Türkiye’nin en kapsamlı davası, ülkenin üzerindeki darbe gölgesinin kaldırılması ve ülkenin demokratikleştirilmesi için bir umut olarak başlamıştı. Bu dava ile ilgili bir kitap yazan gazeteci durumun hiç de böyle olmadığını, dalga dalga gelen operasyonların gölgesinde derin devleti ele geçirme savaşının yaşandığını farketti.
Yaşananlar, anlatıldığı gibi düne değil bugüne ait bir hesaplaşmaydı. Yaratılanın sivilleşme ve demokratikleşme illüzyonundan öte bir şey olmadığını gösterecek yeni bir kitap yazmaya karar verdi.
Bir cemaatin 12 Eylül darbesinden sonra devlet içinde nasıl örgütlendiğini, polis teşkilatını nasıl ele geçirdiğini, karşı çıkanların komplolarla nasıl tasfiye edildiğini, kapalı kapılar ardında birilerinin nasıl “delil yarattığını” yazmaya başladı.
Ama kısa süre sonra kurulan bir pusu, hayata geçirilen bir komployla kitabında anlattığı akıl almaz oyunlardan birinin içinde buluverdi kendini.
Gazeteci Ahmet Şık Silivri Cezaevi’nde yazmaya devam etti ve PUSU’yu anlattı:
“İmamın Ordusu”nu yazmaya nasıl ve neden karar verdi?
“Örgüt arkadaşları”yla emniyette ve cezaevi ring araçlarında nasıl tanıştı?
Gözaltında, Metris ve Silivri Cezaevi’nde neler yaşadı?
Özel yetkili gazeteciler nasıl ve neden saldırdı?
AKP ve cemaatin yeni medyası nasıl dizayn edildi?
Ergenekon operasyonları konusunda ne düşünüyor?
“İmamın Ordusu”nu yazarken hangi belgenin peşindeydi?
Bu belge onu neden hedef yaptı?
Onu bu belgeyi bulup yayınlamaktan vazgeçirebildiler mi?
***
Giriş
Usta romancı Marquez’in deyimiyle “Yaşadığı çağın tanığı olması gereken” gazeteciliği seçtiyseniz, her türlü güç odağının karşısında ve hepsine eşit mesafede durmalısınız. Elbette “yalancı tanık” olmayı seçmediyseniz, bunun için görevlendirilmediyseniz.
Hayatımdaki düsturum gazeteciliğimin de prensibi oldu her zaman; ezilenin yanında olmak. Bu yüzdendir ki “devlet düşmanı”, “örgüt üyesi”, “terörist” gibi sıfatların adımla birlikte zikredildiğine çok sık şahit oldum, şimdilerde bana “Ergenekoncu” diyenler o zamanlar da böyle diyorlardı. O zaman da şimdi de bunun tek bir nedeni var: Yalancı tanık olmayı reddetmem. Kısacası 3 Mart 2011 gününden bu yana mesleğimin, haberlerimin, kitaplarımın sorgulanmasının, haber kaynaklarımın gizliliğinin ihlal edilmesinin, tanık olduğum sürecin sanığı yapılmamın tek nedeni malum medya sürüsüne dâhil olmamamdır.
Sizlerde tanıyorsunuz o sürüdekileri. Artık Türkiye medyasında “çokça” yer kaplıyorlar. Sayılarının çokluğundan değil sahibinin sesi olup çok bağırdıklarından. Her gözaltı furyasında kâh gazetelerde kâh televizyon ekranlarında dört bir taraftan saldırıp ağızlarından salyalar akıttıklarından.
Bilgisizliklerinden cehaletleri, yorumlarından lumpenlikleri açık seçik ortaya çıksa da fayda etmiyor. Düzenin yeni sahiplerinin de tıpkı kendilerinden öncekilerin gereksinim duyduğu gibi “saldır!” denildiğinde ısıracaklara ihtiyacı olduğundan, hep bağırıyorlar. Bu ihtiyaçtan peydah olduklarındandır ki yenisi gelene dek mevcut sahibe hizmet edecekler.
