlara hiçbir kumandanın gösteremeyeceği yumuşaklık, şefkat ve muhabbetle muamele ederdi.
Bizanslı devlet erkânı ve aydınların hakkında yukarıdaki sözleri sarf ettiği Sultan Murat Han’ın Kostantiniyye’yi fethedeceğine de inanmışlar, eğer onu öldürerek yok etmezlerse, Kostantiniyye’nin elden gideceğine kanaat getirmişlerdi. Murat Han onlara göre öyle tılsımlı biriydi ki, onun adaletinden Hıristiyanlar da emin olup, onun idaresi altında yaşamayı yeğliyorlardı.
KUYUMCU SULTAN MURAT
Murad-ı Hüdavendigâr bizzat kendisi boş durmayı sevmediği gibi, boş duranları da sevmezdi. Sarayda kendisine tahsis ettiği bir iş yerinde, boş zamanlarını kuyumculuk yaparak değerlendirirdi. Altına şekil vererek, nadide eserler üreten padişahın yanında çalışan çırakları da vardı.
Sultan Murat Han’ın gene altına şekil vermeye çalıştığı bir gün, bir devlet meselesinin halli için yanına gelen veziri Osman Paşa şöyle sormuştu:
– Sultanım! Devletin hazinesi sizin hazinenizdir, niçin böyle uğraşıp kendinize zahmet verirsiniz?
Sultan Murat, bu saf vezire şu tarihi cevabı vermişti:
– Bre ne yabane söylersin? Niye boş konuşursun? Devletin hazinesi, milletin ihtiyacı içindir. O bizim şahsi hazinemiz değildir. Oranın hesabını vermek kolay değil. Sonra Allah’a şükür sıhhatim, sağlığım yerinde. Zamanım da var. Niye çalışmayayım? İnsan her zaman çalışmalıdır. Boş duranı ne Allah, ne de kulları sever. Alın teri dökülerek kazanılan para daha lezzetlidir. Bu para helaldir. Tadı, beti ve bereketi olur. Hele otur şöyle biraz, deyip ona yer gösterdi. Vezir biraz korkar gibi oldu. Sultan Murat onun durumunu anlayıp,
– Korkma, dedi. Seni imtihan edecek değilim. Ama şunu bilmiş ol ki, devletimin parasında kimsenin gözü olmaya… Orada tüyü bitmemiş yetimin hakkı vardır. Kim ki oradan alın teri olmadan bir kuruş menfaat umar, bu onun sonu olur. Sonra vezir efendi şunu unutma ki, devletimiz ne kadar zengin olursa, milletimiz o kadar güçlü olur. Ama millet zengin olur da devlet fakir olursa o devlet yıkılmaya mahkûmdur.
Bir baba düşün, on çocuğuna bakar, besler de on çocuk bir babaya bakamazlar. Hani bu şuna benziyor, baba çocuklarına bağlar bağışlamış da, çocukları babalarına bir salkım üzüm vermemişler. Şimdi anladın mı niçin çalıştığımı?
– Anladım efendim. Üzüm yemek için bağın sahibi olmak lazımmış.
Sultan Murat vezirinin sırtını sıvazladı ve, Aferin benim vezirime. Şayet devlet işlerinden boş zamanın kalırsa sen yine de devlet işleriyle meşgul ol. Benim gibi sakın başka işlere kafa yormayasın. Devlet işi boş bırakmaya gelmez. Ama bizler işleri sizlere devrettiğimiz için bu işleri yapmaya fırsat buluyoruz. Bize devletin hazinesini harcama yetkisi vardır. Yoksa harca yetkisi yoktur. Bizler devletimizin bekası için veririz, ama alırken kılı kırk yararız. Burayı da anladın mı?
Vezir güldü.
– Sultanım, dedi. Hani bizi imtihan yapmayacaktınız. Şu sorduklarınız ahiret sorularındandır.
Bu sefer de sultan gülümsedi.
– Bravo, dedi. Bu işi anladığına sevindim. O zaman hazineyi iyi idare et! Her önüne gelene paralarımızı saçma! Son soru, çalışanın dostu kimdir?
– Allahü Teâlâ’dır sultanım.
Sultan bu cevaba bayıldı. Kesesinden bir altın çıkarıp vezire uzattı. Vezir dedi ki:
-Tamam. Bu altını gönül rahatlığı ile alıyorum. Bu alın terinizin karşılığıdır. Şayet hazineden alınız demiş olsaydınız, sizi uyarırdım.
– Böyle vezirler olduğu müddetçe bu devlet batmaz.
