Roman (Yabancı)Roman (Yerli)

Öç Hikayeleri

Klasik dünya yazarlarının öç olgusunu ilginç kurgulamalarla işleyen hikâyeleri arasından derlenen ve öç nedenleri ihanetten kişisel hesaplaşmaların çeşitli türlerine dek uzanan bu hikâyeler unutulmayacak denli ürpertici. Hepsinde öç duygusunu yaratan güçlü nedenler var, fakat bizzat öcün kendisi soğukkanlı ve acımasız biçimde kişiyi kendine köle yaparak hikâyelerin insan kahramanlarına baskın çıkıyor. Öç hakkındaki duygularınız ne olursa olsun, seçkimizdeki hikâyeler insanoğlunun yaradılışından beri iliklerinde barındırdığı en köklü duygulardan birinin gücüne birer sunu niteliğinde.

***

ÖNSÖZ

Öç duygusundan daha insansı bir duygu var mıdır? Veya şöyle sorulabilir: Bugüne dek insanın tanımış olduğu herhangi bir yaşam biçiminin öç ile alışverişi olmuş mudur?

Hayvanlar diğer hayvanları kendileri ve aileleri için yiyecek sağlamak, kendilerini savunmak veya bulundukları toplulukta baskın bir konum kazanmak için öldürür, öç nedir bilmezler. Oysa insan, resmi tarihin başlangıcından bu yana öldürme amaçlı öç olgusuyla içli dışlı olmuştur.

Öç alma isteğini yaratan birçok neden olabilir. Fakat üçüncü bir kişinin yaptığı bir kötülük veya bir yanlış sonucu yitirilmiş bir aşkın veya sevilenin acısı kadar hiçbir duygu öç alma duygusu ile iç içe girmemiştir insan ruhunda. Buradaki ‘yitirme’ olgusunun kapsamına hem aşkın, hem de sevgilinin yitirildiği ‘ihanet’ nedenini de rahatlıkla alabiliriz.

Güç ve para yeniden kazanılabilir, ama yitik bir sevilen ve ona duyulan sevgi sonsuza dek ortadan yok olmuştur. Bu çalınmış sevginin ve sevilenin yarattığı düşkırıklığı ile birlikte yok olanın arkada bıraktığı boşlukla baş edilememe duygusunun kişide öç alma itkisini yaratmasına şaşmamak gerekir.

İnsana özgü olan bu duygunun denetim altına alınıp alınamıyacağı ve bunun gerekli olup olmadığı ayrı bir konudur. Başına kötü bir olay gelmemiş insanlar öç almaya ilişkin düşüncelerin akıldan kovulması gerektiğini ileri sürerek öç almakla kişinin eline ne geçeceğini sorarlar. Öç almak elden gideni geri getirecek midir? Hiç kuşkusuz doğrudur bu. Fakat unutmayalım ki bu salt pragmatik bir görüş olup büyük olasılıkla genlerimizde kayıtlı olması sonucu insan doğasının yabanıl bir parçası olan o ilkel ve zehirli öfkeyi değerlendirmekten yoksundur.

Francis Bacon “Öç Üstüne” başlıklı denemesinde öç olgusunu “bir tür yabanıl adalet” olarak tanımlar. Devamla, “İnsanın doğası öç almaya ne denli eğilim gösterirse yasaların da o denli uğraş verip bu kişisel ve yabanıl adaleti kökünden söküp atması gerektiğini, çünkü öç alma duygusunu yaratan ilk kötülük eylemi nasıl yasalara karşı gelme sayılıyorsa bunun öcünü almaya kalkışmanın da aynı biçimde yasaları hiçe saymak anlamına geldiğini” ileri sürer. Bacon’un, kişinin yasalar karşısında boynu bükük olması gerektiği, çünkü öç almaya kalktığında herkesin kendi yasasını oluşturmuş sayılacağı ve bunun da uygar bir düzene ters düşeceği kaygısını taşıdığı anlaşılıyor. Sözünü ettiğimiz denemesinde Bacon yasaların gücüne gönderme yapmakla yetinmemiş, öç almayı aklına koyan kişiye kendisiyle hesaplaşma yapması çağrısında da bulunmuştur şu sözleriyle: “Öcünü alan kişi düşmanıyla aynı olur; fakat öç almayı gerçekleştirmediğinde daha üstün konuma gelir, çünkü bağışlamak yaraşır iyi insana.”

Bacon’un görüşlerini zorlanmadan kabul edebiliriz. Ancak ne denli uygar olursak olalım, sözünü ettiğimiz, genlerimizden gelen o ilkel ve zehirli öfkenin nasıl denetim altına alınacağı, yapılan bir yanlışın uygun bir biçimde öcünün alınması, yani hesabın görülmesi isteğinin içimizden nasıl söküp atılacağı konusunda öneri getirmiyor Bacon. Yine de öç duygusu karşısında anlayış göstermeden edemiyor, ama tekrar yasalara değinerek yapıyor bunu: “Öcün en anlaşılabilir türü, yapılan yanlışların gereğine bakacak yasaların mevcut olmadığı durumlarda alınan öçtür, ama öç alan kişinin bu işi yaptığında kendisini cezalandıracak bir yasa bulunmadığını iyice bilmesi gerekir, yoksa bu kez düşman üstün olur, hem de bire karşı iki.”