Kim mi onlar?
Malum cemaate mensup olduklarını artık herkesin bildiği polisin mesai arkadaşlarıdırlar. Polis merkezlerinde üretilen “deliller” daha savcının ününe gitmeden masalarına ulaşır. Polisin basın bürosu, adı konulmamış sözcüleridirler, “Ah keşke” diye başlayan “Bunlar yaşanmasa” diye devam eden cümleleri, gerçek olup olmadığının önem taşımadığı “delilleri” anlatarak devam eder. “Ya telefon konuşmalarına ne demeli” derler mutlaka.
Polisten sonraki zincirin diğer halkaları olan savcı ve hakim kısmı da tamamlanınca yeni esirler cezaevine götürülürken sahne alırlar yeniden. “Ben de tutuksuz yargılanmalarını istiyorum” diye başladıkları sözler “ama” diye sürer: “Ama mutlaka bir haklı sebebi vardır gözaltıların, tutuklamaların. Hem ateş olmayan yerden duman çıkmaz”. Sonra sabır temennisinde bile bulunurlar. İddianame çıkmadan hüküm verilmemesini öğütleseler de suçlamalara devam edip “Yargıya güvenelim” derler. İddianame çıksın, dosyalar açılsın o zaman gazeteci, siyasetçi, akademisyen, yayıncı olmadıkları ortaya çıkacaktır herkesin. İddianame çıkar, karalamalar, iftiralar ortaya dökülür. Ama o konu eskimiştir artık. Operasyonlar ülkesinin yeni kurbanlarının şeytanlaştırılması, esaretlerinin haklı gösterilmesi gerektir. Aynı kısırdöngü yeniden başlar.
Ne entelektüel ve siyasi bir birikime ne de analitik bir zekâya ihtiyaç duymazlar. Sığ bir zekâyla, bayağılaşmanın sınırlarını aşan yorumlarla suçlar, hükmü verir, infaz ederler gazeteci kılığına girmiş bu cellâtlar. Varlıklarını iktidara, güçlü olana yamanmaya, o iktidarın sürmesi için düzenlenen polis operasyonlarına, müesses nizamın kuklası olan yargının hukuksuzluklarına borçludurlar. Sözlerine bakarsanız her şeydirler. En demokrat, en özgürlükçü, en antimilitarist, en vesayet karşıtı, en sivil, en liberal olduklarını sansalar da boşuna. Devir onların devri, şimdilik. Ama ikballerinin peşinde yamandıkları bu kokuşmuş düzen ve sahipleriyle birlikte tarihin çöplüğünde yerleri hazır şimdiden.
İşte yeni medya düzeni denilen garabetin aktörlerinin işbirliği ile sacayaklarını siyâset, polis ve yargı mensuplarının oluşturduğu komplolar zinciriyle muhalif herkesin “terör örgütü” çuvallarına sokulup boğulmaya çalışıldığı karanlık günler yaşıyoruz uzun zamandır. Kürtler için KCK, kalanlar içinse Ergenekon, Devrimci Karargâh, Hopa ve benzeri soruşturmaların artık sosyalist muhalefeti hedef aldığı ortada. Bunun böyle olduğu daha Sosyalist Demokrasi Partisi ve Toplumsal Özgürlük Platformu’na mensup arkadaşlarımız bizimkine benzer bir komployla tutuklandığında anlaşılmıştı. Tıpkı Türkan Saylan’ın, İlhan Cihaner’in Ergenekoncu ilan edilmesinde ya da muhafazkar milliyetçi ve işkencecilik sicilini barındıran Hanefi Avcı’nın sosyalist bir örgüte dâhil olduğuna inanmamız istendiğinde olduğu gibi. O yüzden “Ergenekoncu” denilerek hapse tıkılmam sürpriz olmadı. Tam da bu yüzden kitabın sayfaları arasında da yerini bulan bir tespiti buradan da paylaşalım hemen; “Ergenekon düne dair değil bugüne dair bir operasyon ve hesaplaşmadır. Ve bu yüzden bu hesaplaşmayı fark eden, eleştiren herkes hedef haline gelmiştir”. Çünkü rejimin ve yapı taşlarının baştan aşağı değiştiği Türkiye’de artık devletin yeni sahipleri var.
