Bak herkes kendi rolünü oynuyor, kaybolup gitmiş dünleri, yarındanve kendisinden bile habersiz.Okul bitsin iş bulayım derken evlilik gelir, hele bir büyüsün çocuklar.Şu emeklilik bir gelsin gör bak neler yapacağım.Yani olmuyor işte öyle.Bugün çocuğunu severken keyif al, bırak onlar için kaygılanmayı.Ananın Babanın yanındayken tadını çıkar, onların sesindenhikâyelerini dinle.Bırak ne olacağını fazla düşünme, eşinle kahve içerken onungözlerine bak, bırak bilir yağmur ne zaman yağacağını, rüzgâr nezaman eseceğini.Güneş bilir ne zaman doğup batacağını, çiçek bilir ne zamanaçacağını. Kokla, koparma sakın, öldürme onu. Bırak dalıyla,yaprağıyla ve toprağıyla yaşasın, zamanı gelince solar nasılsa.Dünü kaçırdın, yarın çok geç.Sen en iyisi bir bilet al ve yaşamaya devam et.
Umutlarınla Yaşa… Sevgiyle Kal…
***
TEŞEKKÜRLER
Darbe Notları kitabımdan sonra ikinci kitabım olan ve size en güzeli anlatmaya çalıştığım MİLLETE MEKTUPLAR UMUTLARINLA YAŞA, SEVGİYLE KAL kitabımın sizlere ulaşmasında, yazım aşamasında, benden sevgisini, ilgisini, bilgisini, desteğini esirgemeyen değerli dostlarım;
Sayın Hamit TUNA’ya
Sayın Cenk CENKCİMENOĞLU’ na Sayın Delil ATEŞ’e
Sayın Cemal ÇAKMAK’a
Sayın Ferhat ÖZCAN’a
Sayın İsmail YÜKSEL’e
Sayın Mustafa KABADAYI’ya
Sayın Seyrani SOLUĞAN’a
Sayın Hacı Bektaş ADIGÜZEL’e Sayın Caner KURTBOĞANOĞLU’na Sayın Fatma ÖZEN’e
Ve
Prof.Dr. Sayın Mustafa TAŞKIN’a
Mektuplarıma ilham kaynağı olan Mersin Toroslar Turgut Türkalp Mahallesi ile Tarsus Eski Ömerli ve Yeni Ömerli Mahallesi ve İzmir Yeni Foça sakinlerine;
Tüm Aile Bireylerime, okuyucularıma binlerce kez teşekkür eder sevgi ve saygılarımı sunarım.
Ufuk CAVLI
Gazeteci-Yazar
***
GİRİŞ
MİLLETE MEKTUPLAR…
UMUTLARINLA YAŞA, SEVGİYLE KAL…
İlk mektubu aile fotoğraf albümünün tozlu sayfalarında görmüştüm. Tabi ki okuyamadım, sadece açıp bakmıştım çünkü yıl 1982 ve ben ilkokul birinci sınıfa gidiyordum. Yeni yeni okumayı söküyordum. Şöyle bir göz geçirdim ve yerine koydum.
Kim bilir içinde ne yazıyordu, kime nasıl ve neden yazılmıştı ya da hangi duygularla yazılmıştı, onu o an anlamadığım gibi, merak da etmedim işin doğrusu. Fakat insanların birbirleriyle iletişim kurduğu en organik vasıta sanırım mektuptu.
İlkokul dördüncü sınıftaydım, öğretmenimiz İclal GEÇİCİ hanımefendinin elinde mektup zarfı ve çizgili parşömen kâğıdını gördük. Çocuklar bugün en önemli iletişim aracımız mektup yazmayı ve göndermeyi öğreneceğiz demişti.
Mektuplar ilk önce çizgili parşömen kâğıdına yazılırdı, daha düzgün, eğri büğrü gitmesin diye yazılar, yaş ve eğitim ilerledikçe çizgisiz parşömen kâğıdına yazmaya başlayacaktık, daha havalı oluyordu, belki de daha elit.
Öğretmenimiz en ince detayına kadar bize konuyu anlatmış, hatta örnek mektup yazmamızı istemişti ödev olarak.
Heyecanlandık…
En sevdiğimiz arkadaşımıza mektup yazmıştık ve o mektubu postaneden arkadaşımızın adresine yollamıştık. Çok keyifliydi yazmak, hele okumak daha da mutlu etmişti hepimizi.
İlk olarak kime yazacak isek başlık bölümünde saygı cümlesi ile kişinin adına hitap, sonra hal hatır, sonra biraz kendinden bahsetme, merak edilen sorular sormaya müteakip çevremizde olan biten hakkında küçük dedikodular, selamları ileterek son bölüme doğru yol alıyordu kelimeler. Dilek ve temenniler, en son olarak sevgi kelimeleri eklenip bitiyordu mektubumuz.
Her satırda yazım hatası olmamasına dikkat edilir, baştan sona kadar saygı elden bırakılmazdı.
