Kollarını boynuma dolayıp bana sarılıyor ve başını omzuma yaslıyor. Ama mesele şu: Az önce ona söylediklerim, bütün gün ara ara düşündüklerim, şey, bir tür görünmez çizgiyi aşmışım gibi hissediyorum. Hiç gelmek zorunda kalmayacağımı sandığım bir yere gelmişim gibi hissediyorum. Ve buraya nasıl geldiğimi bilmiyorum. Garip bir yer. Kısa, zararsız bir rüyanın, sonra da sabah erkenden yapılan uykulu bir konuşmanın beni ölüm ve yok oluş düşüncelerine sürüklediği bir yer.
Yaşamın acı yüzüyle bu kadar erken tanışmasaydı, kuşkusuz yine yazar olurdu ama hiçbir zaman okurları tarafından böyle sahiplenilmezdi Raymond Carver. Gençlerin haytalık yapıp havai aşklar kovaladığı yaşlarda o evli ve iki çocuk babasıydı. Hayatı öğrenmenin yolu, bulduğu her işte çalışmaktı. Benzincide çalıştı, hademelik, garsonluk yaptı. Yaşananlar, kâğıda döküldüğünde bazen Çehov tadındaydı, bazen Kafka… İnsanların yaşamlarında barınan, gizlenen öyküleri, yalın, gerçekçi, acıtan şiirsel bir dille yansıttı. Yenilenler içkiye sığınırken, kısa öykü türünü yeniden var eden Carver, her başarısında içti, çok içti, ölümüne içti…
Raymond Carver’ın son dönem öykülerini içeren Fil, yazarın en önemli eserlerinden biri olarak görülüyor.
***
KUTULAR
Annem eşyalarını topladı, taşınmaya hazır. Ama pazar öğleden sonra, son anda arayıp bizi yemeğe çağırıyor. “Buzdolabımın buzları çözülüyor,” diyor bana. “Bozulmadan şu tavuğu kızartmam gerek.” Kendi tabaklarımızı ve çatal bıçağımızı getirmemizi söylüyor. Tabak çanağının ve mutfak eşyalarının çoğunu toplamış. “Gelip son bir kez benimle yemek yiyin,” diyor. “Jill’le beraber.” Telefonu kapatıp pencerenin başında bir dakika daha duruyor, bu meseleyi kavrayabilmek istiyorum. Ama kavrayamıyorum. Sonunda Jill’e dönüp şöyle diyorum: “Bir veda yemeği için anneme gidelim.”
Jill, önünde Sears kataloğuyla masanın başında, bize perde bulmaya çalışıyor. Ama dinliyormuş. Surat asıyor. “Gitmemiz şart mı?” diyor. Sayfanın kenarını kıvırıp ka-taloğu kapatıyor. İç çekiyor. “Tanrım, sırf bu ay iki-üç kez yemeğe gittik. Gerçekten evden ayrılacak mı acaba?”
Jill her zaman aklına geleni söyler. Otuz beş yaşında, kısa saçlıdır ve hayatını köpek temizleyerek kazanır. Temizleyici olmadan önce, ki sevdiği bir iştir bu, ev kadını ve anneymiş. Sonra işler çığırından çıkmış. İlk kocası iki çocuğunu kaçırıp Avustralya’ya götürmüş. İçkici olan ikinci kocası, onun kulak zarını patlattıktan sonra arabalarını köprüden Elwha Nehri’ne sürmüş. Bırakın hasar sigortasını, hayat sigortası bile yokmuş. Jill onu toprağa vermek için borç almak zorunda kalmış, sonra da -hiç böylesini duydunuz mu?- köprü tamiratının faturası ona kesilmiş. Ayrıca kendi hastane faturlan varmış. Şimdi bu hikâyeyi anlatabiliyor. Eski haline döndü. Ama annem sabrını taşırdı. Benim de sabrım taştı. Ama başka seçeneğim yok.
“Öbür gün evden ayrılıyor,” diyorum. “Hey, Jill, iyilik olsun diye yapacaksan yapma. Benimle gelmek istiyor musun, istemiyor musun?” Öyle ya da böyle, benim için fark etmediğini söylüyorum ona. Migreninin tuttuğunu söylerim. Daha önce de yalan söylediğim oldu.
