Anı-Hatıra

Manzaradan Parçalar/Hayat, Sokaklar, Edebiyat

manzaradan parcalar hayat sokaklar edebiyat 5ee7393368889

Orhan Pamuk bu yeni kitabında, çocukluğundan başlayarak hayatından, yaşadıklarından bütün içtenliğiyle söz ediyor. Yazarın babasının ölümü, siyasi dertleri, futbol oynarken ya da romanlarını yazarken hissettikleri, tıpkı annesinin sigara böreği yapışı, yaz gecesi bir sivri sineğin hareketleri ve Boğazgemileri hakkındaki gözlemleri gibi büyük bir manzaranın parçası olarak dikkatle işleniyor. Pamuk İstanbul’dan, Adalar’dan, New York’tan, Venedik ya da Kalküta’dan söz ederken yaptığı gibi, kendi suçluluk duygularından, rüyalarından, eski berberlerden ya da çocukluğunda sokaklarda atıştırdığı şeylerden de bütün dikkatiyle hikayeler çıkarıyor. Konu ister Binbir Gece Masalları, ister Dostoyevski’nin romanları, ister eski ressamlar, ister Selimiye Camii olsun, Pamuk gözlemlerini, duygularını sıralarken akılda sevdiğimiz bir hikayecinin tanıdık ve unutulmaz sesi kalıyor.

Tıraş olmaktan asansöre binmeye, dünyayı çocuk gibi seyretmekten deprem endişelerimize, trafik ve dinden eski yangınlar ve yıkımlara uzanan bu kitap, Orhan Pamuk’un gözünden bakıldığında dünyanın ne kadar ilginç ve yeni olabileceğini bir kere daha kanıtlıyor.

Bir Hayat Hikâyesi Denemesi

İstanbul adlı kitabımın bir yarısı şehirden söz eder, bir yarısı da yirmi iki yaşıma kadarki hayat hikâyemdir. Kitabı yazıp bitirdiğimde, aşırı bir hayal kırıklığına kapıldığımı hatırlıyorum. Kendi hayatımda anlatmak istediğim, vazgeçilmez bir hatıra olarak gördüğüm şeylerin onda birini bile istanbul’a koyamamıştım. Yirmi iki yaşıma kadarki hayatımı özetleyen ve bambaşka hatıralarla kurulmuş yirmi cilt anı daha yazabilirdim. Otobiyografinin bir hatırlama yolu değil, umuma biçimi olduğunu o zaman anladım.

1952’de İstanbul’da doğdum. Dedem demiryolu inşaatlarından çok paralar kazanmış, fabrikalar kurmuş başarılı bir mühendis ve işadamıydı. Babam da aynı şeyleri yaptı hayatta, ama para kazanmak yerine hep kaybetti. İstanbul’da özel okullarda liseyi bitirdim, üç yıl mimarlık okuduktan sonra yazar olmaya karar vererek bıraktım. Yedi ile yirmi iki yaşım arasında ressam olmak istemiştim. Çocukluk ve ilkgençlik yıllarımda ciddi bir şekilde, istekle, mutlulukla resim yaptım. Resme devam etmedim, ama sanatçı hayatından başkasını yaşamayacağımı da yirmi iki yaşımda biliyordum. Anlayamadığım bir nedenle, yirmi iki yaşımda resim yapmayı bırakıp ilk romanım Cevdet Bey ve Oğulları’nı yazmaya başladım. Anlayamadığım bu nedeni, yıllar soma anlamak için istanbul adlı kitabımı yazdım.

Elli dört yaşıma kadarki hayatımı düşününce, bir masaya oturup durmadan mutluluk ve mutsuzlukla çalışan biri geliyor gözümün önüne. Kitaplarımı özenle, sabırla, iyi niyetle ve onlara hep inanarak yazdım. Başarı, ün, mesleki mutluluk.. Bunlar kolay gelmedi. Şimdi kitaplarım elli beş dile çevriliyor, ama en çok ilk kitabımı Türkiye’de yayınlatabilmek için uğraştım. Türkiye’de, ilk kitabım Cevdet Bey ve Oğullarını yayınlatabilmek için dört yıl yayıncı aradım. Yayınlanmamış romanlara verilen bir ödülü kazanmış olmasına rağmen…

ilk kitabımın yayınlandığı günlerde, 1982de Aylin Töregün ile evlendim, istanbul’un aynı Batılılaşmış, zengince mahallesinde, benimle aynı sokaklarda büyüyüp aynı okullara daha birbirimizi tanımadan önce gitmiş biriyle evlendiğim için, bir Türk gibi “Köyümden bir kız ile evlendim,” diye takılırdım ona. 1991’de bir kızım oldu. Kara Kitap’ın kahramanı Rüya’nın adını verdik ona.