Adalet ve Kalkınma Partisi’nin (AKP) iktidar olduğu 2002 seçimleriyle birlikte katı laiklerin daha gür bir şekilde dile getirdikleri “Laiklik elden gidiyor” ya da “Şeriat geliyor” paranoyalarına gülüp geçtim her zaman. Ciddiye de almadım. Halen de öyle düşünüyorum. Ancak Ergenekon soruşturmalarıyla başlayan ilintili dava süreçleriyle devam eden, zamanla Devrimci Karargâh, Hopa ya da sistemin yarattığı sorunların farkında olan sosyalist öğrenciler ile demokratik toplumsal muhalefeti baskılayan davalarla genişletilen ve elbette “Devletin kendi Kürt’ünü yaratma projesinin” mihenk taşı olan KCK davalarıyla artık Türkiye’ye bir “şey” geldiğini söylemek mümkün. Faşizan ve vatandaşını devlete düşman gören Terörle Mücadele Yasası sistematiğine dayalı, kitlesel gözaltılar ve tutuklamalar kendine yeni esirler buldukça otoriterlik ya da totalitarizm inşası hız kazandı. Birileri içeri atıldıkça baskı arttı. Baskı arttıkça daha fazla birileri içeri atıldı. Hız kesmeden de devam ediyor. Evet Türkiye’ye şeriat değil ama bir “şey” geldi. O “şey”in adını şimdilik koymak mümkün görünmese de kuralının ne olduğu çok açık: “Ya kul olup, itaat edip suskun kalacaksın ya da cezaevine gideceksin”. İşte Türkiye’ye gelen yeni “şey” bu.
Bu yeni “şey”in kurbanı, hadi onların diliyle söyleyelim “suçlananı, yargılananı” olarak görünenlerden biri olsam da yanılıyorlar. Kendileri de dahil olmak üzere herkes biliyor ki suçlanan değil suçlayanım. Yargılanan değil, yargılayanım. Cunta mahkemelerine rahmet okutan bu yargı sisteminin bir parçası olanları, polis üniforması giymiş, politikacı yada bürokrat kılığına girmiş canavarları, müesses nizam sahibi olan kimse ona kulluk eden ve maalesef adına gazeteci denilenleri yargılıyorum. Utanmadan söylenen yalanlar, yaratılan mağduriyetler, yaşatılan zulümler ve bu zulümlerde rol alanlar için suçlayan da yargılayan da benim.
