Siyaset

Davam

Bu kitapta, Türkiye`de yarım asırdır bütün şiddetiyle devam eden iman ve küfür mücadelesine mührünü vuran, Hakikatin hakimiyeti için mağdur ve mazlum olmuş, dünya menfaatlerini dine feda eden aziz ve bahadır insanların ibretli mücadelesini bulacaksınız.

***

Giriş

Hatıralar, hakikatleri anlattıkları, insanların dünyalarına ışık tutarak yollarını aydınlattıkları ölçüde güzeldir. Bu hatıralar başkalarına örnek oldukça daha da güzelleşir.

Bazı insanların hayatı ciltlerle hatıralar, ibretli maceralarla doludur. Bazı insanların hatıraları kendi hayatlarından, bazılarınınki de hayatlarına te’sir eden mütefekkirlere yakınlıklarından dolayıdır.

Benim sizlere arz edeceğim hatıralar, milyonlarca insanın hayatını şekillendiren, imanının kurtulmasına ve tekâmül etmesine vesile olan ve onlara: “Hayatın gayesi nedir? Bu insanlar nereden geliyor? Nereye gidiyor? Niçin yaratılmışlar? İman ve İslamiyet nedir? İmanın mahiyet ve derecatı nedir? İnsaniyet nedir? İmanın bir nuru olan muhabbet ve marifet nedir?” gibi yüzlerce mühim ve müthiş suallere muknî cevaplar vermiş olan asrımızın mücahid ve müceddidi Bediüzzaman kaynaklıdır. Bu hatıralar, şems-i tâbânı sönük âyinemde aksettirebildiğim takdirde ehemmiyet arz edecektir.

Bediüzzaman Bitlis’in Nurs köyünde 1876 yılında dünyayı teşrif etmiş. Oralarda mâlûm ve meşhur olan ilim ehlinden gayet kısa bir sürede bütün zahiri dini ilimleri tahsil edip, ilim ve irfan âleminde meşhur olmuş, kendini tanıtmış.

Cenab-ı Hakk’ın azim lütuf ve ihsanına mazhar olmuş bir ferd-i ferid ve allâme-i küll olarak, faziletini bütün dost ve düşmana kabul ettirip, “Bediüzzaman” ünvan-ı celiline bihakkın mazhar olmuştur.

Din-i Hakk’ın boğulmak istendiği, din adamlarının konuş-turulmadığı, herkesin sustuğu veya susmaya mecbur kaldığı tehlikeli bir zamanda, susmayan gür sesiyle yılmayan, azim ve imanıyla, darda kalan imana muhtaç ve muztar gönüllerde te’sirini biiznillah icra etmiş, bu sevgi hâlesi durmadan genişlemiş, Anadolu’yu ihata edip âlem-i insaniyet ve İslâmiyet’e sıçramıştır.

Me’yus ve muzdarip Anadolu insanı; bu mümtaz, mücahid ve mübarek insana el uzatıp ona gönülden ve kalpten ısınmış ve hoşamedi yapmış, onun arkasından sadakatle yürümüş, idam sehpalarının gölgesinde ona ve onun müdafaa ve neşr ettiği hakaik-i uzmaya ihlâs ve cesaretle sahip çıkmıştır. Bu satırlarda o isimsiz, namsız, nişansız kahramanların küçük bir bölümünün resmigeçidini bulacaksınız.

Küfr-ü mutlakın hakim olduğu o karanlık günlerde bir râh-ı necât, bir halaskâr-ı İslâm olarak ortaya atılan Bediüzzaman, bütün hizmeti, hamiyeti, meziyeti ilim ve irfanıyla tarihe mal olmuş şerefli bir insandır. Gelecek nesillerin eline sağlam ve sıhhatli bir şekilde Bediüzzaman’ın akıllara durgunluk veren Cihad-ı Ekberi’ni yazıp verecek ve ifade edecek tarihçiler mutlaka çıkacaktır.

Ama bu hizmetlerin içinde bütün günah ve hatiatlarıyla cüz’î de olsa bulunma nimetine mazhar olmuş aciz bir kimse olarak bize düşen, mümkün olsa, onun harikulâde hizmetinin destanını ve onun manevi şahsiyetinin azametini yazmaktır.

Bize düşen; herkesin korktuğu ve çekindiği bir dönemde, kırılmayan kaleminin, susmayan dilinin, âlî fikriyatının güzelliğini görmeyen kör gözlere göstermektir.

Bize düşen; Risale-i Nur’la tenevvür etmiş akıl, kalp ve ruh âyinemizde Bediüzzaman’ın ifade ve ifaza ettiği ölümsüz ruh, mânâ, efkâr ve hissiyatının tecelli ve in’ikasını tebellür ettirmektir.

Bize düşen; Anadolu insanının üzerine nizam namıyla örtülen o ince perdenin altında meyyit-i müteharrik gibi inleyen insanlara nasıl bir ruh üfleyip, onları maye-i asliyesine nasıl döndürdüğünü, o küfür ve inkar perdelerini nasıl parçaladığını nâkıs akıllara, sönük idraklere göstermektir.

Bize düşen; o devr-i istibdatta mevcut imkanları ile büyük bir himmet ve hamiyetle meydana çıkan; Bediüzmaman’a, onun ulvi davasına ve mazlum talebelerine yardım eden ve onun yüce davasının tezkiye ve tebrie edilmesine vasıta olan fedakâr insanların hamiyetlerini red ve inkâr değil, o hizmetleri ve sahiplerini nesl-i atinin insaflı ve hakikatbin nazarına vermek ve onları tarihe emanet etmektir.