“Geliyorum,” diyor. Ve öylece ayağa kalkıp banyoya gidiyor; orada somurtmayı sever.
Geçen ağustostan beri beraberiz, o sıralarda annemin Califomia’dan buraya, Longview’a taşınacağı tuttu. Jill durumu elden geldiğince idare etmeye çalıştı. Ama tam birbirimize alışmaya çalışırken annemin kasabaya taşınması ikimizin de hesaba katmadığı bir şeydi. Jill bunun ona ilk kocasının annesiyle yaşadığı durumu hatırlattığını söyledi. “Yapışkan bir kadındı,” dedi Jill. “Ne demek istediğimi anlıyor musun? Boğulacağım sandım.”
Annem, Jill’i davetsiz misafir olarak görüyor desem yeridir. Ona kalırsa Jill, karımın beni terk etmesinden beri hayatıma girip çıkan bir dizi kızdan biri sadece. Ona göre, başka zaman olsa kendisinin göreceği sevgiyi, özeni, hatta belki de parayı almaya teşne biri. Peki, saygıyı hak eden biri mi? Asla. Hatırlıyorum da -nasıl unutabilirim?-biz evlenmeden önce kanma orospu derdi; on beş yıl sonra, kanm başka biri için beni terk ettiğinde, yine orospu dedi.
Jill ile annem baş başa kaldıklarında birbirlerine yeterince dostça davranırlar. Merhaba ya da hoşça kal derken birbirlerine sarılırlar. İndirimlerden söz ederler. Ama
Jill’in annemle vakit geçirmek zorunda kalmaktan ödü patlar. Annemin moralini bozduğunu iddia eder. Annemin her şey ve herkes hakkında olumsuz olduğunu, onun yaş grubundaki diğer insanlar gibi bir uğraş bulması gerektiğini söyler. Tığla örgü örmek belki ya da Yaşlılar Mer-kezi’nde kâğıt oynamak, o da olmazsa kiliseye gitmek. Bir şey işte, yeter ki bizi rahat bıraksın. Ama annemin kendine has çözüm yöntemleri vardı. California’ya geri döneceğini bildirdi. Bu kasabadaki her şeyin ve herkesin canı cehenneme. Amma da yaşanacak yer ha! Bunun gibi altı tanesini daha verseler, bu kasabada yaşamaya devam etmezmiş.
Taşınmaya karar vermesinden sonraki bir-iki gün içinde, eşyalarını toplayıp kutulara koymuştu. Geçen ocak ayındaydı bu. Ya da belki de şubattı. Her neyse, geçen kış bir aralar. Şimdi haziran sonu. Kutular aylardır evinin içinde duruyor. Bir odadan öbürüne gitmek için etraflarından dolaşmak ya da Üzerlerinden atlamak gerekiyor. Kimsenin annesi böyle yaşamamalı.
Bir süre, on dakika filan sonra Jill banyodan çıkıyor. Bir ot izmariti buldum, komşulardan birinin arabasının yağını değiştirmesini izlerken izmariti tüttürmeye çalışıyor ve bir şişe zencefilli gazoz içiyorum. Jill bana ba^rcı-yor. Onun yerine mutfağa gidip kesekâğıdının içine birkaç tabak ve çatal bıçak koyuyor. Ama oturma odasından geçip geri döndüğünde ayağa kalkıyorum ve birbirimize sarılıyoruz. Jill, “Tamam,” diyor. Ne tamam, diye merak ediyorum. Görebildiğim kadarıyla hiçbir şey tamam değil. Ama bana sarılıyor ve boyuna omzumu sıvazlıyor. Üzerine sinmiş köpek şampuanı kokusunu alabiliyorum. İşten eve bu kokuyla gelir. Her yerde bu koku. Yatağa girdiğimizde bile. Son bir kez omzumu sıvazlıyor. Sonra dışarı çıkıp arabayla kasabanın öbür ucuna, annemin evine gidiyoruz.
