YAKINLIK
Yakınlık kalbin kapılarının sana açık olmasıdır;
içeri girip konuk olabilirsin.
Ama bunu ancak, bastırılmış cinselliğin
çürütmediği bir kalple yapabilirsin.
İçinde sapkınlıklar kaynamayan, doğal bir kalple.
Ağaçlar kadar doğal, çocuklar kadar masum.
O zaman yakınlık korkusu olmaz.
Herkes suçlamaktan başka bir şey öğrenmedin. Bunu gizlemeye devam ediyorsun; başkalarına gösterilmesi hoş olmaz bunun. Biliyorsun, içinde çirkin şeyler gizli, kötü şeyler gizli, hayvanlık gizli. Eğer bakışını değiştirmez ve kendini varoluşun içinde bir hayvan olarak kabul etmezsen…
İngilizce’deki karşılığı “animal” olan bu hayvan kelimesi kötü bir şey değil; “anima” kökünden geliyor. Tek anlamı var: canlı olmak. Canlı olan herhangi bir kimse hayvandır. Ama insana hep şöyle dendi: “Sen hayvan değilsin; hayvanlar senden çok daha aşağıda. Sen insansın.” Sahte bir üstünlük duygusu aşılandı sana. İşin gerçeği, varoluşta üstünlük ya da aşağılık yoktur.
Varoluş için her şey eşittir; ağaçlar, kuşlar, hayvanlar, insanlar. Varoluşta her şey olduğu gibi kabul edilir, aşağılama yoktur. Eğer kendi cinselliğini koşulsuz kabul edersen, insanın ve dünyadaki her varlığın kırılganlığını da kabul edersin. Hayat her an kopabilecek bir pamuk ipliğidir… Bunu kabul ettiğin anda bütün sahte egoları bırakırsın;
Büyük İskender olmayı, Muhammed Ali olmayı; anlarsın ki, herkes kendi sıradanlığında güzel, herkesin zaafları var; bu da insan doğasının bir parçası, çünkü insan çelikten yapılmış değil. Çok kırılgan bir vücudun var. Hayatını sadece on iki derecelik bir ısı aralığında sürdürebilirsin. Onun altına düştüğün ya da üstüne çıktığın anda öldün demektir.
Ve vücudun bunun gibi bin bir tane sınırla kuşatılmış durumda. En temel ihtiyaçlarından biri, sana ihtiyaç duyulması. Ama kimse şunu kabul etmek istemiyor: “İhtiyaç duyulmak, sevilmek, kabul edilmek benim temel ihtiyacım.” Böyle oyunlarla, ikiyüzlülüklerle yaşıyoruz; bu yüzden yakınlık korkuya yol açıyor. Göründüğün şey değilsin. Görüntün sahte.
Bir aziz gibi görünebilirsin ama içinde bütün arzuları ve özlemleriyle bir insan var. İlk adım kendini her şeyinle kabul etmek. Bütün insanlığı delirten o geleneklere rağmen. Kendini her şeyinle kabul ettiğin anda yakınlık korkusu da kaybolacak. O zaman saygınlığını, büyüklüğünü, egonu, dindarlığını, azizliğini kaybetmen mümkün değil; hepsini kendiliğinden bıraktın çünkü.
Küçük bir çocuk gibisin, tamamen masum. Kendini açabilirsin, çünkü içinde sapkınlığa dönüşmüş çirkin baskılar yok. Hissettiğin her şeyi gerçek ve içten olarak ifade edebilirsin. Ve eğer sen yakın olmaya hazırsan, karşındakinin yakın olmasına da yol açabilirsin.
Senin açıklığın onun açık olmasını kolaylaştırır. Senin içtenliğin, onun içtenliğine, masumluğuna, güvenine, sevgisine, açıklığına izin verir. Saçma fikirlerle kafeslenmiş durumdasın ve eğer birine yakınlaşırsan onun tüm bu saçmalıkları fark etmesinden korkuyorsun. Ama biz kırılgan varlıklarız; tüm varoluşun en kırılgan varlıkları. İnsan yavrusu tüm hayvan yavruları içinde en kırılgan olanıdır.