Ne kadar yazık ki (maalesef istisnalar dışında) bizler, çekilen zulümlerin tiyatrosunu yapamadık, romanını yazamadık, filmini çekemedik, müzesini açamadık. Belki bu çalışmamız geleceğin yazarlarına bir ilham kaynağı olur düşüncesini taşıyorum. Bu hatıraların ekseriyetinin onun doğup büyüdüğü, ders okuttuğu Cihan Harbi’nin o müthiş hadisatının geçtiği mübarek Doğu Anadolu’da cereyan etmesi benim için büyük bir sürür kaynağı olmuştur.

Kendime ikinci vatan kabul ettiğim Van’ı ve çevresindeki iman ve ihlâs sahibi şuurlu insanları, onların feragat ve fedakarlıkla dolu hizmetlerini ve yardımlarını hürmetle yad ediyor, vefat etmiş olanlara rahmet ve mağfiret diliyorum.

Hz. Ustad’ın ve münevver talebelerinin cihanşumül hizmetlerini yeni nesle bir nebze olsun tanıtmak maksadıyla kaleme aldığım bu hatıralarımla faydalı olabilirsem kendimi mes’ud addedeceğim.

A. Rahmi ERDEM Beyazıt-İSTANBUL

Risale-i Nur’u Nasıl Tanıdım?

Ortaokulu bitirdikten sonra hayata hemen atılmak, artık kimseye yük olmamak için 1955 yılında Adana Ziraat Meslek Lisesi’ne kaydoldum. Bu mektep benim manevi ufkumda derin te’sirler icra eden Risale-i Nurlar’ı ilk tanıdığım yerdi.

Gerçi ailemden aldığım dini terbiyem ve sınıf arkadaşım Yahya Dağ’ın teşviki ile namazlarımı kılmaya çalışıyordum. Ama bu ibadetim tatmin edici değildi. Kendimde büyük bir noksaniyet hissediyordum. Zira taklid-i imanın verdiği zaaf, tembellik ve gaflet yakamı bırakmıyordu.

Dinî şuurum kifayetsiz, imanın bana verdiği aşk ve alaka zayıftı. Her şeye sathî bakıyordum. Bütün ibadetlerim âdet hükmünde idi.

Bu halet-i ruhiyede iken, bir gün postacı bana bir paket getirdi. Bu paket, İzmir Bergama’da dinî ilimleri hem okuyan hem de okutan hâfız-ı Kur’ân olan dayım Abdullah Tekin’den geliyordu.

Paketi büyük bir heyecanla açtım. Kırmızı ciltli bir kitap, kitabın ismi Sözler, naşiri Atıf Ural. Mektebin dut ve çam ağaçlarıyla kaplı, ilahi güzelliklerle bezenmiş bahçesindeki banklarda rastgele açıp okuduğum bir namaz bahsi… Ruhumda farklı bir kıpırdanış var, adeta yeni bir pencere açılıyor.

Hayatımda ilk defa, şuurla şu kainatın sahibi olan Allah’a (c.c.) ibadet ve secde etme ihtiyacını ruhumda hissediyordum. O esnada guruba meyletmiş güneş, sanki hal lisanıyla bana “Haydi vazife başına, bak ben memur olarak vazifemi tamamlamaya gidiyorum. Sen de ikindi namazına yetiş, namazın kazaya kalmasın.” der gibiydi.

Bu güzel hislerle hemen lavaboya koştum, abdest alıp namazımı kıldım. Huşu ve huzur içinde secdeye gittim. İlk defa İlahî bir zevk ve şevk içinde Cenab-ı Hakk’a kul olmanın, ona muhatap olmanın, yaratılmışların en şereflisi olmanın manevi zevkini tattım. Allah’a yüz binlerce şükrettim.

Bir gün arkadaşım Yahya yanıma gelerek, “Hayrola” dedi, “bugünlerde farklı bir davranış içine girdin. Seni ibadete çok daha arzulu ve hevesli görüyorum. Sebebini öğrenebilir miyim?” Ben de, Sözler’deki namazla ilgili bölümün bende bu tesiri hasıl ettiğini kendisine ifade ettim. Hakikaten bende hasıl olan bu değişikliğin manası neydi? Bir tek ders nasıl olmuştu da bende elektrik şoku gibi bir te’sir husule getirmişti?

Bundan sonra dini hayatım ve anlayışımda şuur ve huzur devri başladı. O güne kadar mektep derslerinde, yüzde yüz bildiğim konuları bile öğretmenlerime anlatamazken ve tahsil hayatımda hep bu ezikliği yaşamışken artık kendime inancım, güvenim gelmişti. Kendimi fikren daha güçlü hissediyordum.

Artık iman ve İslâm, hayatımın gayesi ve ideali olmuştu. Adana’da yeni gelişen Nur derslerini takibe başlamış, Kuruköprü’de lokantacı merhum Cebrail Yetişyiğit’in yardımıyla Nur Risaleleri’ni temine ve eserleri daha iyi anlama imkânına kavuşmuştum. Bu arada seçkin bir Nur talebesi olan ve bütün hayatını bu eserlerin neşrine vakfeden Muzaffer Arslan’ın derslerine devam imkanı bulmuştum. Ufkum oldukça genişlemişti. Kendisine çok müteşekkirim.

1958 yılının Haziran ayında mekteple birlikte Eskişehir ve Bursa’ya bir mesleki tetkik gezisine çıkmıştık. Gezi esnasında zirai tesisleri incelerken Bursa’nın ilk Nur talebesi leblebici Ali Çakmak’ın misafiri olmuş ve kendisinden istifade etmiştim.