Yaşadığım yeri seviyorum. Buraya ilk taşındığımda sevmiyordum. Geceleri yapacak hiçbir şey yoktu ve yalnızdım. Derken Jill’le tanıştım. Çok geçmeden, birkaç hafta sonra, eşyalarını getirip benimle yaşamaya başladı. Uzun vadeli hedefler koymadık. Mutluyduk ve birlikte bir hayatımız vardı. Nihayet talihimizin döndüğünü söylüyorduk birbirimize. Ama annemin hayatında hiçbir şey olmuyordu. Bana mektup yazıp buraya taşınmaya karar verdiğini söyledi. Ben de ona cevap yazıp bunun pek de iyi bir fikir olmadığını söyledim. Kışın hava berbat, dedim. Kasabanın birkaç kilometre ötesinde bir hapishane inşa ediyorlar, dedim. Burası bütün yaz turist kaynıyor, dedim. Ama mektuplarımı hiç almamış gibi davranıp yine de geldi. Derken, kasabaya geleli daha bir ay olmamıştı ki buradan nefret ettiğini söyledi. Buraya taşınması benim hatammış, her şeyi bu kadar nahoş bulması da benim hatammış gibi davrandı. Beni arayıp buranın ne kadar tapon bir yer olduğunu söylemeye başladı. “Suç atma tripleri,” diyordu Jill buna. Otobüs hizmetinin çok kötü, şoförlerin ise kaba olduğunu söyledi. Yaşlılar Merkezi’ndeki insanlara gelince; eh, kumar oynamak istemiyordu. “Cehenneme kadar yollan var,” dedi. “İskambil kâğıtlarını da yanlarına alabilirler.” Süpermarkette çalışanlar aksiydi, benzincideki çocuklar onu ya da arabasını bir nebze bile umursamıyorlardı. Kiracısı olduğu adam, Larry Hadlock hakkında da kararını vermişti. Kral Larry, diyordu ona. “biralık barakaları ve birkaç doları olduğu için kendini herkesten üstün sanıyor. Onu görmez olaydım.”
İlk geldiğinde, ağustosta hava onun için çok sıcaktı, eylülde de yağmur yağmaya başladı. Haftalarca neredeyse her gün yağdı. Ekimde hava soğudu. Kasım ve aralıkta kar vardı. Ama bundan çok daha önce burayla ve insanlarla ilgili öyle ileri geri konuşmaya başladı ki, artık dinlemekten sıkıldım ve sonunda bunu ona söyledim. Ağladı, ona sarıldım ve böylece olayın bittiğini sandım. Ama birkaç gün sonra yine başladı, aynı terane. Noel’den hemen önce, ne zaman uğrayıp hediyelerini bırakacağımı öğrenmek için aradı. Ağaç almadığını, almaya da niyetinin olmadığını söyledi. Sonra başka bir şey söyledi. Dedi ki, hava düzelmezse kendini öldürecekmiş.
“Deli deli konuşma,” dedim.
Dedi ki: “Ciddiyim, tatlım. Burayı bir daha ancak tabutumdan görmek istiyorum. Bu kahrolası yerden nefret ediyorum. Buraya neden taşındım bilmem. Keşke ölsem de kurtulsam.”
Telefona yapıştığımı ve bir direğin tepesindeki adamın elektrik hattına bir şeyler yapmasını seyrettiğimi hatırlıyorum. Başının etrafında kar fır dönüyordu. Ben seyrederken adam direkten eğildi; sadece güvenlik kemerinden destek alıyordu. Ya düşerse, diye düşündüm. Bundan sonra ne söyleyeceğim hakkında hiçbir fikrim yoktu. Bir şey söylemem gerekiyordu. Ama hiçbir oğlun itiraf etmemesi gereken değersiz duygularla, düşüncelerle doluydum. “Sen benim annemsin,” dedim sonunda. “Sana yardım etmek için ne yapabilirim?”