Diğer hayvan yavruları anne-babasız, ailesiz de hayatta kalabilir. Ama insan yavrusu anında ölür. Ve bu kırılganlık bir suçluluk sebebi değildir; bilincin en yüksek ifadesidir. Gül kırılgandır; taş olmadığı için. Taş yerine gül olduğu için insanın kendini kötü hissetmesine gerek yok. İki insan gerçekten yakın olduklarında, artık yabancı olarak kalmazlar.
Diğerinin –belki herkesin– de senin gibi zayıflıklarla dolu olduğunu görmek güzel bir deneyimdir. Herhangi bir şeyin ifadesi ne kadar yüksekse, o kadar kırılgandır. Kökler çok güçlüdür ama çiçek o kadar güçlü olamaz. Bütün güzelliği de o kadar güçlü olmamasındadır. Sabah yapraklarını güneşe açar, bütün gün rüzgârla, yağmurla, güneşle dans eder, akşam olunca da yapraklarını dökmeye başlar.
O artık yoktur. Güzel ve değerli olan her şey çok anlıktır. Ama sen her şeyin kalıcı olmasını istiyorsun. Birini seviyorsun ve söz veriyorsun: “Seni hayatım boyunca seveceğim.” Aslında çok iyi biliyorsun ki, yarından emin olamazsın; sahte bir söz veriyorsun.
Bütün söyleyebileceğin şu: “Şu anda sana âşığım ve sana her şeyimi veriyorum. Bir sonraki an hakkında hiçbir şey bilmiyorum. Nasıl söz verebilirim? Beni affet.” Ama sevgililer her türden yerine getirilemez şeye dair birbirine söz verir. Sonra hayal kırıklığı çöker, mesafe büyür; arkasından kavga, çekişme, savaş ve daha mutlu olması beklenen hayat, bitmez tükenmez bir sefalet haline gelir.
EN ÖNCELiKLi ŞEY: YAKINLIĞIN ABC’Si
İnsanlar meditasyonun, duanın, yeni var olma biçimlerinin arayışında. Ama derin arayış ve daha temel olan arayış, varoluşa yeniden kök salabilmek için olanı. İster meditasyon de buna, ister dua, asıl önemli olan şu: Varoluşa yeniden nasıl kök salınır?
Köklerinden sökülmüş ağaçlar haline geldik ve kendimizden başka kimse sorumlu değil bundan; aptalca doğaya egemen olma fikrimiz yüzünden oldu bu.
Biz doğanın bir parçasıyız; bir parça nasıl bütüne egemen olabilir? Dostluk kur onunla, sev, güven ve yavaş yavaş o dostluktan, o sevgiden, o güvenden yakınlık doğar, yaklaşırsın. Doğa sana yaklaşır, doğa sırlarını sana açmaya başlar. En büyük sır da, Tanrısallıktır. Ve bu, sadece varoluşun gerçek dostlarına açıklanır.
OLDUĞUN YERDEN BAŞLA
Hayat bir arayıştır; sürekli bir arayış, ümitsiz bir arayış; arayanın ne aradığını bilmediği bir arayış. Aramak için çok derin bir içgüdü var ama insan ne aradığını bilmiyor. Ve öyle bir zihin durumu var ki, eline geçen şey ne olursa olsun seni tatmin etmiyor. Hayal kırıklığı insanın kaderiymiş gibi görünüyor; çünkü ulaştığın şey, ona ulaştığın anda anlamsızlaşıyor. Yeniden aramaya başlıyorsun.
Bir şey elde etsen de etmesen de, arayış devam ediyor. Neyin var neyin yok, hiç önemli değil çünkü arayış her durumda sürüyor. Fakirler arayışta, zenginler arayışta, hastalar arayışta, iyiler arayışta, güçlüler arayışta, güçsüzler arayışta, aptallar arayışta, bilgeler arayışta ve kimse tam olarak ne aradığını bilmiyor.