Eskişehir’de ise oranın fedakar Nur talebesi, saatçi Şükrü Yürüten’in dükkanını bütün aramalara rağmen bulamamış, ümidi kestiğim anda bir limonata satıcısının dibinde dükkanı olduğunu öğrenmiştim. Hemen dükkanına dalarak kendimi tanıttığım anda saatçi Şükrü Yürüten’in, “Kardeşim insan on dakika önce gelir. Üstadımız şimdi bir göz ilacı aldırıp Emirdağı’na gitti” demesiyle çok üzülmüştüm, fakat bu üzüntü ruhumda bir hasreti, aşkı ve şevki ziyadeleştirmişti.

1958 yılında Ziraat Meslek Lisesi’nden me’zun olduktan sonra, Bozkır Ziraat Teknisyenliği’ne stajyer olarak tayin edildiğim altı ay içinde bütün şevk ve gayretimle Risale-i Nurlar’ı okuyor ve okutmaya çalışıyordum. Kaza merkezinde kendime âmâ bir hafız-ı Kur’an olan Hacı isminde bir ders arkadaşı ancak bulabilmiştim. Kazanın dindar insanları, cami cemaati bile bana farklı gözlerle bakıyordu. Kazamızın Avdan köyünde Haydar Hoca isminde bir zat, Ustad’ı ziyaret imkanı bulabilmiş ve imam olduğu köyde bir köylüden alıp götürdüğü beş kiloluk bir bal kavanozunu Ustad’a takdim etmiş, Ustad da, “El cerrü minel cer eşeddü minennar” yani çerçiden cer almak, ateşten kor almaktan daha kötüdür, diyerek geri vermişti.

Fakat bu hocayı, içeri girerken, “Gel ey sülale-i Omer-ül Faruk-u Haydar-ı Kerrar Efendi” diyerek karşılamış, kendisine nesebini bildirmiş. Avdan köyü mezarlığının bir krokisini çizerek, orada Hz. Ömer’in neslinden gelen mübarek zatlara kendisi için Fatiha okumasını istemişti. Böylece o köyde yıllarca mevcut olan tekyenin esrarını da çözmüş oluyordu.

Konya’da Bir Dr. Sadullah Vardı

Bozkır’daki ikametim esnasında ara sıra Konya’ya gider, oradaki Nur talebeleriyle sohbet edip onlardan kuvvet alırdım, şevkim ziyadeleşirdi. Bu zatların başında, Halıcı Sabri Bey, Dr. Sadullah Nutku, Öğr. Mustafa Kırıkçı, Mazhar İyidöner, Said Gecegezen, Hafız Mevlid, Hafız Nevruz, Hafız Hüsmen ve Mustafa Özsoy gibi muhterem zevat gelirdi, onlardan ayrı ayrı istifade ederdim.

Bunların içinde Dr. Sadullah Bey’in ayrı bir yeri ve değeri vardı. Kendisinin Aziziye Camii civarında bir muayenehanesi vardı. Vakit namazlarını Aziziye Camii’nde, Konya’nın meşhur ehl-i kalb hocalarından Hacı Veyiszade Mustafa Kurucu’nun arkasında kılardı. Doktor gömleğini cübbe niyetine sırtından çıkarmaz, başına bir sarık sarar, bisikletiyle doğru camiye gelir, bu gelip gidişleri daima dikkat çeker, herkesin alaka ve muhabbetini celbederdi. Ben de Konya’da bulunduğum zaman içerisinde camiye daima onunla beraber gider, hoca efendi ile olan hususi sohbetlerini dinler, bu sohbetlerden istifade ederdim. Bir defasında Dr. Sadullah Bey, Hz. Ustad’ın ziyaretinden yeni gelmişti. Hacı Veyiszade Mustafa Efendi’ye Ustad’ın hususi selamını hocanın hücresinde tebliğ ettiği zaman hoca efendi, “Doktorum, biz hazretle her zaman görüşüyoruz” cevabını verdiğinde çok duygulanmıştım.

Dr. Sadullah Bey, muayenehanesinde kimseden ücret istemez, kim ne verirse onu alırdı. Daha çok insanları tevekküle, teslimiyete teşvik eder, Hastalar Risalesi’ni okumalarını telkin ederek vehimlerden kurtarmaya çalışırdı.

Dr. Sadullah Bey, bu davada bir sembol isim, bir timsaldir. Sadullah Bey’i daha yakından tanıyan, onun hayırlı evladı Prof. Dr. Mustafa Nutku’nun, ‘Yeni Nesil gazetesinde neşredilmiş yazısını onun kaleminden okuyalım.

“Babam merhum Dr. Sadullah Nutku, 1908 Preveze doğumludur. Babası Süleyman Nutki Bey, dünyaca meşhur bir ansiklopedi olan Ansiklopedi Britannica’yı Türkiye’ye ilk ithal eden kimsedir. Bu ansiklopedi, Abdülaziz’in intihar ettiğini yazdığı için Süleyman Nutki Bey’in, Abdülhamit tarafından Preveze’ye sürgün edilmesine sebeb olur. İşte Sadullah Nutku bu sürgünde, Preveze’de dünyaya gelir.

Süleyman Nutki’nin babası, yani babamın dedesi, Trabzon’un Of kazasında liman reisiymiş. Bu sebeple babam Nutku’nun aslı Ofa dayanır.