“Tatlım, hiçbir şey yapamazsın,” dedi. “Bir şey yapma zamanı geldi de geçti bile. Artık bir şey yapmak için çok geç. Burayı sevmek istedim. Pikniklere gideceğimizi ve birlikte arabayla gezeceğimizi sanıyordum. Ama bunların hiçbiri olmadı. Sen hep meşgulsün. Sen ve Jill işe gidiyorsunuz. Hiç evde değilsiniz. Evde olsanız bile telefonu bütün gün açık bırakıyorsunuz. Her neyse, seni hiç görmüyorum,” dedi.
“Bu doğru değil,” dedim. Değildi de. Ama beni duymamış gibi devam etti. Belki de duymamıştı.
“Ayrıca,” dedi, “bu hava beni öldürüyor. Burası çok soğuk. Buranın Kuzey Kutbu olduğunu bana neden söylemedin? Söyleseydin hiç gelmezdim. Califomia’ya geri dönmek istiyorum tatlım. Orada dışarı çıkıp gezebilirim. Burada gidilecek hiçbir yer bilmiyorum. Califomia’da tanıdıklar var. Bana ne olduğunu umursayan arkadaşlarım var orada. Burada kimsenin umurunda bile değilim. Eh, haziranı çıkarabilmek için dua ediyorum. O kadar uzun süre durabilirsem, hazirana kadar dayanabilirsem buradan temelli ayrılacağım. Burası hayatımda yaşadığım en kötü yer.”
Ne diyebilirdim? Ne diyeceğimi bilmiyordum. Hava hakkında bile bir şey söyleyemedim. Hava, asıl hassas noktaydı. Vedalaşıp telefonu kapadık.
Başka insanlar yazın tatile çıkarlar, benim annemse taşınır. Yıllar önce taşınmaya başladı, babam işini kaybettikten sonra. Bu olduğunda, babam işten çıkarıldığında, sanki yapmaları gereken buymuş gibi evlerini sattılar ve işlerin düzeleceğini sandıklan yere gittiler. Ama işler orada da düzelmedi. Yeniden taşındılar. Taşınmaya devam ettiler. Kiralık evlerde, dairelerde, karavanlarda, hatta motel odalarında yaşadılar. Taşınıp durdular, her taşınmayla yüklerini hafiflettiler. Birkaç kez benim yaşadığım kasabaya geldiler. Bir süre karım ile benim yanımıza yerleşiyor, sonra da yeniden taşınıyorlardı. Bu bakımdan göçmen hayvanlar gibiydiler, sadece hareketleri belli bir düzeni izlemiyordu. Yıllarca sağa sola taşındılar, hatta bazen daha yeşil olduğunu düşündükleri bir yer için eyaleti terk ettiler. Ama çoğunlukla Califomia’nın kuzeyinde kaldılar ve orada taşındılar. Derken babam öldü, ben de annemin taşınmayı bırakacağını ve bir süreliğine bir yere yerleşeceğini sandım. Ama yerleşmedi. Taşınıp durdu. Bir keresinde psikiyatriste gitmesini önerdim. Parasını ödeyeceğimi bile söyledim. Ama kulak asmadı. Onun yerine eşyalarını toplayıp kasabadan taşındı. Çaresiz kalmıştım, yoksa psikiyatristin lafını etmezdim.
Her zaman eşyalarını toplama ya da boşaltma süre-cindeydi. Bazen aynı yıl içinde iki-üç kez taşınırdı. Ayrıldığı yer hakkında ağır laflar eder, gideceği yer hakkında iyimser konuşurdu. Postası karışır, yardım çekleri başka yerlere giderdi; mektuplar yazıp her şeyi yoluna koymaya çalışarak saatler harcardı. Bazen bir apartmandan taşınır, birkaç sokak ötedeki başka birine geçer, sonra da, bir ayın ardından, ayrıldığı yere tekrar taşınırdı; ancak binanın farklı bir katına ya da tarafına. İşte bu yüzden, buraya taşındığında ona bir ev kiraladım ve zevkine göre döşenmiş olmasına dikkat ettim. “Sağa sola taşınmak onu diri tutuyor,” dedi JJil “Yapacak bir işi oluyor. Bundan tuhaf bir keyif alıyor sanırım.” Keyif olsun ya da olmasın, Jill annemin aklını kaçı^akta olduğunu düşünüyor. Bence de öyle. Ama annene bunu nasıl söylersin? Eğer durum buysa ona nasıl davranırsın? Deli demek, bir sonraki taşınmasını planlayıp uygulamaktan alıkoymuyor onu.