Sonra belki içine bir fotoğraf eklenir ama fotoğrafın arkasına da mutlaka küçük bir not yazılarak zarfın kapağı kapatılır, postanede pul yapıştırılarak gönderilirdi.
Zarfın sol üst köşesine gönderenin adı-soyadı ve adresi eklenirdi; olur ya, ulaşamazsa mektup geri bize dönebilsin diye.
Alıcı adı ve adresi zarfın sağ alt köşesine doğru Sayın kelimesi başta olacak şekilde yazılırdı. Yaklaşık bir hafta içinde alıcıya ulaşır; hasretle, heyecanla mektuba cevap beklenirdi.
Karşıdakinin mektup yazması ortalama iki gün ve tekrar bize ulaşması bir hafta, toplamda birbirimizden haberdar olmamız yirmi gün sürerdi.
Mahallenin, semtin en meşhur ve gelişi dört gözle beklenen kişileri postacılardı. Öyle ki postacılar adına şiirler, şarkılar yazılmış, sinema filmleri bile çekilmişti. İyi haberler de kötü haberler de postacının getirdiği mektuplarda yazılırdı. Kimileri sürpriz olarak hediye almak isterdi postacıya, kimileri de kötü haberde postacıya tepki gösterirdi.
Acil durumlarda telgraf çekilirdi ama kısa not şeklinde olurdu, çünkü her harf ücrete tabiydi. Tebrik kartları göndererek bayramseyran kutlanırdı ve hepsi el emeği ile mavi tükenmez kalemle ya da dolma kalemle yazılırdı.
Kurşun kalemle yazılmazdı, kalıcı olsun diye yazılanlar…
Kırmızı kalemle yazmak ayıp olurdu ve hep büyük harf kullanmak da saygısızlık olarak kabul edilir, insanlar buna dikkat ederdi.
Bazen mahallede ablalar, ağabeyler arasında postacısız, zarfsız mektuplarda elden ele ulaştırılırdı; içinde koşulsuz, menfaatsiz sevgi barındıran sözcüklerle özlemler, planlar, dertler anlatılırdı. Postacısız mektuplara cevap gelmediğinde, soluk en yakın meyhanede alınır, memleket yeniden keşfedilirdi, sonra iş yine yâre döner, deli divane olunurdu ama duyulmazdı yârin bir sesi, çünkü telefon yok denecek kadar az ve her evde yoktu.
Dikdörtgen şeklinde, içerisine bir kişinin sığabildiği, eğer içerisine iki kişi girecekse yan yana durulur, vücudun yarısı dışarıda kalır, telefon ahizesi dışarı doğru çekilen telefon kulübeleri gelmişti şehre. Konuşma yapabilmek için sarı madeni bir liradan biraz büyük, kalın, ortasında kocaman PTT yazan jeton almak zorundaydınız. Şehir içi aramalarda küçük jeton alınırdı, konuşma süresi sadece iki dakika ile sınırlıydı, şehir dışı aramalar için ise büyük jeton alarak iki dakikalık konuşma yapılabilirdi. Tabii ki büyük jeton iki katı daha pahalıydı.
Eğer karşı taraf cevap verdi, hatlar düştüyse ya da siz kapatmak zorunda kaldıysanız süre önemli değil jeton geçersiz olurdu. Jeton sizin kaç dakika konuştuğunuzu hesap etmezdi. Ayrıca jetonunuz var, aradığınız kişiyle şöyle uzun uzun konuşamazdınız çünkü dışarıda sıra bekleyen onlarca insan sizi önce kibarca, sonra bağırıp çağırarak ‘hadi kardeşim, uzatma!’ diye uyarırdı.
Evde telefon çaldığında evin en büyüğü telefona cevap verirdi, şayet yârinizi aradıysanız telefona o çıkmaz ise şak diye kapatmak zorunda kalırdınız. Telefon çok lüks bir alet olduğu gibi faturalar oldukça kabarık gelirdi, bazen tedbir olarak aramalar sıfıra kapatılırdı, çünkü şehir dışı ve yurt dışı aramalarda başta sıfır çevirmek gerekirdi, hatta telefon kilitleri bile icat edilmişti.
Bütün tedbirlere rağmen herkes ucuza konuşabilmek veya kilitli telefonla konuşabilmek için birçok hileyi de öğrenebilmişti. Mesela jetonların ortasına delik açılır, bir ince iple bağlanır konuşma süresi uzatılırdı. Kilitli telefonlarda ahizenin düğmesine rakam kaç ise o kadar tıklanıp arama yapılabilirdi.
Teknoloji hemen kendisini geliştirerek korumaya aldı, telefon kulübelerinde jeton yerini kartlara, çevirmeli telefonlar ise yerini tuşlu telefonlara bıraktı.
O zamanlar iletişim zordu, aynı derecede ulaşım daha zordu; fazla gelişmemiş olan otobüsler ve otomobillerin sayısı sınırlıydı. Bisikleti, motosikleti olan orta derecede bir gelir seviyesine sahipti. Otomobili olan oldukça zengin sayılırdı.
