Franz Kafka, Milena’yı 1920 yılının başlarında, Prag’da, edebiyatçıların toplandığı bir kafede tanıdı. Milena 24 yaşında genç bir gazeteciydi, Kafka ise 38’ini sürüyordu. Milena’nın onun yapıtlarını Çekçeye çevirme arzusu ikisinin yakınlaşmasıyla sonuçlandı, çok geçmeden de defalarca buluşmaları ve mektuplaşmalarıyla birlikte derin ama umutsuz bir aşka dönüştü. Umutsuz, çünkü Milena evliydi. Umutsuz, çünkü Milena Viyana’da, Kafka Prag’da yaşıyor, sık sık tüberküloz hastalığının tedavisi için sanatoryumlara yatıyordu. Milena ile Kafka’nın mektuplaşması, hem bir aşk romanı hem de Kafka’nın çaresizliğinin, hastalığının, karamsarlığının, Yahudilik hakkındaki düşüncelerinin ve toplumla ilişkisinin bir özetidir. Kafka, yıllarca çektiği hastalığı sonucu Prag’da öldü. Milena’nın yaşamı ise Ravensbrück toplama kampında 1944 yılında son buldu. “Canlı bir ateş gibi o,” diye yazmıştı Kafka, arkadaşı Max Brod’a bir mektubunda, “böylesini hiç görmedim.” Bu umutsuz ilişkiye noktayı koyan Kafka oldu. “Umut etmemek, umut etmekten daha fazla cesaret gerektirir” diyen Kafka bu cesareti göstermişti.
***
Sevgili Bayan Milena,
Size Prag’dan, sonra da Meran’dan yazmıştım. Karşılık vermediniz. Gönderdiğim o pusulacıklara karşılık beklemem yersiz, biliyorum. Yazmadığınıza bakılırsa iyi olmalısınız; bizler çoğunlukla iyi olduğumuz zaman susarız, böyle ise sevinmem gerekir. Bir şeyden kuşkulanıyorum yalnız – onun için yazıyorum bugün-sakın kırmış olmayayım sizi? (Ne kaba bir elim olmalı ki, isteklerime böyle aykırı davransın.) Ya da -daha kötüsü- “Bugünlerde biraz soluk alıyorum” demiştiniz, belki bu iyi günleriniz geçti, gene sıkıntılarınız başladı belki, kim bilir? Sizi kırmış olmam kuşkusu yersiz, biliyorum, söyleyecek sözüm de yok bu konuda; ama rahatsızsanız, ne fena, öğüt de veremem – ben kim, öğüt vermek kim?- yalnız şunu sormak istiyorum: Neden biraz ayrılmıyorsunuz Viyana’dan? Başkaları gibi Yurtsuz değilsiniz ki! Bohemya’ya gidip dinlenemez misiniz? Ama belki bilmediğim nedenlerden ötürü Bohemya’ya gitmek istemezsiniz, öyleyse başka bir yere gidin… Meran’a gelsenize! Hiç geldiniz mi buraya?
Đki şey bekliyorum sizden: Ya sürecek sessizliğiniz, bu demektir ki: “Üzülme, iyiyim”, ya da yazacaksınız bana.
Ne tuhaf… yüzünüzü bütün ayrıntılarıyla getiremiyorum da gözümün önüne, pastanede, masaların arasından geçip gidişinizi çok iyi anımsıyorum. Biçiminizi, giysinizi görür gibiyim.
Candan Kafka
***
Sevgili Bayan Milena,
Çevirilerle didiniyorsunuz o sıkıntılı Viyana dünyasının içinde. Bir bakıma utanç, bir bakıma da mutluluk veriyor bu bana.
Bu arada Wolff dan mektup almış olmanız gerekir, yazacağını çok önceleri bildirmişti bana. Bir katalogda adı geçen
“Öldüren” öyküsü benim değil, bir yanlışlık olacak; ama en iyi öyküm olduğuna bakılırsa, belki de doğrudur, bilmiyorum.