Arabayla yanaştığımız sırada arka kapıda bizi bekliyor. Yetmiş yaşında, kır saçlı, gözlüğü yapay elmas çerçeveli; hayatında bir gün bile hastalanmadı. Jill’e sarılıyor, sonra da bana sarılıyor. Sanki içki içiyormuş gibi, gözleri parlak. Ama içmez. Yıllar önce bıraktı, babam bıraktıktan sonra. Kucaklaşma faslını bitirip içeri giriyoruz. Saat akşamüstü beş civan. Mutfağından gelen kokuyu alıyor ve kahvaltıdan beri bir şey yemediğimi hatırlıyorum. Çakırkeyifliğim geçti.
“Çok acıktım,” diyorum.
“Yemek güzel kokuyor,” diyor Jill.
“Umarım tadı da güzeldir,” diyor annem. “Umarım bu tavuk olmuştur.” Kızartma tavasının kapağını kaldırıp tavuk göğsüne çatal batırıyor. “Tahammül edemediğim bir şey varsa, o da pişmemiş tavuktur. Bence oldu. Neden oturmuyorsunuz? Herhangi bir yere oturun. Ocağımı hâlâ ayarlayamıyorum. Gözler çok hızlı ısınıyor. Elektrikli ocakları sevmem, hiçbir zaman da sevmedim. Şu pılı pırtıyı sandalyeden çek, Jill. Burada kahrolası bir Çingene gibi yaşıyorum. Ama uzun sürmeyecek umarım.” Kül tablası bakındığımı görüyor. “Arkanda,” diyor. “Pencere pervazında tatlım. Oturmadan önce bize biraz Pepsi koysana. Bu kâğıt bardakları kullanman gerekecek. Bardak getirmenizi söylemeliydim. Pepsi soğuk mu? Buzum yok. Bu buzdolabı hiçbir şeyi soğutmuyor. Beş para etmez. Dondurmam çorbaya dönüyor. Sahip olduğum en kötü buzdolabı.”
Tavuğu çatalla bir tabağa alıp tabağı sofraya, fasulye, lahana salatası ve beyaz ekmeğin yanına koyuyor. Sonra unuttuğu bir şey var mı diye bakıyor. Tuz ve karabiber! “Oturun,” diyor.
Sandalyelerimizi masaya çekiyoruz, Jill tabakları kesekâğıdından çıkarıyor ve masanın etrafından dolanıp bize veriyor. “Geri döndüğünüzde nerede yaşayacaksınız?” diyor. “Bir yer ayarladınız mı?”
Annem tavuğu Jill’e uzatıp şöyle diyor: “Daha önce evini kiraladığım hanıma mektup yazdım. O da cevap yazdı ve birinci katta bana verebileceği güzel bir yer olduğunu söyledi. Otobüs durağına yakın ve çevrede bir sürü dükkân var. Banka ve Safeway‘ var. Çok güzel bir yer. Oradan neden ayrıldım bilmem.” Bunu söyleyip kendine biraz lahana salatası koyuyor.
“Neden ayrıldınız öyleyse?” diyor Jill. “Madem bu kadar güzeldi.” Tabağındaki budu eline alıp bakıyor ve etten bir lokma alıyor.
“Sana nedenini söyleyeyim. Bitişiğimde yaşlı, alkolik bir kadın oturuyordu. Sabahtan akşama kadar içiyordu.
Duvarlar o kadar inceydi ki, bütün gün buz küplerini kıtır kıtır yediğini duyabiliyordum. Etrafta dolaşmak için yürüteç kullanması gerekiyordu ama bu bile onu durdurmuyordu. O yürütecin sabahtan akşama kadar gırf, gırç diye yere sürttüğünü duyardım. Bunu ve buzdolabının kapağını kapatmasını.” Katlanmak zorunda kaldığı onca şey karşısında başını iki yana sallıyor. “Oradan çıkmak zorundaydım. Bütün gün gırf, gırf. Tahammül edemiyordum. Böyle yaşayamazdım. Bu kez yöneticiye, bitişiğimde bir alkolik istemediğimi söyledim. İkinci katı da istemedim. İkinci kat otoparka bakıyor. Oradan bir şey görülmüyor.” Jill’in bir şeyler daha söylemesini bekliyor. Ama Jill yorum yapmıyor. Annem bana bir göz atıyor.