Hakkımda düzenlenen ve delil olduğuna inanmamız istenen belgeler sahtedir. Tıpkı düzenleyenler gibi. Yapılan yorumlar, her biri hukuk kılıfına sokulmaya çalışılan bu iddialar düzmecedir. Tıpkı yazdıkları gibi. Bu senaryoyu kimin yazdığı da kimin hangi rolü paylaştığı da malumdur. Zaten bu komplonun ardındaki zihniyetin kimi aktörleri bilinçaltlarındaki korkuyu da, hedefin kimler olduğunu da dillendirmeye başladı. “Bunlar komünist devlet peşinde” diyor malum cenahın medya uzantıları. Annemden duyduğum ama kaynağını bilmediğim güzel bir söz vardır: “Otu çek köküne bak”. Siyasette, bürokraside, medyada, iş dünyasında kısacası toplumsal hayatın her alanında mutlak iktidar peşindeki bu zihniyetin, bu otun kökünde de “Komünizmle Mücadele Dernekleri” var. Yıllar önce bu derneklerle yürütülen faaliyetler artık siyaset, bürokrasi, medya, polis ve yargıdaki örgütlenmeyle hayata geçiriliyor. Çünkü müesses nizamın ya da ceberrutluğu kuşku götürmeyen devletin yeni sahipleri var. Ama bilmedikleri bir şey vardı ki ne ben ne de dostlarım devletle yeni tanışmadı. Aksine devletin sahipleri benimle ve dostlarımla yeni tanışmış oldu. Bir hayli ukalaca olsa da söylemeden edemeyeceğim. Bu komplonun elbette ki dostlarımın, arkadaşlarımın çabasıyla planlananın aksine alaşağı olması, aktörlerinin tüm dünya nezdinde ne mene bir şey olduklarının anlaşılması da bu yüzden. Bu giriş yazısında uzun uzun anlatmaya gerek yok. Kitabın sayfalarında, satıraralarında söylendi zaten.
Polis, savcılar, hâkimler, malum cemaat, siyasetçiler ve elbette yeni medyanın sözcülerinden bir kendini bilmezler korosu Ergenekoncu olduğumu, metaforik bir benzetmeyle söylersek, aramızda “kan davası” olduğunu bildiğim bir zihniyete dâhil olduğumu kanıtlama uğraşında hâlâ.
Komplo olduğu çok açık suçlamalarla, niyet okumalardan yola çıkan iddianameler ve yöneltilen suçlamalara ilişkin somut tek bir kanıt sunulmadan siyasi zihniyetlerin beslediği kanaatlerle herkesin hayatı karartılabiliyor. Özgürlüğünden alıkonulmak bir yana itibarları da ortadan kaldırılıp yok edilmek isteniyor. Tıpkı Deniz Feneri soruşturmasında olduğu gibi şüphelilerinin AKP’li, cemaatçi ya da benzer zihniyette olanlardan oluştuğu soruşturma ve davalarda ise ne polis ne savcı ve hâkimler ortalığa saçılan tüm pisliklere karşın aynı “cevvallikten” bir hayli uzak kalmayı tercih ediyor. Şu kesin ki artık Türkiye’de polis ve yargı eliyle ve elbet din tüccarlığıyla, yeni bir “dokunulmazlar” sınıfı yaratıldı. Bu sınıfa mensup olanlar, başta kendi çocukları olmak üzere gelecek kuşaklar nezdinde tarihe nasıl bir not düşmüş olacaklar o günleri hep birlikte göreceğiz.
Bu satırlar yazıldığında özgürlüğümden, sevdiklerimden alıkonulduğum günler bir yıla tamamlanmak üzereydi. Elbet uzun değil, ama hiç kısa olmadığını da vurgulamam gerekiyor. Cezaevine girdiğimden bu yana sevdiklerime duyduğum özlemle birlikte en yakıcı olarak hissetiğim duygu öfke oldu. Bu öfkenin sonucu olsa gerek sert bir giriş yazısı oldu anlaşılan. En iyisi yürekten bir teşekkür ile bitireyim.
Öncelikle sivilliğin sadece sözde kalmaması gerektiğini ve dünyanın en zor işi olarak gördüğüm demokrat olmanın, karşısındakinin sıfatına ve kim olduğuna bakmaksızın yerine getirilecek bir değer olduğunun en güzel örneğini sergileyen kısaca ANGA adıyla bilinen, şimdilerde bir kısmı da cezaevinde olan “Ahmet ve Nedim’in Gazeteci Arkadaşları” grubu içinde yer alanlara içtenlikle teşekkür ederim. Elbette başkaları da var. Ancak tek tek isimleri yazmaya kalksam çok uzun bir liste çıkacak. Bir ismi unutsam haksızlık olacak. Kimseyi kırmadan ama herkesin ismini anarak teşekkür etmek en doğrusu. O yüzden; “sahibinin değil, aklının ve vicdanının sesini dinleyen herkese” teşekkür ederim.