Süleyman Nutki, subay olmak hasebiyle çok yerleri dolaşmakla beraber, en çok Üsküdar’da ikamet eder. Babam da çocukluk yıllarını Üsküdar’da geçirir, ilk orta ve lise tahsilini hep Üsküdar’da yapar.

Babamın çocukluğu Çamlıca tepelerinde kuzu otlatmakla ve şiir yazmakla geçmiş.

Süleyman Nutkî, Bahriye subayı olduğu için beş çocuğunu da askeri okula yerleştirmek ister. Bu beş çocuğun kafiyeli isimleri büyüklük sırasına göre şöyledir; Emrullah, Seyfullah, Hayrullah, Ataullah, Sadullah.

Babam Sadullah Nutki, Askeri Tıbbiye’yi bitirdikten sonra, kıta doktoru olarak çeşitli yerlerde vazife görmüştür. Asistan olarak ihtisasını yapmıştır. Asistanlığı sırasında profesörünün derslerde kaynak olarak kullandığı Almanca bir kitabı tercüme etmiştir.

Bu kitap, Alman Kralı Kayzer Wilhem’in “Dahiliye Hastalıklarının Genel Teşhisi” adlı eseridir. 1000 sayfalık bu kitabı, tam iki senelik bir çalışmadan sonra tercüme etmeyi başarmıştır. Üstelik Almancayı da kendi gayretiyle öğrenmek suretiyle…

Bu kitabın tercümesini, her gece saat 03.00’te kalkıp sabahlara kadar büyük bir azimle çalışarak tamamlamıştır. Hatta uyku bastırdığı zaman yüzüne soğuk su çarpmak suretiyle uykusunu gidermeye çalışmıştır. Babamın şu sözünü daima hatırımda bulunduruyorum, “Bir işe başladın mı ya o iş bitecek ya da o el kopacak”.

Tercümesi bittikten sonra kitabı kendi imkânıyla, o zaman bin adet olarak bastırmıştır. Bu kitap uzun seneler boyunca üniversitede yardımcı müracaat kitabı olmuştur. Hocası bu eserin tercümesini görünce, “Diğer asistanlara, kitaplı asistanı tercih ederim” diyerek Sadullah Nutku’yu kabul etmiştir.

İhtisasını tamamladıktan sonra, profesör olma hususunda tereddüt geçiren Dr. Nutku, askeri mütehassıs doktorluğa dönmüştür. Uzun yıllar bulunduğu bu vazifede binbaşı rütbesine kadar yükselmiş, yarbaylığa terfisine bir sene kala kendi arzusuyla istifa etmiştir.

Askeri doktorluğu sırasında araştırmaya çok önem veren babam, eski ilmi eserler, tefsirler ve hadislere yönelmiştir. Sivilliğe avdetince mühim ve büyük zatları ziyaret etmek, onların feyizlerinden istifade gayretine düşmüştür.

Hemen hemen her tavsiye edilen zatı ziyarete giden Doktor, H. Sami Efendi Hazretleri’ne, Konya’daki Hacı Veyiszade Mustafa Efendi’ye, hatta yaşı kendisinden küçük olmasına rağmen Mahmut Efendi’ye bile gitmiştir. Konyalı Hacı Veyiszade Mustafa Efendi için evini Konya’ya nakletmeyi bile düşünmüştür. Ailenin arzusu olmamasına rağmen neticede evini Konya’ya nakletmiştir.

Bu sırada Konya’dayken cami cemaatinden bir zat, kendisine “Kerameti çok zahir birinden” bahsetmiştir. Zaten o da öyle birini arıyordu ki gidip ziyaret etsin. Bu zatın nerede olduğunu öğreniyor ve Emirdağ yoluna düşüyor. Emirdağ’da Ustad Bediüzzaman’ı ziyareti böyle oluyor. Bediüzzaman kendisini kabul ediyor. Huzurunda, Ustad’ın açıkça birkaç kerametine şahit oluyor. Babam, Ustad’ın elinde iki yüzük görüyor ve içinden keşke biri benim olsa diye geçiriyor. Elini öpmeye teşebbüs ettiğinde yüzükler aniden kendi parmağına geçiveriyor. Hayret içinde kalan babama Ustad:

“İkisi fazla, biri yeter” diyor ve babam, artık aradığını bulduğunu anlıyor.

Altı sene Konya’da ikametten sonra Arabistan’a gitmeyi arzu ediyor. Arabistan’da iki sene doktorluk yapıyor. Lâkin buradaki hayatı çok sıkıntılı ve meşakkatli geçiyor. Arabistan’dan döndükten sonra da İstanbul’un Beşiktaş semtine yerleşiyor.

Rahatsızlığı koşmasına engel olduğu halde, asla kaçırmadığı namazlarına koşa koşa gider, namazdan sonra birkaç kişi ile Risale-i Nur okurdu. İmamın çekinmesi üzerine hem uzak hem de yokuş olmasına rağmen, gittiği camiyi değiştirmiş.

Polis müdürlüğünün yanında olan bu camiye gelen polislerle birlikte ders yapmaya başlamıştır. Kendisine son derece hürmet eden polisler, babama yıllar önce cereyan eden bir hadiseyi hatırlatırlar.

Konya’dayken, Risale-i Nur okuduğu için karakola götürülüp polisler tarafından eziyet ve hakarete maruz kaldıktan sonra Bediüzzaman’ı ziyaret ettiğinde Ustad, babamı “Kardeşim, üzülme onlar senin elini öpecekler” diye teselli etmiştir. Seneler sonra Beşiktaş’ta birçok polis onun vasıtasıyla Risale-i Nurlar’ı tanımış ve ona hürmet edip elini öpmüştür.