Kurt gibi yiyorum ve ben de bir şey söylemiyorum. Her halükârda, konu hakkında söylenecek başka bir şey yok. Çiğneyip duruyor ve buzdolabının dibine yığılmış kutulara göz gezdiriyorum. Sonra kendime biraz daha lahana salatası koyuyorum.
Çok geçmeden yemeği bitirip sandalyemi geriye itiyorum. Larry Hadlock evin arkasına, benim arabamın yanına yanaşıyor ve kamyonetinden bir çim biçme makinesi çıkarıyor. Masanın arkasındaki pencereden onu seyrediyorum. Bizim bulunduğumuz yöne bakmıyor.
“Ne istiyor?” diyor annem ve yemeyi bırakıyor.
“Görünüşe bakılırsa senin çimleri biçecek,” diyorum.
“Biçilmesine gerek yok,” diyor. “Geçen hafta biçti. Biçilecek ne var ki?”
“Yeni kiracı için,” diyor Jill. “Kim olacaksa artık.”
Annem bu bilgiyi sindiriyor, sonra da yemeye devam ediyor.
Larry Hadlock makinesini çalıştırıp çimleri biçmeye başlıyor. Onu biraz tanırım. Kiracının annem olduğunu söylediğimde, kirayı ayda yirmi beş dolar indirdi. Kendisi dul – iriyarı bir adam, yetmişine merdiven dayamış. İyi bir mizah anlayışı olan mutsuz bir adam. Kolları beyaz kıllarla kaplı, kasketinin altından da beyaz saçlar çıkıyor. Dergilerdeki çiftçi resimlerine benziyor. Ama çiftçi değil. Biraz para biriktirmiş emekli bir inşaat işçisi. Başlangıçta bir süre, annemle birlikte yemeğe çıkıp arkadaş olabileceklerini hayal etmiştim.
“İşte kral,” diyor annem. “Kral Larry. Herkesin onun kadar parası yok, herkes büyük bir evde oturup diğer insanlardan yüksek kiralar alamaz. Eh, umarım buradan ayrılınca onun o adi, ihtiyar suratını bir daha hiç görmem. Şu tavuğun geri kalanını ye,” diyor bana. Ama başımı iki yana sallayıp bir sigara yakıyorum. Larry, çim biçme makinesini iterek pencerenin önünden geçiyor.
“O surata daha uzun süre bakmanız gerekmeyecek,” diyor Jill.
“Buna çok memnunum, Jill. Ama depozitomu bana geri vermeyeceğini biliyorum.”
“Nereden biliyorsun?” diyorum.
“Biliyorum işte,” diyor. “Onun gibilerle daha önce de uğraştım. Her şeyi elde etmeye çalışırlar.”
Jill diyor ki: “Az kaldı, artık onunla muhatap olmak zorunda kalmayacaksınız.”
“Buna çok memnun olacağım.”
“Ama onun gibi bir başkası olacak,” diyor Jill.
“Bunu düşünmek istemiyorum, JiU,” diyor annem.
Jill sofrayı toplarken annem kahve yapıyor. Fincanları çalkalıyorum. Sonra kahve koyuyorum ve üzerinde “Ivır Zıvır” yazan bir kutunun etrafından dolanıp fıncan-larımızı oturma odasına götürüyoruz.
Larry Hadlock evin yanında. Ön tarafta trafik sokaktan ağır ağır akıyor, güneş ağaçların üzerine indi. Çim biçme makinesinin gürültüsünü duyabiliyorum. Birkaç karga, telefon telinden ayrılıp ön bahçedeki yeni biçilmiş çimlere konuyor.