Bu arayışın ne olduğu ve neden orda olduğu anlaşılmalı. Öyle görünüyor ki, insanın varlığında, insanın zihninde bir boşluk var. İnsan bilincinin yapısında bir delik, bir kara delik var sanki. İçine sürekli bir şeyler atıyorsun ve hepsi kayboluyor. Sanki hiçbir şey onu dolduramıyor, hiçbir şey doyuma yaklaştırmıyor. Çok ateşli bir arayış bu. Bu dünyada arıyorsun, öbür dünyada arıyorsun. Bazen parada arıyorsun, bazen güçte, prestijde, bazen Tanrı’da, coşkuda, sevgide, meditasyonda, duada ama arayış devam ediyor. İnsan adeta aramaktan hasta olmuş durumda.
Ama arayış şimdi ve burada olmana izin vermiyor; çünkü arayış seni sürekli başka bir yere yönlendiriyor. Arayış bir yansıtma, arayış bir arzu; ihtiyaç duyduğun şeyin başka bir yerde olduğu fikri, onun var olduğu ama başka bir yerde olduğu, şimdi burada olmadığı fikri. Kesinlikle var ama şimdi değil, burada değil. Orada, başka bir zamanda asla şimdi burada değil. Seni didiklemeye devam ediyor, itip kakmaya devam ediyor. Seni daha da delirtiyor, çılgına çeviriyor. Ve asla tatmin olmuyor.
Çok yüce bir Sufi kadın, Rabia al-Adawia hakkında şöyle bir hikâye anlatıldığını duydum:
Bir akşam, güneş batarken, ortalıkta henüz biraz ışık varken insanlar onu sokakta bir şey ararken bulur. Yaşlı bir kadındır; gözleri zayıftır ve zor görmektedir. O yüzden de komşular yardıma gelir ve sorar: “Ne arıyorsun?”
Rabia cevap verir: “O sorunun hiç lüzumu yok. Arıyorum işte, yardım edebiliyorsanız, edin.”
İnsanlar güler: “Rabia, delirdin mi? Sorunun lüzumu yok diyorsun ama ne aradığını bilmeden nasıl yardım ederiz?”
Rabia der ki: “Peki, öyle mutlu olacaksanız, iğnemi arıyorum. İğnemi kaybettim.” Yardım etmeye başlarlar ama sokak çok büyüktür, iğne de çok küçük.
O yüzden derler ki: “Nerde kaybettiğini söyle, tam neresi olduğunu yoksa çok zor, ilelebet arasak da bulamayız iğneni. Nerde kaybettin?”
Rabia der ki: “O sorunun da lüzumu yok. Aramakla bunun ne alakası var?”
Komşular durur: “Sen iyice delirmişsin!” Rabia cevap verir: “Peki, ille de öyle mutlu olacaksanız, evde kaybettim iğnemi.”
“O zaman niye burada arıyorsun ki?” derler. Söylendiğine göre Rabia şöyle cevap verir: “Çünkü burada ışık var, içerde hiç ışık yok.”
Bu hikâye çok önemli. Hiç kendine ne aradığını sordun mu? Hiç ne aradığını derin bir meditasyon konusu haline getirdin mi? Hayır. Bazı belirsiz anlarda, rüya anlarında ne aradığına dair küçük bir hisse kapıldıysan bile; hiçbir zaman kesin değil, tam değil. Henüz tanımlamadın onu. Tanımlamaya çalıştığında ne kadar tanımlanırsa, o kadar aramaya gerek olmadığını hissedeceksin. Arayış ancak belirsizlik durumunda sürebilir, bir rüya halinde. Netlik olmadığında aramaya devam edersin, içten gelen bir güdüye kapılarak, içten gelen bir aceleyle itilerek. Şunu biliyorsun: Aramaya ihtiyacın var. İçinden gelen bir ihtiyaç var. Ama ne aradığını bilmiyorsun. Ve ne aradığını bilmiyorsan, nasıl bulabilirsin?