Nuru bulan Dr. Sadullah Nutku, en tehlikeli günlerde kimsenin ziyarete gitmeye cesaret edemediği Bediüzzaman’ı ziyaretten çekinmemiştir. Otel kapısında bekleyen polisler tarafından isim ve adreslerinin alındığı bir zamanda, çoğu kimsenin korkup ziyaret etmekten vazgeçtiği anda bile ismini, adresini, mesleğini yazdırıp imzasını atarak Bediüzzaman’ı ziyaret etmekten çekinmemiştir.

Onun doktorluğu ise bir başka âlem idi. Doktorluğun dert tüccarlığı haline geldiği zamanımızda o, mesleğini, insan hayatına hizmet olarak kabul etmiş. Cenab-ı Hakk’ın sanatlı bir eseri olan insana bu düşüncelerle hizmet etmiştir.

Şefkatle muamele etmesi ve yaptığı imani telkinler çok kere hastaya hastalığını unuttururdu. Fıtri tedaviye yönelik bir muayene ve az ilaç tavsiye ederdi. Bir sürü ilaç yazmak suretiyle hastanın para ve sıhhatine göz koyan dert tüccarları gibi değildi.

Reçetelerinde bir veya iki ilaçla perhiz tavsiyeleri olurdu. Kendisi mesleğinde son derece mütehassıstı. Ama bazı hastalar zahire göre hükmettikleri için, az ilaç yazmasının sebebini anlayamazlardı.

Bulunduğu semtin sakinleri tarafından çok defa gece vakti çağrılırdı. Çünkü diğer doktorlar gece rahatsız edilmek istemezlerdi. Bir insanın hayatının kıymetini takdir etmeyenler, sırf madde için yaşayanlar, elbette gece yarısı ölüm döşeğinde bile olsa hasta için rahatını bozmazlardı. İşte bu yüzden, babam bekçiler tarafından gece kaldırılıp götürülürdü. Bazı geceler, vasıta olmadığından, uzak yerlere yaya gittiği de olurdu.

Benim evlenmem hususundaki tavsiyeleri çok enteresandır. Bu mesele söz konusu olunca 27 yaşına kadar evlenmememi tavsiye etmiş, 27’den sonra da bir iki sene daha beklememi, kemal yaşı olan otuzdan sonra evlenmemi, zamanın kadınlarının itaatsiz olduğunu anlatmıştır. Böylece, her defasında bir iki sene geri bırakmak suretiyle evlenmemi 31 yaşına kadar geciktirmiştir.

Askeri doktor olması sebebiyle birçok yeri dolaşmıştır. Ben, babam Ezine’deyken dünyaya gelmişim. ‘Yeni Asya Gazetesindeki “Hekim Gözüyle” köşesinde, doğum yerine izafeten ve rumuz kullanarak, “Evlilik Hakkında” başlığı altında bana şöyle tavsiyelerde bulunmuştur.

Evlilik hakkında

Y. N. Ezine… Bu okuyucumuz, evlilik hakkında fikirlerimi soruyor.

İnsan hayatında bir dönüm noktası olan ve insanı maddi manevi, dünyevi uhrevi bir yığın mes’uliyetle karşı karşıya bırakan bu müessese üzerinde ne kadar durulsa yeridir… Biz Ezineli okuyucumuzun arzusu üzerine kendi görüşümüzü kısaca arz etmekle iktifa ediyoruz.

Evvela bir Müslüman olarak bu mevzudaki ölçümüzde İslamiyet, selamet ve istikamet yoludur. Ancak bu ölçüdür ki ruhumuzu ahirette huzur ve saadete kavuşturabilir. Bu bakımdan evlenme meselesiyle karşı karşıya kalan bir insan, kendi kendine sormalıdır. “Şu zamanda Allah’ın emirleri dairesinde bir izdivaç yapabilir miyim? Bu izdivacı aynı şekilde devam ettirebilir miyim?” Bu gibi suallerin behemehal cevaplandırılması ve ona göre bir karar alınması lazımdır. Çünkü iyimser bir tahminle dünyevi işlerimizde hiç değilse yüzde bir manevi tehlike ve zarar ihtimali vardır. Aynı risk, evlilik mevzuunda da mevcuttur. Fakat bu böyledir diye yüzde yüz tehlike olan harama girmekte ve harama zemin hazırlamakta da bir mana yoktur. Asrın müceddidi bakınız bu mevzuda ne diyor, “Fedakarlık, azami sebat, merhamet ve her şeyden istiğna lüzumu karşısında ben, sünnet olan evlenmek âdetini terk ettim ki çok harama girmeyeyim, vacibleri ve farzları yapabileyim. Bir sünnet yüzünden yüz günaha girilmez.”

Şer’an koca, karıya küfüv olmalı. Yani birbirine münasip, denk olmalı. Bu küfüvün en mühim noktası, diyanet noktasındadır. Ne mutlu o kocaya ki kadının diyanetine bakıp onu taklit eder. Hanımını ebedi hayatta kaybetmemek için dindar olur. Bahtiyardır o kadın ki kocasının diyanetine bakıp, ebedi arkadaşımı kaybetmeyeyim diye takvaya girer.

Sabah, İttihat ve ‘Yeni Asya gazetelerinde doktorluğa dair yazılar yazan babam Sadullah Nutku, 25 Ağustos 1972’de bir trafik kazasında hayata gözlerini yummuştur.