Küçücük yaşında omuzlanndaki ağır yükün altında ezilmeyip dik duran Mina’ma teşekkür ediyorum.
Her badireden daha güçlü çıkmayı bilen bu aşkın güzel kadınına, Yonca’ya, “sevmek ne uzun kelime” diyen hayat filozofu şair Cemal Süreya’nın dizeleriyle teşekkür etmek istiyorum:
“Biz iki ayrı ırmak gibi ayrı yerlerden kopup geldik, kavuştuk bir noktada, yanıbaşımızdan küçük bir kol da alarak büyük bir nehir meydana getirdik; birlikte akıyoruz şimdi. Nicedir bu böyle. Hep de böyle olacak. Denize dökülene, ölene dek.”
Ahmet Şık
*
Şık Gazeteci
Yayınlanmamış kitabı yüzünden eşinden, evladından, işinden, dostundan “ayrılıp“ dört duvar arası yatırılan Gazeteci‘nin yeni kitabı bu.
Kitap yeni olsa da…
Yazarının; gözümde, gönlümde, hafızamda, arşivdeki onca yazımda hep eski, kıdemli bir yeri var.
Ahmet benim için hep ve en önce gazeteci.
Ahmet benim için hep ve en önce Şık Gazeteci.
Gazeteciliğe yakışanı yapabilmek için nice riske girmiş olan…
Cilalı gazeteciliğin kapsama alanına almadığı nice mevzua tıklamış olan; bu işe işleve; muhabirliğe, gazeteciliğe şıklık katmış olanlardan.
***
Çok yerde söyledim, yazdım.
Ahmet’in şıklığı sadece soyadından değil…
Her devirde ve her türlü “sakıncalı” damgası yiyebilmesinden de geliyor.
Bu damgayı vuranları sinir etmesinden; bu damgayı, nice güçlünün, kudretlinin, hakim mevkiin elinden yemeyi hak etmesinden geliyor.
Ezilenin, horlananın, dışlananın, kovulanın, vurulanın yanından bir gazetecilik elbet cilalı duayenlerin dediği gibi pek “objektif’’ olmayabilir ama; objektifini halkın yanında konuşlandırmak, mertliktir, şıklıktır, insanlıktır, gazeteciliğin özündeki damardır.
Ahmet’i; Metin Göktepe Hakikati‘ni kovalamış genç gazetecilerle ve “Hayata Dönüş” diye yutturulan ve nice itibarlı, büyük, elbet özgürlüklere, insan haklarına pek müptela yönetmen ve yazarın kankalık ettiği Cezaevi Tufan Katliamı surecindeki tersine, inadına haberleriyle bildim.
O devirdeki “kanlı objektif”i parçalayan gazetecilerden biri olarak.
Sonrasında, sadece hak gazeteciliği değil, kendi hakkınıda arayan gazeteci olarak sevdim, elimden geldiğince destekledim.
O sıra resmen “sakıncalıdır” damgasını bizatihi büyük medya vurdurtmuştu Ahmet‘in üstüne.
Ve sonradan, basın özgürlüğüne ne kadar hassas olduklarını heyecanla izlediğimiz nice ağabey, abla ve kardeş ya susmuştu ya susturulmuştu!
“Sakıncalı”; kapısı kapanan gazetelerden sonra dergilerde de “sakıncalı” oldu.
Andıç haberi yapıyordu ama kendi zaten medyadan, ordudan, iktidardan, şuradan buradan andıçlı bir hayat yaşıyordu.
Üniversite ona bir yer verdiğinde, elbet işini yaptı ama kendi hakkını, örgütünü arayan gazeteci ruhu orada da kendi sendikal hakkını kovalayan öğretim kadrosu içinde koştururken buldu.
