Roman (Yabancı)

Panik

panik-kapak

“PANİK, zekice ve ince düşünülerek yazılmış, göz alıcı bir macera romanı. Jeff Abbott hiç şüphesiz gerilim romanlarının yeni ismi.”
Harlan Coben

“Şok edici… Sayfalarını son sürat okuyacağınız usta bir anlatım…”
Michael Connelly

“Heyecandan koltuğunuza yapışacaksınız. Zekâ seviyesi göklerde.”
Entertainment Weekly

“Olayların gidişatını tahmin etmeye bile çalışmayın, sadece sıkı tutunun ve nefes almayı unutmayın”
Laura Lippman

“Ürkütücü ve amansız.”
Time Out New York

“Dikkat, bağımlılık yapar.”
The Dallas Morning News

“Rahatsız edici.”
Publishers Weekly

“Muhteşem bir gerilim.”
New York Daily News

“Son derece etkili.”
Booklist.

“Panik, orijinal ve sürükleyici bir kurguyla, okuyucunun son derece zevk alacağı bir roman.”
Tony Hillerman

“Jeff Abbott, aile içinde yaşanan bir trajediyi, uluslararası bir entrikayı ve aşkın kurtarıcı gücünü birleştirerek tek bir romanda topluyor.”
Harlan Coben

Bütün hayatınızın bir yalandan ibaret olduğunu öğrenseniz ne yapardınız?

Evan Casher başarılı bir belgesel film yönetmenidir. Mükemmel bir hayat sürmektedir. Ta ki annesinin vahşice öldürüldüğü o güne kadar. Bir anda etrafı acımasız katillerle sarılan Evan, o güne dek hayatında bildiği her şeyin aslında özenle inşa edilmiş bir yalanlar ağı olduğunu öğrenir. Hayatta kalmak için tek bir şansı ve güvenebileceği kimsesi yoktur. Ailesi ve kendisiyle ilgili şok edici bir gerçeğin peşine düşmek zorundadır…

“Panik, çağımızın klasiği olacaktır.” Lee Child.

“Panik’in benzersiz kurgusu ve karmaşık labirenti birçok farklı yerde kendini gösteriyor: Bir yandan, aksiyon yüklü bir casusluk romanı, bir yandan gerilim dolu, ürkütücü bir polisiye ve bir yandan da kimliğini arayan genç bir adamla ilgili muhteşem bir karakter çalışması. Abbott tansiyonu nasıl kontrol edeceğini çok iyi biliyor. Okuyucuyu inanılmaz olanın sınırlarına kadar götürüp dizginleri tam zamanında geri çekiyor. Abbott inanılırlığını yitirmeden sizi her zaman etkilemeyi beceriyor.”