Şüphesiz Dr. Sadullah Bey’in azmi, külli hizmetleri ve meziyetleri bu kadar değildir. Her selâm verdiği insanın gönlünü cezbeden, onları Nur derslerine getiren, bu hizmetin her cihetine büyük önem veren, tevazu, mahviyet, takva, ihlas, iman sembolü Dr. Sadullah Bey’in, Konya’da 1961 yılında düçar olduğu zulüm ve hapis hadisesinin şahidi, merhum Serdengeçti Osman Yüksel’in, 1965 affında Türk Ceza Kanunu’nun 163. maddesinin birinci fıkrasını affın dışında tutan devrin şaşkın idarecilerine hitaben yazdığı ve bütün mü’min gönülleri fethettiği “Onlar Bizi Affetsinler” makalesini hem Dr. Sadullah Bey’e hem de merhum Serdengeçti Osman Yüksel’e dua-yı rahmet olması açısından neşrediyor, 1983 yılında 66 yaşında iken vefat eden Serdengeçti Osman Yüksel’e de Cenab-ı Hak’tan rahmet ve mağfiret diliyorum.

O Serdengeçti ki 1950’li yıllarda her çıkardığı “Serdengeçti” mecmuası bir hadise olmuş, mü’min gönüllerde şevk, heyecan husûle getirmiş ve sahibine zindanları mekan eyletmiş. Bir sayısında, kapak kompozisyonun altına “Bediüzzaman Karanlıkları Delerken” yazısının altına şu dörtlük yazılmıştır:

Çık neredesin zuhur et, biz seni bekliyoruz Yıllardır arkanda yorgun emekliyoruz Musa ol, Hakk’a yüksel, tecelli et de Tur’a Zulmet yıkılsın gitsin, cihan gark olsun Nur’a

Nur talebelerinin sevgisini, sempatisini, duasını alan bu mü-cahid zata, bir görüşmelerinde Ustad, “Eğer bir oğlum olsaydı adını ‘Serdengeçti’ kordum” demiş, sonra etrafındakilere hitap ederek, “Bu benim oğlum, oğlum olsaydı böyle yetiştirirdim” diyerek itifatına mazhar etmiştir. Serdengeçti Osman Yüksel’e, “Bu davanın yolcuları; birleşiniz, ayrılmayınız.” tavsiyesinde bulunmuştur. Bundan sonraki duygularını Osman Yüksel’den dinleyelim, “Parmaklarına bakıyorum. Bir zamanlar kılıç, şimdiyse kalem tutan parmaklarına… Parmakları kalem gibi idi. Gözleri açık mavi, duru durgun bir bakışı vardı. Şark şivesiyle konuşuyordu. Fakat ne söylediğini mükemmel anlıyorduk. As-liyetinden, yerliliğinden hiçbir şey kaybetmemişti.

Yüzü soluktu. Adı gibi kendisi de nurdu. Bir pir-i fâni idi. Fakat o fani olmayana, ezeli ve ebedi bir varlığa bağlanmıştı. Bu varlık için her şeyini feda etmiş, onun yolunda yok olmuştu. İşte onun gönüller fetheden, kalabalıklar toplayan mânevi saltanatı oradan geliyordu. Varlığı bu yokluktan, ‘yok’ oluştan geliyordu.

Sanki bu oda, bu köşe, şu binbir milletin, binbir rezaletin kaynaştığı İstanbul’da değildi de ahiretten bir köşe idi… Öyle bir haz içinde idim. Artık fazla kalamazdık. Müsaadelerini istedik. Ellerini öptük, yeniden dünyaya gelmiş gibi, “ba’süba’delmevt”e kavuşmuş gibi bir başka hâl içinde, huzur içinde huzurundan ayrıldık.”

Onlar Bizi Affetsinler

Osman ‘Yüksel SERDENGEÇTİ

Biz Müslümanları affettirmek için çırpınıyoruz. Kim, kimi affedecek, affettirecek. Onlar bizi affetsin.

Hiçbir menfaat gözetmeden, yalnız Allah rızası için, Allah’ın emirlerini yerine getirirken şerirlerin şerrinden, dinimizi korusunlar diye bizi seçtiler; bu imkânlara kavuşturdular. Şimdi biz, o şerirlerle bir olup, bunları, kendi imanımızın, vicdanımızın mümessillerini, din kardeşlerimizi affetmiyoruz. Biz kim oluyoruz ki affedelim. Onlar bizi affetsinler.

Karakollarda öldürülen Mehmet Oğuz’un yetimleri, babaları hapishanelerde sürünenlerin çocukları bizleri affetsin.

Anlaşıldı ki, anlaşılıyor ki, biz daha, böylesine temiz insanları affedecek halde değiliz. Bizden bu iyilik sâdır olmayacak. Asıl affedilecek olanlar, günahkârlar, suçlular biziz, bizleriz, onlar bizi affetsinler.

Lekesiz alınlar, harama uzanmamış eller, içleri nûr, dışları nûr olan insanlar bizleri affetsinler!..

Onlar hapishanelerde iken dahi bizden hürdürler… Çünkü imanlarının, vicdanlarının emrindedirler. Allah’tan başka kimseye kulluk yapmamaktadırlar.

Ne bareme girip, barem kulu olmuşlar, ne asli maaş endişesiyle asliyetlerini kaybetmişler, ne şu ne bu ikbal hırsının önünde secde etmişlerdir.

Onlar karanlık, loş hapishane köşelerinde, her türlü pisliğin barındığı bu yerlerde, gübreliklerde açan, her yere güzel kokular saçan güzel çiçekler gibidirler…

Ben bilirim onları. Ben bir arada kaldım onlarla. Asrın kaybettiği bütün meziyetlere sahiptir onlar. İmânlıdırlar, vefalıdırlar, severler, sevilirler. Cesurdurlar, kahramandırlar. Kısaca tam bir Müslümandırlar.