Hayatta yazı yazmaktan başka bir iş yapmadım. 1985 ile 1988 arasında, karım orada doktora yaptığı için New York’ta, Columbia Üniversitesi’nde misafir araştırma görevlisi olarak bulundum. Amerikan kütüphanelerinin, kitapçılarının, müzelerinin zenginliği beni hep heyecanlandırmıştır. Karımdan 2002 yılında ayrıldım. Hâla en iyi arkadaşlarım o ve kızımdır. 2006 yılında, Nobel Ödülü’nü almadan bir ay önce, Columbia Üniversitesi’nde senede bir dönem ders vermeye başladım.

Benim için mutlu bir gün, bir sayfa iyi yazı yazdığım sıradan bir gündür. Yazının dışındaki hayat eksik, kusurlu, anlamsızmış gibi gelir bana. Beni tanıyanlar, yazmaya, masaya, beyaz kâğıtla dolmakaleme bağlılığımı bilir, ama gene de “Biraz tatil yap, gez, eğlen, yaşa!” diye öğüt verirler bana. Daha yakından tanıyanlar ise, benim için en büyük mutluluğun yazmak olduğunu bildikleri için yazıdan, kâğıttan, mürekkepli kalemimden beni uzak tutacak şeylerin en sonunda bana yaramayacağını söylerler. Hayatta hep ve yalnızca islediğini yapmış, istediği işten başka hiçbir şeyle uğraşmamış nadir mutlu insanlardan biriyim.

Çocukluğum büyük bir ailede amcalar, yengeler, halalar arasında geçti, ilk iki romanım Cevdet Bey ve Oğulları ve Sessiz Ev, aile romanlarıdır. Kalabalık aileleri, hep birlikle yenen yemekleri, aile içi çatışmaları, iğnelemeleri anlatmayı severim. Ama yıllar geçtikçe, gittikçe fakirleşen büyük ailemiz yavaş yavaş dağılarak üzerimdeki koruyucu etkisini ve her zaman geri döndüğüm bir merkez olma işlevini kaybetti. Yaşlandıkça yalnızlaştığımı ve yalnızlaştıkça da. tuhaf bir şekilde, ünlendiğimi görmek bazan beni ürpertir. Her akşam uykudan önce yatakta iki büklüm kıvrılıp yorganı üzerime çekince, yalnızlık ile rüyalar, hayatın güzelliği ile acımasızlığı arasında gezinen tatlı ve korkutucu bir duygu beni sarar ve çocukluğumda dinlediğim, okuduğum masalların, korkutucu hikâyelerin ürpertisini hissederim.

Sessiz Ev adlı romanımda uykuyla uyanıklık arasındaki bu bölgeye babaannenin monologlarıyla girmeye çalıştım. Beyaz Kale’de aynı duygu, rüyalar ile gerçeklik, hayal ile tarih arasındaki iç içe geçme gene vardır. Ama kendi sesimi asıl bulduğum roman, 1985’te yazmaya başladığım Kara Kitap’tır. Otuz üç yasımda, New York’ta iken kim olduğum, geçmişim, kendi kimliğim hakkında güçlü sorular yönelttim kendime. Columbia Üniversitesi kütüphanesindeki odamda durmadan okuyor, yazıyordum. New York’ta, İstanbul’a duyduğum özlem ile geçmiş Osmanlı İran Arap Müslüman kültürünün harikalarına duyduğum ilgi aklımda birbirine karıştı. Hem uzun uzun tasarlayarak, hem de tam ne yaptığımı bilmeden, el yordamıyla, kör gibi ilerleye ilerleye yazdım bu kitabı. Hâla da nasıl yazmış olduğuma şaşarım.

