Hikaye - Öykü

Birgül Oğuz – Hah

ANAM BENİ DOĞURMAMIŞ. Tutmuş, bir akasyanın dibine bırakmış. Ve vaki olmuş ki ben kendimi Akasya’nın dibinde bulmuşum. O hışıldamış ben tutunmuşum, o hışıldamış ben tutunmuşum. Bir pirinç tanesi kadarken, koca, koygun bir akasya gölgesi olmuşum. Şükürler olsun beni vakitsiz azat eden anama. Ben serin, ben tenhayım.

Akasya’nın ağırlığından damlayan cana suret, cana gölge, cana vahayım. Şuur ki cana acıdır, ben şuuru canıma tattırmadım. Ben tenha, dünyanın uzağıyım. Esirgemeyen, bağışlamayan anama hep şükürler olsun. Onlar mı? Hah! Onların hali harap. Dünya hafif, insan eti ağır, diyorlar. İnsanın canı ezelden beri toprakla tıkalı, diyorlar.

Teker teker gelip hep bir ağızdan diyorlar: Dünya, ah dünya, kötü işlenmiş bir günah dünya! Diye bağırlarını açıp diz çöküyorlar. Başlarını geriye atıp kuru kuyulara benzeyen ağızlarını açıp kapıyorlar.

Demiyorlar da boğum boğumlar. Demiyorlar da kıhlıyorlar: Dört bir ucundan tutuşasın dünya, kalmayasın bana bize onlara dünnyaah… Diye sözlerinin feri sönüyor sonra. İşte o zaman yolunmuş saçları, kopmuş düğmeleri, taş kesmiş gövdeleri, oraya buraya atılmış yaralı hayvanlar gibi kıvranan ayakları, elleriyle hep bir susuyorlar.

Bir sus ki tıkış tıkış, bir sus ki ölünmüş gibi. Demeye kalmadan biri daha geliyor, biri daha ve her yeni gelenle tutuşuyorlar bir daha. Hep bir ayağa kalkıp geri devriliyorlar. Alınlarını yere bastırıp sözlerinin feri sönesiye bağırıyorlar: Hem biz niçin doğunca ölmedik, rahimden çıkınca son soluğumuzu vermedik? Alacağın alacağın alacağın olsun dünya!

Ama n’apalırn, diyorlar hemen sonra derlenip toplanıp silkelenip, gelmiş bulunduk. Bari kalalım, n’apalım. Başa gelen çekilir. Yazıldıysa bozulmaz. Yeter ki başımız sağ olsun. Ölenle ölünmüyor, çok denedik, olmuyor. Uzun ömürler versin. Biz nasılsa çekeriz. Toprağı bol, sabır versin. Bari sıralı versin. Cennet olsun. Yasin, irmik, bol olsun.

Erkenden yanına almış. Cebi yok ki, n’apsın, demek çok sevmiş. Başa gelen bize düşmez. Çok denedik. Rahmet, şeker, sabır dileriz. Sayılıymış, fıstık, kısık ateş, bol olsun, kimseye kalmaz, sabır, ah, irmik, zaman.

Sonra bir de gözlerini göğe dikişleri var. Gözlerinin bir tuhaf hesap soruşu var. Bunlar nasıl göz, takatimi içiyor. Ya hu! Tenhada göz ne gezer. Ne var orada, o gökte, bin in cin kuzgun boz tilki aşkına, ne var? Uzaktan iplerle ağır ağır indirilen bir savaş arabası mı bu Allah?

Ne var ulan ne? Savulun! Siz sağ olun. Ne haliniz varsa onu olun ama savulun savulun! Dile gel Akasya, ey, dile: Sağ olsunlar ama savulsunlar da, söyle!

Yarabbim her neredeysen çık ortaya. Çünkü Gül’ü bir kez duyandan bir daha bir olmaz. Tuhaf bir şey sıçrıyor bize ondan. Pis. Kötü. Taşınmaz.

Ama Gül hiçbir şeye aldırış etmiyor. Taze mezara sırtını dönüyor. Yas evini başımıza yıkıyor. Battaniye altlarına saklanıp oradan canımıza tıslıyor. Bedenini kara ev gibi buakıp ardında, çekip gidiyor. Gittiği tenhada, hışımla bilenen ruhunu seyrediyor. Gül’e bir tenha! Gül’e bir tenha! Tenhaya suret, tenhaya gölge, tenhaya vaha!

Başka ne diler acaba? Onda ne hatır kalmış ne yasa. Ağlıyor zehir zehir ve damlaya sıçrata. Biz harapmışız. Biz hiç olmamalıymışız. Biz eski bir hataymışız. Yas evine mi doğdu da Gül böyle yapıyor? Sahi, Gül ne biliyor?

Biz söylemesek günler söyleyecekti. Günlerin söylemeye dili mi yok, o zaman akıp giden mesafeler kalkıp karşısına dikilecekti: Güül! Geel! Döön! Ölmeden ölünür mü, şuur dediğin diri diri gömülür mü?

Neyse ki Gül kalbiyle değil, dudaklarıyla kusur işliyor. Çünkü kalp bir kere kalp oldu mu, dünyanın bütün kalpleriyle bir güplü-yor. Eski yasa, eski gergef, eski dava: Düşünmüyor, güplüyor. Yoksa kalp değil.