Varsın Çetinler, Özekler, onları lekeleyedursun. Ben bilirim onları.

Onlar güneş gibidirler. Leke tutmaz, çamur tutmaz onları.

Onlar ateş gibidirler. Onlar yakarlar kirleri, pisleri, pislikleri.

Konya hapishanesinde onlardan bir Dr. Sadullah vardı ki… Allah’ım ne adamdı o! Nasıl imandı ondaki! Adam hapishanede idi, fakat gülistan içinde idi, sanki. Gülen gözlerle bakardı insana. Her şeyi unutuyordum onun yanında. Adam adeta teneffüs edilen bir şey gibiydi. Yanımdan bir ruh gibi uçuverip gideceğinden korkardım!.. Yanımdaki arkadaşa:

–    Şu pencereleri kapat. Sonra doktor uçar gider bu demirlerin aralarından, demiştim. Fakat onun uçmaya, gitmeye niyeti yoktu. Bu kadar yüksek olduğu halde bizim gibi sürünenlerle beraberdi; bizi bırakmıyordu; kurtaracaktı o.

Evet Dr. Sadullah Nutku… Nurculuktan sanıktı. Karakola götürmüşler, dövmüşlerdi; bayılıncaya kadar. Kendine geldiği zaman zalimlerin affı için Allah’ına dua etmişti:

–    Yarabbi bunlar ne yaptıklarını bilmiyorlar. Sen bunları affet, demişti. Tıpkı o Yüce Peygamber gibi.

Bunları bana o anlatmıyordu. Başkaları anlatmıştı. Çünkü kendisi yoktu ortada. Silmişti varlığını. Fakat yok oldukça var oluyordu doktor, silindikçe biliniyordu. Kendini mesele haline getirenlerden değildi. Mesele o idi. O, yalnız o. Her zaman o.

1961’de Konya’dan seçimlere girmiştim ve propagandanın ikinci günü, bilâsebep, bilâtereddüt tevkif olunmuştum. İşte, doktorla o zaman, orada karşılaşmıştım. Beni gıyaben tanıyordu. İlk karşılaşmamızda, ilk hitabı şu oldu:

–    Gazanız mübarek ola.

Cevap vermedim; çok öfkeli ve hınçlı idim. O ise mütemadiyen yüzüme bakıyor, bana yakın olmak istiyordu. “Cenab-ı Hak lütfetti de sizi buraya gönderdi. Sizi esirgedi, acıdı” gibi laflar ediyordu. Şu adama bak dedim içimden. Meczubun biri. Bunun neresi lütuf.

Mebus olacakken mahpus oldum. Öyle öfkeliyim ki, bir hamlede, mahkemeleri, hapishane duvarlarını yıkmak istiyordum. Doktordan yüz çevirdim. Fakat nereye çevrilsem, o da o tarafa çevriliyordu. Her yönde onu görüyordum. Aynı sözler…

–    Cenab-ı Hak lütfetti. Nedir o dışarıda olanlar. Nutuklar, kendini övmeler, öbür tarafa sövmeler. Bir felâket! Bir an gözlerim gözlerine geldi. “Öyle değil mi?” Öyle. Bu suali sessizce tasdik ettim. Hakikaten öyle içime bir huzur yayıldı.

Meydanlar, nutuklar, alabildiğine karşı tarafa sövmeler, kendini ve partisini övmeler. Kazanmak için türlü dolaplar, dalavereler.

Yarabbi beni bunlardan kurtardığın için sana binlerce şükürler.

Doktor yaşlı gözlerle hapishanenin penceresinden göklere, göklerdeki bulutlara bakar, Kur’an-ı Kerim’den gökler ve bulutlarla ilgili, o temaşayi, şairane âyetleri, okurdu. Hapishanenin bahçesindeki ağaca bakar, Said-i Nursî’nin tohum ve ağaç teşbihlerini nisbetlerini dile getirirdi.

Ara sıra benim yine öfke nöbetlerim tutar, “Namussuzlar!” diye nutka başlardım. Dr. Sadullah Nutku’ya bakınca nutkum tutulurdu. Onda söz yoktu, öz vardı. Susmak, susmak, tezekkür, tefekkür, temâşâ!..

“Doktor,” derdim, “Sen dünyayı üçten-dokuza boşamışsın kurtulmuşsun. Ben hâlâ dünya ile evliyim”. Tatlı tatlı gülümserdi. Bana, “Sen büyük mücahitsin” derdi.

O beni büyüttükçe küçülür giderdim. Kendisini küçülttükçe gözümde ve gönlümde o daha fazla büyürdü.

O sıralarda ihtilâlin başı, Cemal Gürsel, “Türkiye’de huzur yok!” demişti. Kendisine bir tel çekecektim. Yazdım da, sonradan vazgeçtik.

“Türkiye’de huzur, Konya hapishanesinin falan koğuşunda, Dr. Sadullah’ın yanında. Huzura kavuşmak istiyorsanız buyurun.”

İşte Nurcu diye hapishane hapishane dolaştırdığımız, karakol karakol dayak attığımız suçlulardan biri. Biz bunları affetmiyoruz da. Diyeceksiniz ki hepsi bu kıratta adamlar mı? Değil tabi. Amma hepsi de bu ihlâsta, bu yolda, bu imanda adamlar. Bu insanları suçlu diye affetmek bile bir zül. Bizim onlardan af ve özür dilememiz lâzım.