Gerçi otomobil olsa ne yazar, gidecek yol mu vardı memlekette, İstanbulumuz Anadolu’ya çok uzaktı, uçağa binmek sadece bir hayaldi.
İletişim ve ulaşımın zorluklarıyla ben lise yıllarına gelmiştim. Arkadaşlarla okul zamanları görüşebilirdik, çünkü birçoğumuz yarım gün okula gider, yarım gün ise çıraklık yapardık bir ustanın yanında. Hem bir meslek öğrenen, hem de aile bütçesine az da olsa katkı sağlamak için çalışmak zorunda kalan çocuklardık.
Sporcu olan da vardı, sesi güzel olan da…
Sanatçı ruhlu olan da vardı, mucit olacak olan da ama imkânlar kısıtlıydı.
Mesela okul dışında buluşacaksak mutlaka şehrin bilinen yerini randevu yeri olarak, saat vererek belirtir o gün o saatte mutlaka orada olurduk.
Televizyona değinmeden geçemeyeceğim, tek bir TRT kanalı vardı. Çizgi film sadece Pazar günleri bir saat, Türk filmi sadece Cumartesi akşamları oynardı. Pazar günleri kovboy filmleri herkese yeterdi. Gündüz TRT’de yayın olmaz, akşam haberlerle başlar, gece 24’te İstiklal Marşı ile kapanırdı. Her evin çatısında T şeklinde televizyon antenleri vardı, bir rüzgar esip antenin yönü değiştiğinde frekansı bulmak için çatılarda ayar çeken insanlar görürdünüz. ‘Oldu mu? Görüntü geldi mi? Tamam, öyle kal’ sesleri mahalleyi kuşatırdı.
Sinema ve tiyatroya insanlar ailece akın akın giderlerdi, hem de bir biletle iki film izlenirdi. Sosyal hayat hareketliydi. Parklar en kalabalık yerlerdi, her mahallede kapı önünde gruplar halinde oturmuş teyzeler dedikodunun dibine vururdu.
Belki zor zamanlardı ama güzel zamanlardı. Çünkü iletişim ve ulaşım için emek harcıyorduk, gerçekten görmek istiyorsak gidiyorduk, konuşmak istiyorsak arıyorduk, içimizi dökmek için yazıyorduk, hepsi gerçek duygulardı.
Mektupları saklardık, şarkıların anlamı vardı, buluşmanın heyecanı vardı.
Sonra ne oldu?
Cep telefonları çıktı, yetmedi sosyal medya, internet geldi. Hepimiz birbirimize daha yakın olduk, çile çekmez olduk ama birbirimizden uzaklaştık.
Binlerce televizyon kanalına hapis olduk, sanatı, sosyalleşmeyi unuttuk. İmkânlar yaratıldı ama biz sporcu olmak yerine hantallaşmayı seçtik.
Bir şeyleri icat edebilmek yerine icat edilmişlerle yetinmeye başladık. Mektup yazmaktan vazgeçtik, cep telefonuna gelen mesajları bile okumamaya başladık.
Bir dosta, sevgiliye, anaya, babaya ulaşmada hiç engel yokken arayıp, sormamaya başladık.
Uçağa binmek hayal iken, uçaktan inmez olduk ama gidilecek yollarımızı unuttuk.
Bu kitapta, sizlere yaş grubu 35 ve üzeri olanlara bir nebze olsun nostalji yaşatmaya çalışacağım. Daha genç kardeşlerimize de eski zamanları bir nebze olsun yaşatmayı umuyorum.
Çünkü 18 yaşında yeğenim, “Dayı, siz bizim yaşlarda iken neler yapıyordunuz,” diye sormuştu, şimdi yeğenlerim olmak üzere tüm gençlere biz neler yapıyorduk sorusuna mektuplarla cevap vermeye çalışacağım.
Elbette teknoloji, gelişmişlik mükemmeldir ama biz duygularımızı insani, manevi, milli değerlerimizi asla unutmamalıyız.
Hadi gelin hep birlikte 1980’lerden günümüze uzanan yaşanmışlıkları, gönderilen, gönderilmeyen, şimdilerde hiç yazılmayan mektupları okuyalım. Bu mektuplarda nostalji ve eski zamanlar, terör örgütlerinin yaptıkları, aşk, sevgi, yokluk, yoksulluk, hasretlik insana dair, ülkemize dair her şey var.
Keyifle okumanızı ve okutmanızı arz ederim.
Önemli not da olarak şunu belirtmek isterim, mektup başlıklarında anne, baba, dayı, yeğen, kardeş, dost vs. hitaplar var. Bu hitapları sizler yazıyor gibi, okuyor gibi ya da sizin bir yakınınız gibi düşünebilirsiniz. Yani ithaflar aslında adı yazmasa da herkesedir.
Bir dostum mektubunun son bölümün de; Umutlarınla Yaşa, Sevgiyle Kal demişti. Sizde öyle yapın !!!