Üç Örnek Öykü ve Bir Önsöz! Bu kitabın kapağına Dört Örnek Öykü de yazabilirdim. Dört! Niçin? Çünkü bu Önsöz de bir öyküdür. Bir öykü, bunda anlaşalım ve bir nivola değil, bir öykü. Bu nivola sözcüğünü ilk kez uzun bir öyküm için –Ne öykü ama!–, Sis için kullanmıştım, orada açıkladım, eleştirmenlerim için bulduğum bir çıkış yolu oldu benim… – eleştirmenlerim mi?
Hadi öyle diyelim, eleştirmenlerim… Ve onlar bundan yararlanmayı bildiler, çünkü bu onların zihinsel tembelliklerinin yardımına koşuyordu. Zihinsel tembellik eskilere uymayanı değerlendirmeyi bilmemektir, kendilerini eleştirmenliğe verenlerin en tipik özelliğidir.
Burada, bu Önsöz’de de –öykü ya da nivola– nivolacılık konusuna bir kez daha dönmek zorundayız. Böylece piskoposluk biçemindeki birinci çoğul kişiye dönmemiz gerekiyor, çünkü ey okur, senin ve benim, yani bizim bu terimler üzerine yeniden dönmemiz gerekecek.
Öyleyse şimdi örnekler sorununa dönelim. Örnekler mi? Niçin? Miguel de Cervantes Don Quijote’den sonra yayımladığı öykülere örnekler adını vermişti, çünkü bu öykülerin önsözünde bize söylediğine göre: “Yararlı bir örnek çıkarılamayan tek bir öykü yoktur.”
Ve sonra ekliyor: “Amacım hemşerilerimizin onuruna, herkesin istekalara zarar vermeden, yani ruha da bedene de zarar vermeden eğlenebilmesi için bir bilardo masası yerleştirmekti, çünkü dürüst ve hoş jimnastik alıştırmaları zarar vermekten çok yarar sağlar.”
Ve daha sonra: “Evet, her zaman mabetlere gidilmez, vaaz meclisleri her zaman dolu değildir, ne denli önemli olsa da her zaman iş yapılmaz; acılı ruhun dinlenebildiği dinlence saatleri vardır; bunun için ağaçlıklı yollar yapılır, kaynaklar aranır, yamaçlar düzleştirilir ve bahçeler özenle ağaçlandırılır.”
Yine ekliyor: “Sana bir şey söylemek yürekliliğini göstereceğim: Eğer bir biçimde bu öykülerden çıkarılacak ders, bunları okuyana kötü bir istek ya da düşünce aşılayacak olsaydı, onları halkın önüne çıkarmaktansa, önce onları yazdığım elimi keserdim; elli beş yaşında olduğuma göre artık öbür dünya ile alay edecek yaşta değilim, dokuz yıldan fazla bir zamandır yaşamımı elimle kazanıyorum.”
Bundan şu çıkarılır: Birincisi Cervantes, öykülerinde etikten çok, bugün estetik diyebileceğimiz örnek olmayı aradı, bu öykülerle acılı ruha dinlence saatleri sağlamaya çalıştı, ikincisi ise bu öykülere örnek öyküler adını verişi onları yazdıktan sonra gerçekleşti.
Tıpkı bende olduğu gibi. Nasıl ki dilbilgisi kural koymaya çalıştığı dilden sonra geliyorsa, etik kuram da açıklamaya çalıştığı erdem ya da erdemsizlik eylemlerinden sonra geliyorsa, bu Önsöz de başına geçtiği ve önsözü olduğu öykülerden sonra yazılmıştır.
Ve bu Önsöz bir bakıma başka bir öyküdür; öykülerimin öyküsüdür. Aynı zamanda da öykücülüğümle ilgili açıklamadır. Ya da isterseniz nivolacılık deyin. Bu öykülere örnek öyküler diyorum, çünkü –dediğim gibi– örnek olarak veriyorum, yaşamdan örnek, gerçeklikten örnek.
Gerçeklikten! Evet, gerçeklikten! Acı çekenler, yani savaşanlar –ya da isterseniz kişiler diyelim– gerçektirler, çok gerçektirler ve okurların kendilerine verdikleriyle değil, doğrudan doğruya kendilerinin namusluca var olmak ya da namusluca var olmamak konusundaki tüm içtenlikleriyle gerçektirler. 2
Yazın sanatında gerçekçilik denilen şeyden daha anlaşılmazı yoktur. Çünkü bu gerçekçiliğin gerçekliği hangisidir? Doğru olan şu ki gerçekçilik denilen, tümüyle dışta olan, görünürde olan, kabuksal ve öyküsel olan şey, yazınsal sanatla ilgilidir, şiirsel ya da yaratıcı sanatla ilgili değil.
Bir şiirde –ve en iyi öyküler şiirlerdir–, bir yaratıda gerçeklik eleştirmenlerin gerçekçilik dedikleriyle ilgili değildir. Bir yaratıda gerçeklik, içten, yaratıcı, istençli bir gerçekliktir. Bir ozan yaratıklarını –canlı yaratıklarını– gerçekçilik denilen yollarla yaratmaz.
Gerçekçilerin kişileri genellikle iple oynatılan ve göğüslerinde Maese Pedro’nun sokaklardan, alanlardan, kahvelerden toplayıp defterine not ettiği tümceleri yineleyen bir gramofonla dolaşan giyinik mankenlerdir.
Bir insanın içten gerçekliği, gerçek gerçekliği, sonsuz gerçekliği, şiirsel ya da yaratıcı gerçekliği hangisidir? Bir insan ister etten kemikten olsun, isterse kurgu dediğimiz türden olsun aynıdır. Çünkü Don Quijote Cervantes kadar gerçektir;
Hamlet ya da Macbeth Shakespeare kadar gerçektir, benim Augusto Pérez’im de bana o sözleri söylemekte haklıydı belki, –romanım (ama ne roman ya! Sis’e bakın, s. 199-200)– benim öyküm dahil, sizin öykünüzün ve başkalarının öykülerinin dünyaya gelmeleri için bir bahaneden başka bir şey değildim. Bir insanın en içten, en yaratıcı, en gerçek parçası nedir?