Son mektubunuzla ondan bir öncekinden anladığıma göre üzüntüleriniz, sıkıntılarınız geçmiş, kocanı-zmkiler de öyle olmalı, ikiniz için de bunu ne denli dilerim bilseniz. Bir pazar öğleden sonrası geliyor usuma, yıllar önceydi, rıhtımda miskin miskin bir aşağı bir yukarı geziniyordum, kocanıza rastladım. Karşılaşmış olmaktan ikimiz de sevinçli değildik.
Değişik anlamlarda da olsa, ikimiz de “kafa şişirmede usta” sayılırdık. Birlikte yürüdük mü bilmiyorum, belki yalnız selamlaştık; önemli değil zaten. Çok eski, geçmiş bir anı bu, yenilenmemeli, gömülü kalmalı. Eviniz güzel mi?
***
Meran – Untermais Ottoburg Pansiyonu
Sevgili Bayan Milena,
Đki gün bir gece süren yağmur şimdi dindi, geçicidir bu dinme belki, gene de kutlanmaya değer, size yazarak kutluyorum bunu. Dayanılmayacak gibi değildi bu yağmur; küçük de olsa yabancı bir çevrede olmak erinç veriyor kişinin yüreğine, çevrenin yabancılığından geliyor bu. Yanılmıyorsam siz de (kısa süren, yarı yarıya sessiz geçeri bir buluşma unutulamıyor anlaşılan) Viyana’da yabancı olmaktan sevinçliydiniz ilk günlerde. Sonraları, birtakım etkilerle bu sevinciniz geçmiş
olabilir. Geçtiyse, hoşlanıyor musunuz gene de yabancı bir çevrede olmaktan? (Hoşlanıyorsanız iyi bir belirti sayılmaz, belki de hoşlanmamanız gerekir.)
Ben burda iyiyim. Bu ölümlü dünyada daha çok bakımı taşıyamaz bedenim. Odamın balkonu bahçeye değin uzanıyor; balkon sarmaşıklardan, çiçeklerden geçilmez bir halde (hava çok tuhaf burda, Prag’da böyle havalarda sular donar, balkondaki çiçekler tomurcuklandı). Güneşle burun burunayım hep (daha doğrusu koyu bulutlarla örtülü bir gökle, yoksa bir haftadır güneş yüzü görmedim); kertenkelelerle kuşlar -birbirlerine hiç de yakışmayan bu yaratıklar-beni görmeye geliyor. Meran’a gelmenizi ne denli isterdim! Geçenlerde “soluk alamıyorum” diye yazmıştınız. Tanımlamanız pek uyuyor, buraya gelirseniz azalır bu sıkıntınız.
Candan selamlarımla F.Kafka
***
Sizin de ciğeriniz demek! Bütün gün kafamda evirdim çevirdim bunu, başka şey düşünemez oldum. Hastalık beni ürküttü sanmayın, anlattıklarınızdan çıkardığıma göre – öyle olmasını da dilerim – çok hafif başlamış sizde. Bu hastalığın (Batı Avrupa’nın yarısı az çok ciğerlerinden hastadır), kendimden biliyorum, üç yıla yakındır kötülüğünden çok iyiliği dokundu bana. Üç yıl önce, bir gece yarısı kan boşanmasıyla başladı bende. Her yeni şeyde olduğu gibi heyecanlanıyor insan, korkuyor da tabii; hemen kalktım (sonradan öğrendim ki, hiç kımıldamamak gerekirmiş) pencereye gittim, dışarı sarktım, odada dolaştım, musluğa gittim, yatağın üstüne oturdum – kanama hiç dinmemiş-ti bu arada. Ama üzgün değildim, biliyordum kan durunca, üç dört yıldır sürüp gelen uykusuzluğum sona erecektir. Durdu kan. (O gün bugün bir daha da olmadı.) Ben de sabaha değin deliksiz bir uyku çektim. Ertesi sabah hizmetçim geldi. (O zamanlar Şönbrun’a uzak oturuyordum.) Đyi, candan, bönce bir kızdı. Kanı görünce: “Yandın doktor” dedi, “uzun