Çok belirsiz; sanıyorsun ki anahtar parada, prestijde, saygınlıkta. Ama sonra saygın, güçlü insanlara bakıyorsun onlar da arıyor. Çok zengin insanlar görüyorsun, hayatlarının sonuna kadar aramaya devam ediyorlar. O zaman zenginlik de işe yaramıyor, güç de. Arayış, elinde ne olursa olsun devam ediyor.
Arayış başka bir şey için olmalı. Bu isimler, bu etiketler –para, güç, prestij– sadece zihnini tatmin etmek için. Sadece bir şey aradığını hissetmen için ordalar. Ama o şey hâlâ tarif edilemiyor: Tuhaf bir duygu.
Gerçek arayan için –biraz uyanmış ve farkında olan için– ilk gerekli şey, arayışı tanımlamak, ne olduğunun keskin bir tanımını yapmak, hayal dünyasından çıkarmak, derin bir uyanıklıkta onunla karşılaşmak, içine bakmak, onunla yüzleşmektir. Hemen bir dönüşüm başlayacak. Arayışını tanımlamaya başlarsan, arayışa olan ilgini kaybetmeye başlayacaksın. Ne kadar tanımlarsan, o kadar azalacak. Ne olduğunu net olarak bildiğin anda, birden yok olacak. O sadece sen dikkatli olmadığında var.
Tekrarlanmasına izin ver: Arayış sadece uykuda olduğun zaman var. Arayış sadece uyanık olmadığında var, arayış sadece farkında olmaman halinde var. Arayışa farkında olmamak yol açıyor.
Evet, Rabia haklı, içerde ışık yok; içerde ışık olmadığı, bilinç olmadığı için, elbette dışarıda aramaya devam ediyorsun çünkü dışarısı daha net görünüyor.
Duyularımızın hepsi dışa dönük. Gözler dışa açılıyor, eller, bacaklar dışa doğru hareket ediyor, kulaklar dışarıdaki sesleri dinliyor. Sahip olduğun her şey dışa doğru açılıyor; beş duyu dışa dönük. Aramaya oradan başlıyorsun; gördüğün, hissettiğin, dokunduğun şeylerden. Duyuların ışığı dışa çevrili ve arayan ise içerde.
Bu ikiliğin anlaşılması gerekiyor. Arayan içerde ama ışık dışarıda olduğundan, arayan hırslı bir şekilde dışarıda tatmin edecek bir şey bulmak amacıyla harekete geçiyor. Hiçbir zaman bulunmayacak. Hiçbir zaman bulunmadı. Şeylerin doğası gereği bulunması mümkün değil çünkü eğer arayanı aramıyorsan bütün arayışın anlamsız. Eğer kim olduğunu anlamazsan arayışın boşuna çünkü arayanı tanımıyorsun. Arayanı tanımıyorsan doğru boyutta, doğru yönde aramayı nasıl başarabilirsin? Mümkün değil. Her şeyden önce ilk adımlar atılmalı.
Bu iki şey çok önemli: Birincisi, amacının ne olduğunu çok net olarak kendine ifade et. Karanlıkta oraya buraya çarparak dolaşmaya devam etme. Amacına odakla dikkatini: Ne arıyorsun? Çünkü bazen bir şeyi isterken başka bir şey ararsın, bu durumda bulmayı başarsan bile tatmin olmazsın. Başarmış insanları hiç gördün mü? Daha büyük bir yenilgiye hiç rastlamış mıydın? “Başarı başarıyı getirir” diye bir söz vardır. Kesinlikle yanlış. Başarı kadar büyük bir başarısızlık yoktur. O cümleyi aptal insanlar uydurmuş olmalı. Tekrarlıyorum: Başarı kadar büyük bir başarısızlık yoktur.