Yeni Hayat, Kara Kitap’ta bulduğum şeyin yeniden, bu sefer İstanbul’da değil taşrada, şiirsellik ile araştırılmasıdır. Annem ise, hep Benim Adım Kırmızı adlı romanımı nasıl yazmış olduğuma şaştığını söyler bana… Öteki romanlarımda, anneme göre, şaşılacak bir şey yoktur, onları benim hangi hayat malzemesiyle yazdığımı bilir, anlar. Benim Adım Kırmızı’da ise, anneme göre, onun tanıdığı, her şeyini bildiği oğlunun nasıl yazdığını bir türlü anlayamadığı bir yan vardır… Bir yazarın da bence hayatta karşılaşacağı en büyük iltifat budur: Annesinden, kitap Benim ise en çok şaştığım Kar’a gösterilen ilgidir. İlk başta bunun Doğu Batı çatışması gibi basmakalıp kavramlarla ya da Irak Savaşı, siyasal islam, vs. gibi güncel konularla ilgili olduğunu düşünüyordum. Şimdiyse işin özünün o romandaki Asya Oteli’ndeki bildiri yazma sahnesiyle anlaşılabileceğine inanıyorum. Büyük ihtimalle bu açıklamam da yanlış bir tahminden ibarettir. 1990’ların başında daha yalnızca Türkiye’de tanınırken, Türk gazeteciler kitaplarımın neden sevildiğini, neden bu kadar çok okunduğunu sormaktan biraz da düşmanca duygularla çok hoşlanır, ben de bugün hiçbirine inanamadığım pek çok neden bulurdum. Daha sonra aynı sorulan, kitaplarım bütün dünyada yavaş yavaş okunmaya başlanınca yabancı gazeteciler, kültür yazarları da sormaya başladı. Ben kitaplarımı, böyle bir kitap yazılsa da okusam duygusuyla yazıyorum. Ve bazan, demek ki herkes benimle aynı duygulan paylaşıyor diye düşünüyorum. Kitaplarımın neden sevildiği konusundaki bu açıklamam da, bütün diğerleri gibi, büyük ihtimalle yanlıştır. Ama gene de, tıpkı kendi hayatı gibi, insan yazdığı kitaplar konusunda da boşu boşuna konuşur durur. En sonunda insanın hayatı, kitaplarından daha değerlidir. Ama hayata anlam ve değer veren şey bu kitaplardır iste. Yirmi iki yaşımdan, romancılığa başlamamdan sonra ise, zaten hayalımla kitaptanım birbirinden hiç mi hiç ayıramadım. İleride kitaplarım hayatımdan daha önemli ve eğlenceli bulunacak sanırım. İnsanın ölüm vaktinin gelmesi, kendisinin de buna tevekkülle inanması demek Buna ise, daha çok vakit var gibi geliyor bana.

Çünkü bunu yazdığım Nisan 2007’de, elli dört yaşımda, kendi hayatımın yarısını çoktan geçtiğimi biliyorum, ama otuz iki yıllık yazarlık hayatımın tam ortasında olduğuma da inanıyorum. Annemi ve diğer okurları bir kere daha şaşırtacak kitaplar yazacağım bir otuz iki yıl daha olmalı önümde.

Babam

Gece geç vakit eve geldim. Babamın öldüğünü söylediler. Çocukluğumdan kalan bir görümü, evde onu sonla görüşüm, incecik bacakları içime acıyla işleyerek aklıma takıldı.

Gece saat ikide onu son bir kere görmeye evine gittim. “İçeride odada,” dediler, oraya gittim Çok sonra dönüşle, sabaha karşı, elli yıldır yaşadığım Nişantaşı’nın sokakları boş ve soğuktu, vitrin ışıkları uzak ve yabancıydı.

Sabah uykusuz ve bir rüyadaymış gibi telefonlarla, ziyaretçilerle konuştum, bürokratik işlemlere daldım, Ölüm ilanını yazarken gelen notlara, ricalara, dileklere, küçük tartışmalara kendimi kaptırınca, bütün ölümlerde neden cenaze töreninin ölümün kendisinden daha önemli oluverdiğini anladığımı sandım.

Akşamüstü islenilen yapmak, mezarı hazırlamak için Edirnekapı Şehitliği’ne gittik. Ağabeyim ve amcaoğlu mezarlığın küçük yönetim binasına gidince, taksinin ön koltuğunda şoförle yalnız kaldık. O zaman şoför beni tanıdığını söyledi.

“Babam öldü,” dedim ona. Ve hiç beklemediğim, tasarlamadığım bir şekilde ona babamı anlatmaya başladım. Babamın çok iyi bir adam olduğunu, daha önemlisi, onu çok sevdiğimi anlattım. Güneş batmak üzereydi. Mezarlık boş ve sessiz…

Yazar

BENZER İÇERİKLER

Sarı Siyah

Editor

Sevgi Günlüğü

Editor

Cezaevi Arkadaşım Yılmaz Güney – Çirkin Kral’la Ulucanlar’da

Editor
Yükleniyor....

İnternet sitemizden en iyi şekilde faydalanabilmeniz ve internet sitemize yapacağınız ziyaretleri kişiselleştirebilmek için çerezlerden faydalanıyoruz. İstediğiniz zaman çerez ayarlarınızı değiştirebilirsiniz. Kabul et Daha fazla oku

Gizlilik ve Çerez Politikası