Hazret-i Üstad’ı Ziyaretim

Stajımı tamamlarken, bir taraftan da Hz. Üstad’ı ziyarete gitmenin çaresini araştırıyordum. Ara sıra Bozkır’dan Konya’ya gider, ihlâslı bir Nur talebesi olan yorgancı Hacı Mehmed Parlayan’ın dükkanına uğrar, orada davasının âşık mağduru Ahmed Gümüş’ü görürdüm.

Ahmed Gümüş okuduğu imam hatip okulunda Nur Risalelerini okutmaya çalıştığı için o günün okul idarecileri tarafından tam yedi mektep sürülmüş, ama gayretini, faaliyetini elden bırakmamış, bu yüzden Ustad’ın alaka ve muhabbetini celbet-mişti. Ustad’ı ziyaretimde onun Konya’dan bana soracağı tek isim olacaktı.

Artık kararlı idim, Ustad’a gidecektim. Hasretimi tatmin etmek, iştiyakımı gidermek, intisabımı arz etmek, muhabbetimi tazelemek ve manen kuvvet bulmak için gitmek istiyordum.

Ahmed Gümüş beni yolcu etmeden evvel eve uğradım. Nineme ve anneme İsparta’ya Ustad’ı ziyarete gideceğimi söyledim.

Ninem güngörmüş, hayatında birçok İslam büyüğü tanımış akıllı bir Osmanlı kadını idi. “Oğlum, Bedi efendimize selâm ve hürmetlerimi götür, ellerinden eteklerinden öperim” dedi.

Evden ayrıldım Ahmed Gümüş’le birlikte tren istasyonuna gittim. Vedalaşıp trene bindim, kimse ile konuşmuyor, hep düşünüyordum. Ustad’ın ulvi davasını, yüce mefkûresini, olağanüstü cihadını, din ve iman düşmanlarının ona musallat olmasını ve bundaki ilahi tecelliyi düşünüyordum.

Tren yavaş yavaş dağları, dereleri, ovaları geçerken ben de mübarek Anadolu’yu, bağrında yaşamış milyonlar muazzez ecdadı ve onların İslamiyet’e hizmetlerini düşünüyordum.

Bin sene İslâm’a hizmet etmiş bir milletin bu manevi zillet ve mağlubiyetini bir türlü aklım almıyor, fakat bu mağlubiyeti kabul etmeyen ve Kur’an namına ehl-i dalâlete, ehl-i küfre, zın-dıkaya meydan okuyan Ustad’ı ve onun müthiş ve mukaddes cihadını düşünüyordum.

Binlerce yıl ekilen ve bütün nebatata analık eden bu bereketli toprakları ve onlarda tecelli eden ilahi sıfatları Allah’ın güzel isimlerini düşüne düşüne yolumuzda ilerlerken İsparta’ya epeyce yakınlaştık.

İsparta, asrın müceddid ve mücahidini bağrında barındıran bahtiyar bir belde, münevver bir şehir… Bu münzevi, mazlum ve garip misafir, bu beldenin insanlarının vefa, sadakat, hamiyet ve himmetlerinin yanı sıra ilahi güzellikleriyle de teselli bulmuş, vatan hasretini unutmuştur. O, “Başka vilayetin adliyesi beni beraat ettirse burası mahkum etse, ben burayı tercih ediyorum” diyecek kadar İsparta’yı sevmiştir.

Eğridir gölüne yaklaşıyoruz. Gölün güneyinde geçit vermeyen dağlar… İşte bu azim dağlarda 1927-1929 yıllarının Eğridir dağ talimgâh bölüğünde hizmet gören ve İslamiyet’e vurulan darbelerden müteellim ve müteessir bir vaziyette önündeki gölü ve etrafını seyredip, nazarını ufka çeviren, ellerini Mevlâsına açıp “Ya Rabbi, gecelerimiz çok karardı, bana bir mürşid-i kamil gönder” diye dua eden imanlı Yüzbaşı HULUSİ YAHYAGİL’i düşünüyorum.

Yzb. Hulusi Bey bir an aşağı bakar ve değişik kıyafette bir zatın yolda vasıtadan inip orman içinde gitmekte olduğunu görür. Belki aradığım mürşid ayağıma gelmiştir düşüncesi ile hemen aşağı inip büyük bir ümidle o zatı takip eder. Ormanlık arazide, biraz mesafeli, peş peşe giderler.

Bir ara o farklı misafir arkasına döner, takipçisi Hulusi Bey’e “Kardeşim, ben Şeyh değilim, imamım imam. İmam-ı Rabbani var ya İmam-ı Gazali var ya işte ben de onlar gibi bir imamım” der ve yoluna devam eder.

Bu dağlar bu ulvi hatıraları bana büyük bir hasretle hatırlattı.

Yazar

BENZER İÇERİKLER

Çağlar Çabuk – Sıfıra Sıfır, Elde Var Mobing

Editor

Mösyö / Hanefi Avcı’nın Yazamadıkları

Editor

İslami Hareketin İktidar Deneyimi – Tunus ve Mısır

Editor

Yorum bırak

* Bu formu kullanarak yorumlarınızın bu web sitesi tarafından saklanmasını ve yayınlanmasını kabul etmiş olursunuz.

İnternet sitemizden en iyi şekilde faydalanabilmeniz ve internet sitemize yapacağınız ziyaretleri kişiselleştirebilmek için çerezlerden faydalanıyoruz. İstediğiniz zaman çerez ayarlarınızı değiştirebilirsiniz. Kabul et Daha fazla oku

Gizlilik ve Çerez Politikası