Söylendiğine göre Büyük İskender dünyanın hâkimi olduğu gün odasının kapılarını kapamış ve ağlamaya başlamış. Bu gerçekten oldu mu bilmem ama eğer biraz bile akıllı idiyse olmuş olmalı. Komutanları bundan çok rahatsız olmuşlar:
Ne olmuştu? İskender’in ağladığını daha önce hiç kimse görmemişti. O türden bir adam değildi; büyük bir savaşçıydı. Onu büyük sıkıntıların içinde görmüşlerdi; hayatının tehlikede olduğu durumlarda, ölümün kapıda olduğu anlarda ve gözünden tek damla yaş geldiği görülmemişti. Umutsuz bir anında hiç görülmemişti. Şimdi ne olmaktaydı peki; başardığı anda, tam dünyanın hakimi olmuşken?
Kapısını çaldılar, içeri girip sordular: “Niye böylesiniz? Niye çocuk gibi ağlıyorsunuz?”
Cevap verdi: “Başardığım anda, şu anda, bunun yenilgi olduğunu biliyorum. Şimdi görüyorum ki dünyayı ele geçirme saçmalığına giriştiğim anda nerdeysem, şimdi de tam olarak oradayım. Ve bunu şimdi anladım, çünkü ele geçirecek başka yer kalmadı. Yoksa yoluma devam ederdim, daha öteleri de fethetmeye çıkardım. Şimdi ele geçirecek yer kalmadı, yapacak bir şey yok ve bir anda kendi üzerime düştüm.”
Başaran adam sonunda kendisiyle tek başına kalır ve sonra cehennem azabı çeker çünkü bütün hayatını boşa harcamıştır. Aramış, aramış, elindeki her şeyi ortaya dökmüştür.
Şimdi başarılıdır ama kalbi boştur, ruhu anlamsızdır, huzur yoktur, mutluluk gelmemiştir.
İşte ilk bilinecek şey bu: Tam olarak ne aradığın. Bu konuda ısrarlıyım; çünkü arayışının hedefine gözlerini ne kadar odaklarsan, hedef de o kadar gözden kaybolur. Gözlerin tam olarak sabitlendiğinde, aniden, aranacak hiçbir şey yoktur; o anda gözlerin kendine doğru yönelmeye başlar. Arayışın hiçbir hedefi olmadığında, bütün hedefler kaybolduğunda boşluk vardır. Dönüşüm, içe dönüş, o boşluğun içindedir. Birden kendine bakmaya başlarsın. Şimdi arayacak hiçbir şey yoktur. Ve bu arayanın kim olduğunu bilmek için de yepyeni bir arzu yükselmektedir.
Arayacak bir şey olduğunda, bu dünyanın adamısın. Arayacak bir şey olmadığında; senin için “Bu arayan kim?” sorusu önemli olduğunda, işte o zaman dindar bir adamsın. Ben dünya adamıyla din adamını böyle tanımlıyorum. Eğer hâlâ bir şey arıyorsan –belki öbür hayatında, öbür kıyıda, cennette, hiç fark etmez– hâlâ dünya adamısın. Eğer tüm arayışın bittiyse ve birden bilinecek tek bir şey olduğunu anladıysan –”Benim içimdeki arayan kim? Bu aramak isteyen enerji ne? Kimim ben?”– orada dönüşüm vardır. Bütün değerler birden değişir. İçe doğru hareket etmeye başlarsın. O zaman Rabia kendi ruhunun karanlığında kaybolmuş bir şeyi aramak için sokağın ortasında oturmaz.
İçe doğru girmeye başlayınca… Önce çok karanlıktır; Rabia haklı, çok çok karanlık. Çünkü hayatlar boyu içeriye hiç girmedin; gözlerin hep dışa odaklanmıştı. Hiç fark ettin mi? Bazen sokaktan içeri girdiğinde, dışarıda da hava çok güneşliyse, evin içi çok karanlık görünür çünkü gözler dışarıdaki ışığa göre odaklanmıştı. Işık çok olduğunda gözbebekleri küçülür. Karanlıkta gözbebekleri açılır; karanlıkta daha geniş bir merceğe ihtiyaç vardır. Işıktayken daha küçük bir mercek de iş görür. Kamera böyle çalışır, gözler de, kamera insan gözü model alınarak icat edilmiştir.