Türkiye, medya, nice meslektaşı bu kısımları pek bilmez; nitekim pek ilgilenmezdi zaten.
Derken, memleketin yeni muktedir siyaset ve hukuk düzeni içinde…
Ahmet’in basılmamış kitabı basıldı!
Ömrum nice kitap imhası görmüştür ama yayın yönetmeni odasında imha edilen hard diskin “hard hüznü”ne o sayede uzaktan tanık oldu.
Derken evler, kopyalar, dostlar, telefonlar, tutukluluk, tahliye retleri, bir kısım linç girişimi, uzun tutukluluk, iddianame, dava… Ve nihayet tahliye.
***
Ahmet’e şunu dedim mi sonradan, hatırlayamadım:
Hiç değilse, kitabına, duruşmasına, hayatına katılan nice güzel meslektaşının, dostunun inatçı, ısrarlı desteğini tatmak için bile değermiş diye düşün!
***
Bu ülkenin ve düşünenin, yazanın, çizenin, konuşanın, mücadele edenin acıları ne bugünden ibaret, ne de en şiddetlisi böyle bir hapis kadar.
Ardımızda nice katledilmiş; unutulmamış ve çoktan unutulmuş isim var.
Yakılmış, toplatılmış, yasaklanmış, tutuklanmış, sürülmüş, vurulmuş kitaplar.
Ben yine de umut duyarım hep.
Çünkü her yeni kelime bir ötekinin de yolunu açar.
Her acı, bir sonrakine dayanma gücü sağlar.
Yazıya, habere, kitaba her “baskı”…
Matbaaların, klavyelerin, zihinlerin, emeklerin daha fazla özgürlük “basmasını” sağlar.
Hep derim…
“Press”, baskı olabilir ama…
Gazetecilik de ”press”tir.
Baskıya karşı basmak.
Baskına karşı basın.
***
Baktım, Ahmet için epeyce yazı yazmışım, epeydir hem de.
Bir kitaba özel olan bu sonuncuyu, o içerideyken “kaçma şüphesi” diye tahliye etmeyenlere yazdığım yazıdan bir bölümle bitireyim.
İster onlar da okusun, ister oğlum yine bina dokusun:
***
Ahmet kaçsa; üzerine yürümüş bin tür baskıdan korkar, önce kendinden kaçardı.
Kaçsa; üzerine abanmış büyük medya tehdidinden korkar, önce vicdanından kaçardı.
Kaçsa; Göktepe cinayetinden Hayata Dönüş Operasyonu’na, devlet şiddetinden korkar, olay yerinden kaçardı.
Kaçsa; elinde makinesi, polis darbesiyle yerlerde sürüklendiğinde, o meydandan kaçardı.
Kaçsa; nice büyük gazetecinin yaptığı gibi, hakikatten, hakikatleri deşmekten, hakikatle yüzleşmekten kaçardı.
Kaçsa; nice utanmazın yaptığı gibi, bin tür insan acısıyla boğuşmaktan kaçardı.
Kaçsa; mayın kurbanı çocuklara bir fotoğrafta hayat vermeye çabalamaktan kaçardı.
Kaçsa; çetrefilli, kan kokulu, ceset dolu nice mevzu ile uğraşmayıp kakarakikiriye kaçardı.
Kaçsa; medyada da üniversitede de, sendika mendikayla uğraşmaz, kolayına kaçardı.
Kaçsa; tutuklandığı güne kadar kendisini defalarca kuşatmış yalnız kalmaktan bıkar, sığınmalara kaçardı.
Kaçsa; büyük medyanın büyük kafalarına direnmek yerine, birçoğu gibi yalakalığa kaçardı.
Kaçsa; bunca senedir en kestirmesine kaçar, iktidarların veya darbecilerin kanatlarına kaçardı.