South Florida Sun-Sentinel

11 Mart Cuma
Evan Casher telefonun sesiyle uyandı ve daha o anda ters giden bir şeylerin olduğunu anladı. Kimse onu bu kadar erken bir saatle aramazdı. Gözlerini açtı. Carric’ye dokunmak için kolunu yatağın diğer ucuna uzattı. Carrie yalakta değildi ve yattığı yer soğuktu. Yatağın üzerinde katlanmış bir not vardı. Notu alıp okumak istedi fakat telefon ısrarla çatmaya devam ediyordu. Bu yüzden önce telefonu açtı.
“Alo.”
‘”Evan” dedi annesi. ‘”Eve gelmen gerek. Hemen şimdi.” Fısıldayarak konuşuyordu.
Evan başucu lambasına uzanmaya çalıştı. “Sorun ne?”
“Telefonda açıklayamam. Buraya geldiğin zaman konuşuruz
“Anne, biraz gerçekçi ol. oraya gelmem iki buçuk saatimi alır. Söyler misin, sorun ne?”
“Evan. lütfen. Sadece eve gel.”
“Babamın bir şeyi yok ya’.’” Babası bilgisayar danışmanıydı ve üç gün önce Austin’den ayrılıp.bir iş için Avustralya’ya gitmişti. Büyük şirketlerin ve devlet kurumlarının veri tabanların m lıkır tıkır çalışmalarım sağlıyordu. Avustralya. Uzun mesafe uçak yolculukları. Bir anda Evan’ın gözünde Avustralya’nın taşralarında ya da Sidney Limanı’mn yakınlarında parçalara ayrılmış bir uçak, dağılmış metaller ve havaya doğru yükselen bir duman canlandı. “Ne oldu, anne?” “Sadece buraya gelmene ihtiyacım var, tamam mı?” dedi annesi, sakin ama ısrarcı bir ses tonuyla.
“Anne, lütfen. Önce bana ne olduğunu söyle.” “Telefonda olmaz dedim” dedi annesi ve sustu. Evan da bir şey söylemedi. Karşılıklı inat ve bu beklenmedik sessizliğin yarattığı gerginlik uzun saniyeler boyunca devam etti. Sonunda annesi sessizliği bozdu. “Bugün yapman gereken çok iş var mıydı, canım?”
“Yalnızca Blöfün bazı düzeltmelerini yapacaktım.” “Öyleyse bilgisayarını da getir, burada çalışabilirsin. Ama gelmene ihtiyacım var. Şimdi.”
“Neden ne olduğunu söylemiyorsun?” diye sordu Evan. “Evan.” Annesinin derin bir nefes aldığını duydu. “Lütfen.”
Annesinin sesinde daha önce hiç duymadığı bu salt ihtiyaç duygusu sanki bir yabancıyla konuşuyormuş hissi verdi. “Hım, pekâlâ anne. Bir saat içinde çıkarım.” “Daha çabuk. Elinden geldiğince çabuk.” “Peki, on beş dakikaya kadar, öyleyse.” “Acele et, Evan. Sadece eşyalarını al ve bir an önce gel.” “Tamam.” Evan içinde yükselen panik duygusunu bastırmaya çalıştı.
“Şimdilik bir şey sormadığın için teşekkür ederim” dedi annesi. “Seni seviyorum. Yakında görüşürüz ve geldiğinzaman her şeyi açıklarım.”
“Ben de seni seviyorum.”
Telefonu yerine koydu. Güne bu şekilde başlamanın şoku onu biraz sersemleimişti. Âşık olduğunu annesine söylemek için doğru bir zaman değildi şimdi. Romeo-Julict havasında, gerçekten, çok ciddi bir şekilde âşık olduğunu…
Yalağın üzerindeki nolu açtı. Notla sadece şunlar yazıyordu: Geçirdiğimiz güzel gece için teşekkürler. Seni sonra ararım, ürkenden halletmem gereken işler var. C.Yataktan kalktı ve duşa girdi. Dün geceyi berbat edip etmediğini düşünüyordu. Yatakta bitkin düşmüş bir halde yalarlarken Carrie’ye. seni seviyorum demişti. Sözcükler ağzından öylece, hiç çaba sarf etmeden ve düşünmeden dökülüvermişti. Çünkü eğer ne gibi sonuçlar doğuracağını dü-şünseydi, ağzını kapalı tutmayı tercih ederdi. Seni seviyorum lafını ilk söyleyen taraf olmamıştı hiç. Daha önce yalnızca hır kadına, onu sevdiğini söylemişti ve o da. en son kız arkadaşıydı. Evan tarafından güven verilmeye muhtaç biriydi ve Evan da onu sevdiğim söylemenin doğro olabileceğini düşünmüştü. Fakat dün gece farklıydı. Olabilirlik veya belkiler yoktu işin içinde; kendinden tamamen emindi. Carrie yanında yatıyor, nefesi, boynunu gıdıklıyor, parmaklarının ucunu kaşlarının üzerinde gezdiriyor ve o kadar güzel görünüyordu ki, Evan bu iki büyük sözcüğü söylemiş ve söylediği şeyin doğruluğundan hiçbir şeyden emin olmadığı kadar emin olmuştu. Evan’ın ağzından çıkan şey karşısında, Carrie’nin gözlerinde bir acı belirmişti ve Evan, biraz daha beklemeliydim diye düşünmüştü. Şu anda yatakla olduğumuz için bana inanmadı. Fakat Carric onu öpmüş ve “beni sevme” demişli.
“Neden sevmeyeyim?”
“Ben sorundan başka bir şey değilim-” Fakal hunu söylerken, sanki aniden ortadan kaybolacak olan kişi Evan’mış gibi ona sıkıca sarılmıştı.
“Ben sorunları severim” demişti Evan ve onu öpmüştü.
“Beni neden sevesin? Neden?”
“Sevilmeyecek neyin var ki?” demişti Evan ve onu alnından öpmüştü. “Muhteşem bir zekâya sahipsin. Bütün her şeyde bir güzellik görüyorsun.’” Sonra onu dudaklarından öpmüş ve gülmüştü. “Benim aksime, ne 2aman ne söylemen gerektiğini her zaman iyi biliyorsun.”
Carrie de onu öpmüştü ve tekrar sevişmişlerdi. Sevişmeleri bittikten sonra Carrie “üç ay” demişti. “Beni gerçekten tanıyor olamazsın.”
“Seni hiçbir zaman tanı yamayacağı m. Ne kadar istesek de ve tanıyormuş gibi davransak da. kimse birbirini gerçeklen tanıyamaz.”
Carrie gülümseyip Evan’a sokulmuş, başını göğsüne yaslamış ve dudaklarını Evan’ın kalbine doğru yaklaştırmıştı. “Ben de seni seviyorum” demişti.
“Yüzüme bakıp söyle” demişti Evan.
“Ben kalbine söylüyorum.” Carrie’nin yanağından bir damla yaş süzülüp Evan’ın göğsüne düşmüştü.
“Sorun ne?”
“Hiçbir şey. Hiçbir şey. Sadece mutluyum.” Evan’t öpmüş ve “haydi, uyu bebeğim” demişti.
Ve Evan da uyumuştu. Şimdiyse, acımasız gün ışığında Carrie gitmişti. Fısıltılar ve verilen sözler de onunla beraber yok olmuştu. Ve geride sadece bu mesafeli not kalmıştı.
99 Fakat belki de böylesi herkes için en iyisiydi. Cani e zaten tedirgindi ve şimdi ona ailevi bir felaketi açıklamak zorunda kalmak Evan’ın ihtiyacı olan son karmaşıklıktı.
Carrie’yi cep telefonundan aradı. Ona bir sesli mesaj bıraktı: “Bebeğim, acilen ilgilenmem gereken ailevi bir durum var. Mesajımı alınca beni ara.” Bunu ona söylememeliyim, dün gece onu korkuttum diye düşündüyse de “seni seviyorum, görüşürüz” dedi.
Babasının cep telefonunu aradı. Cevap yoklu. Sesli mesaj servisi bile devreye girmemişti. Belki de telefonu Avustralya’da çalışmıyor olabilirdi. Uçak kazası senaryosunu kafasından atmaya çalıştı. Sabah rutinini yerine getirmeye başladı: Bilgisayarını açtı. yapılacak işler üstesine baktı, epostayla gelen haber Özetlerine göz attı. Avustralya’da herhangi bir felaket yaşanmamışa Belki de aile içinde daha ufak çapta bir felaket yaşanıyordu. Kanser. Boşanma. Bu düşüncelerle boğazı kupkuru kesildi.
k posta kutusunu açtı ve babasına bir mektup yolladı: Mümkün olduğuntu pahtık foniara. Sonra epostalarını bilgisayarına yükledi. Uelen kutusunda, Atlanta’da düzenlenecek olan bir sinema konferansında konuşma yapması için bir davel, arkadaştan olan ıkı belgesel film yapımcısından birer mektup vardı. Ayrıca dün gece geç saatlerde annesi tarafından gönderilmiş bir yığın müzik dosyasıyla. annesinin son çektiği dijital fotoğraflardan oluşan başka bir dosya daha vardı. Evan müzikleri dijital müzik çalarına yükledi, şarkıları arabada dinleyecekti. Annesi tanınmayan gruplara ve şarkılara meraklıydı ve Evan’ın Önceki İlimleri için üç muhteşem şarkı bulmuştu. Evan daha sonra, profesyonel poker oyuncuları çevresiyle ilgili çektiği ve neredeyse tamamlanmış olan son belgesel filminin düzeltmelerini yapmak için gerekti olan bütün sahnelerin ve gelecek hafta Houstıon Üniversitesi’nde yapacağı konuşma için hazırladığı not taslaklarının bilgisayarında olup olmadığını kontrol etti. Sonra bir hafta sonu yetecek kadar giysiyi sırt çantasına koydu. Bunlar annesinin nefret ettiği giysilerdi: eskimiş bovvling gömlekleri, yıpranmış bej rengi asker pantolonları ve yeni görünümünü bir sene önce kaybetmiş olan tenis ayakkabıları.
Saati yedi çeyreği gösteriyordu. Houston’dan Auıstin”e yaklaşık üç saatlik bir yol vardı.
Evan kapıyı ardından kilitledi ve arabasına yürüdü. Bu kesinlikle planladığı gibi bir gün değildi. Houston’nın sabah trafiğinin karmaşasında yol almaya çalıştı. Bir yandan annesinin bir gece önce gönderdiği müzikleri dinliyordu. Poker oyuncularıyla ilgili belgeselin açılış sahnesinde, İspanyol tınıları olan elektronik funk tarzında bir müzik çalmasını istiyordu ve şu ana kadar dinledikleri arasında böyle bir şeye rastlamamıştı. Ancak çalan müzik gerçekten mükemmeldi, oldukça dramatik ve enerjikti.
Arabayı sürerken parmaklarıyla ritim tuliıı ve cep telefonunun çalmasını bekledi. Belki babası veya Carrie arardı ya da annesi arar ve aniden her şeyin yoluna girdiğini söylerdi. Fakat Austin’e kadar, bütün yol boyunca, telefonu sessiz kaldı.