Hikâye ve romanlarda öç duygusu ve onun itkisiyle gerçekleştirilen öç alma eyleminin okuru sarıp yanına alan çeşitli kurgulamalarla çekici öykülemelere zemin oluşturduğunu, adaletin yerine geldiği ve hesabın görüldüğü duygusunun okura bir tür doyum sağladığını yadsıyamayız. Öç olgusu, yazında, hatta bazen yaşamda hep bire bir hesap görme biçiminde yer almıyor. İnsanın doğası, o ilkel ‘göze göz dişe diş’ olgusunun ötesine geçen oransız bir hesaplaşmayı ya da diyet ödetmeyi yeğliyor genellikle. Hesap tartıya vurulduğunda karşı tarafın, yani öcün hedefi olanın kefesindeki ağırlığın daha fazla olduğu görülüyor.

Seçkimize alınan hikâyeler klasik yazarların öç olgusunu ilginç kurgulamalarla işleyen öyküleri arasından seçilmiştir. Hikâyelerde işlenen, yapılan kötülüklerin yarattığı büyük tepki sonucu kişileri öç duygusu ile körleştirip hedef aldıkları uç eyleme, yani öldürmeye veya ölüme neden olmaya sürükleyen olaylardır. Anılan eylemlere cinayet denebilir mi? Bu da ayrı bir tartışma konusudur elbette. Çeşitli görüşler cinayeti dışlıyor, çünkü cinayet tek yönlü bir kötülüğü çağrıştırıyor.

Seçkimizde yer alan hikâyelerdeki öç nedenleri ihanetten kişisel hesaplaşmanın çeşitli türlerine dek uzanıyor. Hepsinde güçlü nedenlerin varlığı kuşkusuz, fakat bizzat öcün kendisi soğukkanlı ve acımasız biçimlerde, öç duygusunun kişiyi kendine köle yaptığı gerçeğini vurgularcasına hikâyelerin insan kahramanlarına baskın çıkıyor.

Öç hakkındaki duygularınız ne olursa olsun, seçkimizdeki hikâyeler insanlık kadar eski, insanoğlunun yaradılışından beri iliklerinde barındırdığı en köklü duygulardan birinin gücüne birer sunu niteliğinde.

Haluk Erdemol

KLASİK DÜNYA EDEBİYATINDAN SEÇİLMİŞ
ÖÇ HİKÂYELERİ

AMONTİLLADO FIÇISI
Edgar Allan Poe

Fortunato binlerce kez beni inciten davranışlarda bulundu, ben de dayanabildiğim kadar katlandım bunlara, ama işi hakarete vardırdığında öç almaya yemin ettim. Ruhumun doğasını iyi bilen sizlerin de anlayabileceği üzere Fortunato’yu açıkça tehdit etmedim. Sonunda öcümü alacaktım. Bunu kesinlikle karara bağlamıştım; bu kesinliğe ulaşırken olası bir tehlikeyi safdışı etmeyi amaçlamıştım. Onu cezalandırmakla kalmamalı, kendim de ceza almadan yapmalıydım bu işi. Bir yanlışı düzeltene bunun bedeli ödetildiğinde o yanlış düzeltilmiş sayılmaz. Öte yandan, öç alan kişi öç almakta olduğunu yanlışı yapana duyumsatmayı başaramazsa o yanlış yine düzeltilmiş sayılmaz.

Gerek sözlerimle, gerek hareketlerimle Fortunato’nun iyi niyetimden kuşkulanmasına neden olacak bir şey yapmadım. Eskiden olduğu gibi yüzüne gülümsemeyi sürdürdüm, ama o, şimdi onun işini bitireceğimi düşünerek gülümsemekte olduğumu fark etmedi.

Şu benim Fortunato bazı konularda belki de korkuyla karışık saygı duyulacak bir adamdı, ama onun da zayıf bir tarafı vardı: Şaraptan çok iyi anladığını söyler ve bununla övünürdü. Güzel sanatlar alanında gerçek üstat ruhu taşıyan İtalyanların sayısı azdır. İlgilenir gözüktükleri şeyler karşısında sergiledikleri çoşkulu tavırlarını, genellikle o andaki duruma ayak uydurmak, fırsatlardan yararlanmak, İngiliz ve Avusturya’lı zenginlere hoş gözükerek onlara oyun oynamak için takınırlar. Tablolar ve değerli taşlar konusunda Fortunato da kendi vatandaşları gibi şarlatandı, ama iş eski şaraplara gelince içtenliği inandırıcıydı. Bu alanda ondan pek farkım yoktu. İtalyan şarapları ve ürünün yılları konusunda ben de epey bilgiliydim, fırsat buldukça bol miktarda şarap satın alırdım.