Kaçsa; evladını nasıl geçindireceğinin kâbuslarına koşmaz, medya aristokrasisinin evlatlığı olup rahat etmeye kaçardı.
***
Kimse, arşivinden, tarihinden, kendisinden kaçamaz zaten.
O yüzden, biraz şık olmalı gazeteci!
***
Ben Ahmet’i pek tartışmam.
Siz elbette kitabı tartışabilirsiniz.
Önsöz
“Ben devletin gücünden değil
fitnesinden korkarım.”
Hüseyin Avni Ulaş
Elinizde tuttuğunuz bu kitabın çalışmaları Hüseyin Avni Ulaş’ın alıntıladığımız sözlerini doğrular biçimde hayata geçirilen bir fitneyle konulduğum cezaevinde başladı ve tamamlandı. Kimler yoktu ki bu fitnenin içinde: Polisler, savcılar, hâkimler ve medyada yer tutmuş özel yetkili gazeteci ve yorumcular. Bunca devlet görevlisi işin içinde olunca üzerime atılmak istenen çamur hem “kanuni” bir kılıfa büründürülmek istendi hem de kamusal meşruiyet sağlanılmaya çalışıldı. Kanuni bir kılıf bulanan bu fitne ya da kitaba adını veren “pusu”nun hukuksuzluğu ise tartışmaya yer bırakmayacak bir şekilde bir bir ortaya döküldü.
Evet bir pusuydu. Kendi kendime düşünürken, düşüncelerimi bölük pörçük notlar halinde yazarken başımdan geçenleri anlatacak en uygun sözcüğün “pusu” olduğuna karar verdim. Bir devlet fitnesi, bir devlet pususuydu bu. Kitaba bu adı vermemde usta kalem Çetin Altan’ın zaman zaman yazılarında vurguladığı gibi bu ülke topraklarında düello değil pusu kültürünün egemen olması da etkili oldu. Nedenini açıklamayı da ona bırakıyorum o halde: “Aristokrasinin egemen olduğu dönemlerde; şeref de şerefsizlik de nutuklarla değil eylemlerle kanıtlanır, örneğin bir düello davetinde, davetten kaçan şerefsiz sayılırdı… Türkiye’de hiçbir zaman bir düello geleneği olmadı; beylik deyimle bizim kültürümüzde, sadece pusu geleneği vardı…”
Çetin Altan’a hak vermemek elde mi? Cumhuriyet tarihi de ataları olan Osmanlı’nın izinden gittiği sayısız pusu örnekleriyle dolu değil mi? Hem de düellonun ne kadar şerefli, pusununsa ne kadar şerefsiz olduğunu bile bile bu gelenek sürüyor hâlâ. Çetin Altan’ın bu konuyla ilgili yazdığı bir başka yazısı şahsıma kurulan pusuda rol alanların kimler olduğunu özetliyor adeta: “Bektaşi babasına sormuşlar: ‘Baba Erenler neden batının geleneklerinde düello, bizim geleneklerimiz de pusu var?’ Baba E renler ‘Çünkü’demiş; ‘Bizde Allah korkusu var. Katil cinayetini işlerken Allah’ın görmesini istemediğinden yatıyor pusuya…”
Evet bir pusuyla tutuklanıp cezaevine atıldım. Yetkisini, gücünü, pervasızlıklarını devletten alıp kanunlara uyduran ve dediklerine göre içlerinde “Allah korkusu” bulunan, güya “dindar Müslüman” kişilerce kuruldu bu pusu. İlk kurbanı ben değildim elbet. Görünen o ki son kurbanları da olmayacağım. Zaten başıma bu çorabın orülmesinin nedeni olan kitap da benden önceki bazı kurbanların hikâyelerini anlatıyordu. Ellerine geçirdikleri her fırsatı din bezirgânlığı için kullanan, Allah korkusu yaşadıklarını söyleyenlerin kurduğu türlü, çeşitli ayak oyunlarıyla kimi zaman