Annesinin evinin ön kapısı kilitliydi. Annesi dışarıdaki garajı foioğraf stüdyosu olarak kullanıyordu. Belki de filmlerinin, makinelerinin yanına çekilmiş kafasını dinliyor olabilirdi.
Anahtanyla kapıyı açtı ve içeri girdi. “Anne?” diye seslendi. Cevap yoktu.
Mutfağa, evin arka tarafına doğru yürüdü, Houston’dan buraya gelirken yarı yolda yer alan La Grange’daki fırından annesinin en sevdiği şeftalili çöreklerden almıştı. Fotoğraf stüdyosuna gitmeden önce çörekleri mutfağa bırakmak istiyordu.
Mutfağa girmek üzere köşeyi dönünce annesinin yerde yatan ölü bedeniyle karşılaştı
Kaskatı kesildi. Ağzını açtı ama bağıramadı. Şakaklarında ve boğazında zonklayan kendi kanının sesiyle, çevresindeki manzara boğuk bir görünüme bürünmüştü. Şeftalili çörek torbası yere düştü. Ardından da kendi çantası.
Annesine doğru sendeleyerek iki adım altı. Boğazı şişmiş ve hırpalanmıştı. Dili genişlemişti ve mutfakla ölümün şüphe götürmez kokusu vardı. Annesinin boynuna dolanmış olan ince tel parlıyordu.