SULTAN MURAT ZAMANINDA MİMARİ
Mimarlık, ihtisas sahalarına göre; dini mimarlık (cami, mescit, kilise mimarlığı), askeri mimarlık, sivil mimarlık (mesken, sanayi, ticaret, içtimai ve siyasi mimarlık), şehir mimarlığı ve bahçe mimarlığı gibi şubelere ayrılır.
Sultan Murat her işinde olduğu gibi, Edirne’nin imarında da hiçbir ayrıntıyı gözden kaçınmadı. Mimarlar, mühendisler, şehir planlayıcıları kılı kırk yararak Edirne’yi yaşanır, şanına layık bir hale getirdiler. Tam manasıyla Osmanlı’ya yakışır bir başkent oldu. Avrupa bu güzelliği kıskanır oldu. Şehrin bu imarından sonra da Şehzade Halil için dillere destan bir düğün yaptılar.
Mimarlık tarihi, insanlık tarihiyle yaşıttır. Yeryüzündeki ilk mimari eser, ilk insan ve ilk peygamber Âdem aleyhisselamın, Allahü Teâlâ’nın emriyle inşa ettiği Kâbe’dir.
Kâbe’yi Muazzama’yı ikinci defa Şit aleyhisselam, Nuh tufanından sonra da İbrahim peygamber ve oğlu İsmail aleyhisselam yeniden inşa ettiler.
İslamiyet’ten önceki devirlerde insanların barınma ihtiyacı sebebiyle, mesken mimarisi gelişti. Dini merkezler olan çeşitli mabetler, krallar ve hükümdarlar için şato ve saraylar, düşman hücumundan korunmak için kaleler ve etrafını çeviren surlar, eğlence yerleri ve tiyatrolar, büyük şehirler, bu şehirlere su sağlayan su kemerleri, temizlik için hamamlar yapıldı.
İslamiyet’in gelmesinden sonra büyük bir medeniyet kuran Müslümanlar, her sahada olduğu gibi mimarlıkta da eşsiz eserler meydana getirdiler.
Kısa zamanda Hindistan’dan İspanya’ya kadar uzanan üç kıta üzerine yayılıp, geniş toprakları bu yeni kültürün eserleri ile süsleyip damgalarını vurdular. Bu eserleri meydana getirirken, o güne kadar çeşitli milletler tarafından kullanılan mimari usulleri en iyi şekilde tatbik ettikleri gibi, daha evvel görülmemiş birçok yeni teknik geliştirdiler.
Peygamber efendimiz ve dört halifesi, Emeviler, Endülüs Emevileri ve Abbasiler devirlerinde; hanlar, ribat adı verilen kale görünüşlü savunmaya yönelik binalar, camiler, minareli medreseler, hastaneler ve saraylar yapıldı.
Büyük Selçuklular ve Anadolu Selçukluları da hâkimiyet kurdukları geniş memleketler üzerinde cami, medrese, türbe, çok maksatlı olarak kullanılan külliyeler, bimarhane (hastane) aşhane ve hamamlar inşa ettiler.
Ticaret yolları üzerinde kervansaraylar, darüşşifa adı verilen hastaneler yaptılar. Bilhassa Moğol baskın ve yağmalarına karşı şehirlerin etrafını surlarla çevirdiler. Hindistan’da kurulan Timuroğulları (Gürganiye) Devleti zamanında da çeşitli mimari eserler ortaya kondu.
1299’da kurulan ve Murat Han’ın büyük bir devlet yapmak için uğraştığı Osmanlı Devleti’nde, daha önceki İslâm devletlerinde görülen mimari eserlere yenileri eklenmeye başlanmıştı. Osmanlılar ilk mimari eserlerini evvela ilk başşehirleri Bursa’da ortaya koydular. Daha çok Selçuklu mimarisinin izlerini taşıyan ve babası Orhan Gazi zamanında Bursa’da Orhan Gazi’nin kardeşi Alaaddin Bey tarafından yaptırılan Alaaddin Camii, Orhan Bey Camii, Şeyh Edebali’nin kardeşinin oğlu tarafından yaptırılan Ahi Hasan Mescidi, Murad-ı Hüdavendigâr tarafından yaptırılan Hüdavendigâr Camii, Şehadet Camii, Hayrettin Paşa Camii, Nilüfer Hatun Camii, bu eserlerin bazılarıydı…
Murad-ı Hüdavendigâr, yeni fethettiği Bizans şehri Edirne’yi başkent yaparak, burada da Türk mimarisini, en ince motiflerle işlemeye başlamıştı…