“Seni özleyeceğim tatlım,” diyor annem. Sonra diyor ki: “Seni de özleyeceğim Jill. İkinizi de özleyeceğim.”
Jill kahvesinden bir yudum alıp başını sallıyor. Sonra şöyle diyor: “Umarım California’ya sağ salim döner ve yolun sonunda aradığınız yeri bulursunuz.”
“Yerleştiğimde -ki inanın bu son taşınmam- umarım ziyaretime gelirsiniz,” diyor annem. Bana bakıp güvence vermemi bekliyor.
“Geliriz,” diyorum. Ama söylerken bile doğru olmadığını biliyorum. Orada dünyam başıma yıkıldı, geri dönmeyeceğim.
“Keşke burada daha mutlu olabilseydiniz,” diyor Jill. “Keşke dişinizi sıkabilseydiniz. Biliyor musunuz, oğlunuz sizin için çok endişeleniyor.”
“Jill,” diyorum.
Ama başını iki yana şöyle bir sallayıp devam ediyor. “Bazen uyuyamıyor. Bazen geceleri uyanıp, ‘Uyuyamıyorum. Annemi düşünüyorum,’ diyor. İşte,” deyip bana bakıyor. “Söyledim. Ama aklımdaydı.”
“Sence ben nasıl hissediyorum?” diyor annem. Sonra diyor ki: “Benim yaşımdaki başka kadınlar mutlu olabiliyorlar. Ben neden başka kadınlar gibi olamıyorum? Tek istediğim, beni mutlu edecek bir evde ve kasabada yaşamak. Bu suç sayılmaz, öyle değil mi? Umarım sayılmaz. Umanın hayattan çok fazla şey istemiyorumdur.” Bardağını sandalyesinin yanına, yere koyuyor ve Jill’in onun çok fazla şey istemediğini söylemesini bekliyor. Ama Jill hiçbir şey söylemiyor ve bir anda annem mutlu olma planlarını ana hatlarıyla anlatmaya başlıyor.
Bir süre sonra Jill başını indirip bardağına bakıyor ve biraz daha kahve içiyor. Dinlemeyi bıraktığından eminim. Ama annem yine de konuşup duruyor. Kargalar ön bahçedeki çimlerde kendilerine yol açıyor. Çim biçme makinesinin bas bas bağırdığını, sonra da bıçağına bir çim topağı takılınca tok bir ses çıkararak durduğunu duyuyorum. Bir dakika içinde, çeşitli denemelerden sonra Larry onu yeniden çalıştırıyor. Kargalar havalanıyor, tellerine geri dönüyor. Jill tırnağıyla oynuyor. Annem, ikinci el mobilya satıcısının ertesi sabah gelip kendisinin otobüsle göndermeyeceği ya da arabayla taşımayacağı eşyaları toplayacağını söylüyor. Masa ile sandalyeler, televizyon, kanepe ve yatak, satıcıyla gidecekmiş. Ama oyun masasının işine yaramayacağını söylemiş, o yüzden biz istemiyorsak annem onu atacak.
“Alırız,” diyorum. Jill şöyle bir bakıyor. Bir şey söylemeye kalkıyor ama fikrini değiştiriyor.
Ertesi akşamüstü kutuları otobüs terminaline götürüp Califomia’ya yollayacağım. Annem son geceyi bizimle beraber geçirecek, öyle ayarladık. Sonra da, ertesi sabah, yani iki gün sonra erkenden yola koyulacak.
Konuşmaya devam ediyor. Yapmak üzere olduğu seyahati tarif ederken konuştukça konuşuyor. ^Akşamüstü saat dörde kadar araba kullanacak, sonra da geceyi bir motelde geçirecekmiş. Karanlık basmadan Eugene’e varacağını düşünüyor. Eugene güzel bir kasaba – daha önce bir kez orada kalmış, buraya gelirken. Gün doğarken motelden ayrılacak ve Tanrı yardımcısı olursa, o akşamüstü California’da olacakmış. Tanrı gerçekten de yardımcısı, öyle olduğunu biliyormuş. Yeryüzünde dolaşıp durması başka nasıl açıklanırmış? Tanrı’nın onun için bir planı varmış. Son zamanlarda bol bol dua ediyormuş. Benim için de dua ediyormuş.