İnsanın canı ezelden beri toprakla tıkalı, doğrudur. Ama illa aklıyla mı bilmeli insan? İşte, göğsüyle de bilıneyi bilen bilir: Fecrin kirpiklerini görmek güzeldir.

Değil midir Gül, de, değil midir.

İşte bu yüzden Gül ayağa kalkacak. Yasını yas evinde bizimle tutacak.

Gül ayağa kalkacak. Yasını sırtlanacak. Yoksa Gül değil.

Hiç -ama hiç- hiçbir zaman!

Çünkü haritalara gündüzleri çiğ sarı, geceleri kapkara bir leke olarak geçen bu tenhada Akasya ve ben, birbirinin uykusuna dağılan birer rüya işçisi, zifiri karanlıkta bir kamaşma, şuursuzluk sevincinden başka bir şey değiliz ve dünya bir tek bizden sorulmaz.

“Güül! Geel! Döön!”

Hiç -ama hiç- hiçbir zaman! Bana söyletmeyin! Kararsız, hazin hışırtısını mor bir perdenin. Keskin limon kokusunu ve duvarlara çarpa çarpa pelte olan duayı. Oraya buraya atılmış kara örtüler gibi duran

çocukları, kadınları, adamları. Kavrulmuş irmiği, kül ve dumanı. Gece gündüz kendi içine ağlayan evi, kimseleregörün-meden düştüğüm balkonu, yürünerek geçtiğim incirli yolu, uzun çayırı-

“Güül! Geel! Güül!”

Zamanın pimini o ara çekişimi, anamı ben ve benimle birlikte ölümü doğurmaktan vakitsizce men edişimi, son sözümü de bu uğurda kullanışımı, yani artık hatırsız, yasasız, azade ve dilsiz bir doğumsuz olduğumu, yani anımsamanın ben bu tenhaya tutundukta artık tedavülden kalktığını bana söyletmeyin.

“Geel! Güül! Döön!”

Hiçbir zaman! Geri dönmek demekse dünyanın Iügatlarında anımsamak, anımsamam anımsamam hiçbir şeyi hiçbir zaman.

“Güül! Geel! Döön!”

Onlar hiçbir şey bilmiyor. Anımsamak için unutmak gerek. Ben anımsayamam. Değil mi Akasya? Ben anımsayamam. De. Akasya?

“Güül! Döön! Döön!”

Ama bu yasa eski, bu gergef ondan eski. Ve herkes biliyor: Anımsamanın ilk hecesi ah, ikincisi vah. Peki unutmak kaç hece, Akasya?

Ya benim takatim nereye kadar?

Gül’ün çevresinde merhamet aylası gibi döndüğümüz saatlerin ardından bile isteye sustuğumuz, çünkü uygunsuz, çünkü uğursuz soru şuydu:

“Bıçağın hangi tarafında birikeceksin?”

Neydi akan, zaman mı mesafeler mi. Kaç kere yaprak döktü Akasya, kaç kere dirildi. Ya bu çember ne çemberdi. Üçtü, yediydi, kırktı. Gerisi çoktu zaten. Akasya çok uzaklarda hışıldıyordu. Dünya çok ağudı. Ben çok azdun. Ve dilde sermayem bir ah kalmıştı.

Onu da deyivermişim: Ah.

Nasıl bir rüzgan vardı ah’ın.

Ne olduysa onu söylüyorum. Yaprak fırtınası mıydı, bir kuzgun mu havalandı. Baktım, dört kürek. Beni, baktım, kazımışlar. Neydim ki ben artık, bir neydim. Baktım, akasyasız bir gölge. Baktım, yerkabukta bir sıyrık. Derken, dört kişiydi, omuzlamış ben gölge öldüsünü. Sonra bakmamışım. Ben Gül.

Ve hışıldıyorduAkasya, duyuyor muydum:

“Yine geel!”

“Neey?”

“Yine geel!”

“Eey-”

“Yine geel!”

“Vah!”

Tuttular, beni kara bir kadının içine tıktılar. Sonra da karşıma geçip “hah” dediler,

“Hah.”

DUR

AH EDİP DE KENDİNE GELDİKTEN kısa süre sonra ağzında geveleye geveleye bölük pörçük ettiği, dudaklarının arasından soluduğumuz havaya ince bir sızı gibi dökülen seslerden güçbela çattığımız üç cümle şuydu:

“Beni bu kadının içinden çıkarın.”

“Perdeyi çekin.”

“Savulun.”

Perdeyi sımsıkı çektik. Eylül güneşi, ipekli mor perdenin ardında ikindi ayı gibi kararsız ve soluk, asılı kaldı. Gül, yatağında kaskatı yatıyordu. Kapıyı aralık bıraktık. Koridorun öbür ucundaki büyük odaya yürürken yerinden edilmiş bir kavme benziyorduk.

Yazar

BENZER İÇERİKLER

Osho – Martıları Seven Adam

Editor

Ralf Rothmann – Deniz Kenarında Geyikler

Editor

Küçük Prens – Antoine De Saint Exupery 

Editor
Yükleniyor....

İnternet sitemizden en iyi şekilde faydalanabilmeniz ve internet sitemize yapacağınız ziyaretleri kişiselleştirebilmek için çerezlerden faydalanıyoruz. İstediğiniz zaman çerez ayarlarınızı değiştirebilirsiniz. Kabul et Daha fazla oku

Gizlilik ve Çerez Politikası