sürmez ölürsün artık.” Ama ben kendimi her zamankinden daha iyi duyuyordum. Đşe gittim, ancak öğleden sonra doktora uğradım. Ondan sonrası pek önemli değil, anlatmaya değmez. Şunu söylemek istiyorum size: Beni üzen hastalığınız değil. (Anılarıma dayanarak kendimi inandırmaya çalışıyorum, o duygulu inceliğinizin yanında köylülere özgü bir esenliğiniz var sizin. Onun için de olmaz diyorum; bu bir uyarı belki, yoksa ciğeriniz hasta değildir.) Beni üzen, beni düşündüren bu hastalığın nedeni. “Param yok, çay ekmekle yaşıyorum. Đkiden sekize çalışıyorum” diye yazmıştınız. Neyse geçelim bunları, bunlar benim anlayamadığım şeyler. Belki mektupla da anlatılamaz, karşılıklı oturup konuşmak gerekir bunları. Geçelim diyorum ya, mektupta geçebiliyorum, yoksa bir an bile usumdan çıkmıyor. Sizde bu hastalığı ortaya koyan şeyin ne olduğunu düşünüyorum. Kendiminkini biliyorum, zaten birçoklarında nedeni birdir. Şöyle oluyor: Beyin yüklenen üzüntüleri, acıları çekemez duruma geliyor. “Benden bu kadar” diyor, “bu bütünün ayakta durmasını önemli bulan biri varsa, yardım etsin bana, azaltsın yükümü, belki yaşamını sürdürürüz biraz daha.” Akciğer hemen -yitirecek çok şeyi olmadığına göre-buradayım diyor. Beynimle ciğerimin bu pazarlığından haberim olmadı, ama bu pazarlığın korkunç olduğunu şimdi anlıyorum.
Peki ne yapmayı düşünüyorsunuz? Belki de hiç önemli değil. Đyi bakılırsanız hemen atlatabilirsiniz. Bunu yakınlarınızın, sizi sevenlerin bilmesi gerekir. Bencil düşüncelere de yer yok artık. Nasıl? Bu da bir kurtuluş değil mi işte? Haksız mıymışım? Yoo. hayır, şaka yapmıyorum, hiç de sevinçli değilim, ta ki yaşamınızı daha iyi, daha sağlıklı düzenlediğinizi yazıncaya dek.
Son mektubunuzu okuduktan sonra, niçin Viya-na’dan ayrılmıyorsunuz diye sormuyorum artık, anlıyorum şimdi. Ama Viyana’ya yakın çok güzel yerler de var, oralarda da dinlenir, kendinize gelebilirsiniz.
Görüyorsunuz ya, başka şey yazamıyorum bugün. Bence bundan daha önemli bir şey de yok. Yarın başka şeylerden söz açarım, defter için teşekkürü de yarına bırakıyorum: dokundu bana, utandırdı beni,
ama sevindirdi de. Durun, bir şey daha demek istiyorum size: Çevirilerime bir saniyelik uykunuzu verecek olursanız, bunu kendim için bir ilenç sayarım. Günün birinde bu işten yargılanmak gerekirse, çok neden aramaya kalkışmadan; uykusuzluğu onun yüzündendi diyecekler, suçlandıracaklar beni haklı olarak. Yapmayın derken, kendimi düşünüyorum, kendim için yalvarmış oluyorum.
Sizin Franz K
***
Sevgili Bayan Milena,
Başka şeyler yazmak istiyorum bugün, ama olmuyor. Hastalığınızı çok ciddiye aldığım için mi? Değil, öyle olsaydı daha başka türlü yazardım. Bahçenin bir köşesinde açılır kapanır sandalyelerden biri dursa diyorum, yarı gölgelik bir yerde…
Elinizin altında da beş on bardak süt bulunsa. Şimdi yaz ortasında Viya-na’da da olabilir bu; ama her halde aç ve kaygılı olmamanız gerekir. Çok mu zor? Size bunları sağlayacak kimse yok mu? Peki, doktor ne diyor?