Hemen yanında boş bir sandalye duruyordu. Sanki ölmeden önce o sandalyede oturuyormuş gibiydi.
Evan boğuk bîr sesle inledi, annesinin yanında diz çöktü, parmaklarıyla yüzüne düşmüş olan bir tutam gri saçı kenara ittt. Hiçbir şey görmeyen gözleri şişmiş ve açık kalmıştı.
“Tanrım! Ah, anne.” Parmaklarını annesinin dudaklarının üzerine koydu: En ufak bir kıpırtı yoktu. Teni hâlâ sıcaktı.
“Anne, anne!” Acı ve korkuyla haykırdı. Bacaklarına yayılan bir uyuşukluk dalgasıyla dizleri büküldü. Polis. Polisi aramalıydı. Annesinin cesedinin etrafından sendeleyerek yürüdü ve mutfak tezgâhına gitti. Kahvaltısı hâlâ oradaydı: Üzerinde ruj izi olan bir kahve fincanı, erik reçeli dolu bir tabak ve bir İngiliz kekinin kırıntıları. Evan titreyen eliyle telefona uzandı.
Kafasının arkasına bir metal parçası dayandı. Dizlerinin Üzerine düştü, dili dişlerinin arasında kalmıştı, ağzında kanın tadını hissediyordu. Dünyası bir anda kapkaranlık oldu.
Kafasının arkasına bir silahtı: namlunun mükemmel yuvarlak ucunun soğukluğunu saçlarında duyuyordu. Naylon bir ip, kafasının üzerinden geçti ve aniden çekilerek boğazına dolandı. Evan kaçmaya çalıştı, fakat silahın namlusu sertçe şakağına vurdu.
“Kıpırdama” dedi bir ses. “Yoksa ölürsün.” Genç bir adamın sesiydi bu. Olan bilenden zevk alıyor gibi. monoton bir ses tonuyla konuşmuştu. Ölürsün.
Bir takım eller, mutfağın köşesinde duran çantasını kaptı ve Evan”ın görüş alanının dışına çıkardı. Bir soygundu demek…….

Yazar

BENZER İÇERİKLER

Büyük Umutlar

Editor

Kayıp

Editor

Londra İblisi

Editor
Yükleniyor....

İnternet sitemizden en iyi şekilde faydalanabilmeniz ve internet sitemize yapacağınız ziyaretleri kişiselleştirebilmek için çerezlerden faydalanıyoruz. İstediğiniz zaman çerez ayarlarınızı değiştirebilirsiniz. Kabul et Daha fazla oku

Gizlilik ve Çerez Politikası