“Neden onun için dua ediyorsunuz?” diye soruyor JJil
“Çünkü canım istiyor. Çünkü o benim oğlum,” diyor annem. “Bunda bir sorun mu var? Hepimiz bazen dua etmeye ihtiyaç duymaz mıyız? Belki bazıları duymaz. Bilmiyorum. Artık ne biliyorum ki?” Bir elini alnına götürüyor ve tokadan fırlamış birkaç saç telini düzeltiyor.
Çim biçme makinesi pat pat ederek susuyor ve çok geçmeden Larry’nin hortumu çekerek evin etrafında dolandığını görüyoruz. Hortumu yerleştiriyor, sonra da yavaşça evin arkasına dolanıp suyu açıyor. Fıskiye dönmeye başlıyor.
Annem, eve geldiğinden beri Larry’nin ona yaptığını düşündüğü haksızlıkları sıralamaya başlıyor. Ama artık ben de dinlemiyorum. Yine otoyoldan basıp gideceğini ve kimsenin onu ikna edemeyeceğini ya da durdurmak için bir şey yapamayacağını düşünüyorum. Ben ne yapabilirim? Onu bağlayamam ya da akıl hastanesine kapata-mam, gerçi sonunda iş oraya varabilir. Onun için endişeleniyorum, yüreğim sızlıyor. O ailemden geriye kalan tek kişi. Burayı sevmediği ve ayrılmak istediği için üzgünüm. Ama asla Califomia’ya geri dönmeyeceğim. Bundan emin olunca başka bir şeyi daha anlıyorum. O gittikten sonra muhtemelen onu bir daha hiç görmeyeceğimi anlıyorum.
Anneme bir göz atıyorum. Konuşmayı bırakıyor. Jill başını kaldırıyor. İkisi de bana bakıyor.
“Ne var tatlım?” diyor annem.
“Sorun ne?” diyor Jill.
Sandalyede öne doğru eğilip ellerimle yüzümü örtüyorum. Bir süre böyle oturuyorum, bunu yaptığım için kendimi kötü ve aptal hissederek. Ama elimde değil. Beni bu dünyaya getiren kadın ile bir yıldan az bir süre önce tavladığım öbür kadın, birlikte bir şaşkınlık nidası koyuverip ayağa fırlıyor ve bir aptal gibi başım ellerimin arasında oturduğum yere geliyorlar. Gözlerimi açmıyorum. Çimleri kamçılayan fıskiyeyi dinliyorum.
“Sorun ne? Ne var?” diyorlar.
“Bir şey yok,” diyorum. Bir anda öyle de oluyor. Gözlerimi açıp başımı kaldırıyorum. Uzanıp bir sigara alıyorum.
“Ne demek istediğimi anlıyor musunuz?” diyor Jill. “Onu çıldırtıyorsunuz. Sizin için endişelenmekten çıldıracak.” O, sandalyemin bir tarafında, annem ise öbür tarafında. Göz açıp kapayıncaya kadar beni parçalayabilirler.
“Keşke ölsem de herkesin yolundan çekilsem,” diyor annem usulca. “Tanrı biliyor ya, buna daha fazla dayanamayacağım.”
“Biraz daha kahveye ne dersin?” diyorum. “Belki de haberlere bakmalıyız,” diyorum. “Sonra Jill ile ben eve gitsek iyi olur sanırım.”
İki gün sonra, sabah erken saatlerde, belki de son kez anneme hoşça kal diyorum. Jill’i bıraktım uyusun. Bir kez olsun işe geç kalmasından zarar gelmez. Köpekler yıkanmak ve tüylerinin kesilmesi filan için bekleyebilirler. Annemi merdivenden garaj yoluna indirirken ve ona arabanın kapısını açarken kolumu tutuyor. Beyaz bol pantolon, beyaz bluz ve beyaz sandaletler giymiş. Saçı geriye taranıp bir eşarpla bağlanmış. O da beyaz. Güzel bir gün olacak, gökyüzü berrak ve şimdiden mavi.