Gelen büyük zarfın içinde yalnız defteri görünce, düş kırıklığına uğradım. Sizden bir şeyler duymak istiyordum, eski bir gömütten gelen o çok iyi tanıdığım sesi değil… ne demeye giriyor aramıza? Ama sonra anımsadım ki, aramızı bulan da o!
Nasıl alabilirsiniz bu ağır yükü üstünüze? Anlamıyorum! Ama çevirinin güzelliği duygulandırdı beni; aslından hiç ayrılmadan, tümcelerin hepsi yerli yerinde, ne rahat, ne güzel bir dil. Kendinize özgü, yapmacıksız; Çekçeyi böylesine güzel kullanacağınızı ummazdım. Almancayla Çekçeyi bu denli iyi biliyorsunuz demek? Yazık, kötü bir öyküm bu, kötü olduğunu her satırında gösterebilirim size. Ne var ki, göstermek tiksindiriyor beni. Sizin bu öyküyü sevmiş olmanız gözümde değerlendirmiyor değil, yalnız dünya görüşümü karartıyor biraz. Bırakalım artık. “Köy Doktoru”nu size göndermesi için yazdım Wolffa.
Çekçe anlıyorum elbet. Hep soracaktım size, neden hiç Çekçe yazmıyorsunuz bana? Bundan Alman-cayı iyi kullanamadığınız anlaşılmasın sakın, tersine, çok iyi kullanıyorsunuz o dili; kullanamadığınız zaman da boyun eğiyor önünüzde Almanca, daha da güzelleşiyor. Hiçbir Alman kendi dilinden beklemez öyle bir eğilmeyi, böylesine kişisel yazmayı göze almaz da ondan! Ama ben Çekçe okumak isterdim sizden, çünkü ona bağlısınız, gerçek Milena yalnız orda var. (Çeviriniz gösteriyor bunu.) Oysa bana gönderdiğiniz mektuplarda Viyana’daki, ya da kendini Viyana’da yaşamaya alıştıran bir Milena var. Sizden Çekçe yazmanızı istiyorum. Sözünüzü ettiğiniz gazete bölümlerini de bekliyorum. Değersiz buluyorsunuz, ne çıkar? Değersizliğini bile bile tarih okumadınız mı? Belki ben de bunları okuyabilirim, okuyamazsam ben de bir önyargı ile elimden atarım onları.
Nişanlılık durumumu soruyorsunuz. Đki kez (üç de sayılabilir, çünkü bir kızla iki kez nişanlanmıştım) nişanlandım. Üç kez evliliğin eşiğine dek geldim. Đlki büsbütün kapandı. (Đşittiğimize göre kızcağız evlenmiş, bir de çocuğu olmuş.) ikincisi var daha, duruyor daha… evlenme umudu olmadan… duruyor da sayılmaz pek, ya da başkalarının hesabına duruyor, öyle kendi başına… Bu işte de, öteki işlerde de genel olarak şunu anladım: Erkekler daha çok acı çekiyor… Şöyle de diyebiliriz: Bu işlerde erkeklerin daha az karşı koyma güçleri var. Oysa kadınlar, suçları olmadan acı çekerler. “Ellerinde olmadan” değildir bu acı çekiş, gerçekten çekerler acıyı… Ama bu da sonunda gene “elinde olmadan”a varır belki, kim bilir? Bunları düşünmek boşuna; neye benzer bunları düşünmek bilir misiniz? Cehennemdeki kazanı tek başına devirmek istemeye… Zaten tek başına deviremezsiniz kazanı, devirseniz bile yanarsınız; üstelik cehennem gene bütün görkemiyle cehennem olmakta sürer gider. Đşi başka yönden tutmak gerekiyor!
Bütün bunlar bir yana, sizin her şeyden önce bir bahçede uzanıp hastalığınızdan -hele gerçek değilse bu hastalık-elinizden geldiğincek tatlı yanlarından yararlanmanız gerekir! Đnanın bana, çoktur tatlı yanları.
Sizin Franz K