Karnaval günlerinin şamatasının doruğa tırmandığı bir akşam karanlık basarken arkadaşıma rastladım. Çok içmiş olduğundan aşırı bir sıcakkanlılıkla yanıma sokuldu. Üzerine sıkıca oturan, renkli, çizgili desenli bir elbise giymiş, başına koni biçiminde çıngıraklı bir şapka takmıştı. Onu gördüğüme öyle sevinmiştim ki, ellerini o güne kadar hiç yapmamış olduğum kadar acıtırcasına sıktım.

“Sevgili Fortunato,” dedim, “talih seni karşıma çıkardı. Bugün ne kadar iyi görünüyorsun! Bana gelince, bir fıçı şarap aldım, Amontillado dediler, fakat hakiki mi bilemedim.”

“Nasıl?” dedi, “Amontillado mu? Bir fıçı? Olamaz! Hem de karnaval ortasında!”

“Kuşkum var,” diye yanıtladım. “Bir de sana danışmadan gerçek Amontillado fiyatını ödemek gibi bir aptallık yaptım. Sen ortada yoktun, fırsatı kaçırmaktan korktum.”

“Amontillado!”

“Kuşkuluyum.”

“Amontillado!”

“Kuşkumdan kurtulmam gerek.”

“Amontillado!”

“Senin işin vardır diye Luchesi’ye gidiyorum. Danışılacak başkası varsa o Luchesi’dir. Herhalde bana söyler.”

“Luchesi, Amontillado’yu Sherry’den ayıramaz.”

“Yine de bazı budalalar onun damak tadının seninkinin aynısı olduğunu söylüyorlar.”

“Haydi gidelim.”

“Nereye?”

“Senin şarap mahzenine.”

“Hayır dostum, senin iyiliğinden yararlanıp bu işi sana zorla kabul ettirmek istemem. Bir sözün var galiba. Luchesi…”

“Hiçbir sözüm yok, gidelim.”

“Hayır dostum, sözün var veya yok; gördüğüm kadarıyla sen iyice üşütmüşsün. Mahzen dayanılmayacak kadar rutubetli, her yanı güherçile kaplamış.”

“Yine de gidelim derim. Soğuk önemli değil. Amontillado ha! Yutturmuşlar sana. Luchesi’ye gelince o, Amontillado’yu Sherry’den ayıramaz.”

Fortunato bunları söylerken koluma girdi. Siyah ipekten bir maske takıp bir pelerine sıkıca sarındım ve o, beni telaşla köşküme doğru sürüklerken hiç sesimi çıkartmadım.

Evde hizmetçi yoktu; karnaval onuruna eğlence için sıvışmışlardı. Sabaha kadar eve dönmeyeceğimi söylemiş ve hiçbir yere ayrılmamalarını açıkça sımsıkı tembihlemiştim onlara. Bu ayaküstü verdiğim emirlerin, daha arkamı döner dönmez hepsinin ortadan kaybolması için yeterli olacağını da biliyordum.

Takıldıkları yuvalarından iki meşale aldım; birini Fortunato’ya verip birbiri ardına odalardan geçerken eğilerek yol gösterdim ona; sonra mahzene giden kemerli geçide vardık. Arkamdan gelirken dikkatli olmasını söyleyerek uzun dönen merdivenden indim. Sonunda iniş bitti ve Montresor’ların mezarlarının bulunduğu nemli toprak zemin üzerinde yan yana durduk.

Arkadaşımın yürüyüşü dengesizdi, yürüdükçe şapkasındaki çıngıraklar ötüyordu.

“Fıçı?” dedi.

“Biraz daha ilerde,” dedim, “ama mahzenin duvarlarında parıldayan şu beyaz ağlara bak hele.”

Bana doğru döndü ve sarhoşluk yaşlarını damıtmış buğulu gözleriyle baktı.

“Güherçile mi?” diye sordu sonunda.

“Güherçile,” diye yanıtladım. “Ne zamandır böyle öksürüyorsun?”

“Öhö! Öhö! Öhö!”

Zavallı arkadaşım bir süre yanıt veremedi.

“Önemsiz,” dedi sonunda.

“Gel,” dedim kararlı bir tavırla, “geri dönelim, önemli olan senin sağlığın. Sen zengin, saygıdeğer, beğenilen ve sevilen birisin; mutlusun, benim de bir zamanlar olduğum gibi. Eksikliği duyulacak bir insansın. Yaptığımız iş benim için önemli değil. Geri dönelim, hasta olacaksın. Bunun sorumluluğunu üstlenmek istemem. Hem Luchesi var…”

“Yeter,” dedi, “öksürük bir şey değil, beni öldürmez. Bir öksürükten ölecek adam değilim ben.”

“Doğru, doğru,” diye yanıtladım, “ama inan ki seni gereksiz yere korkutmak gibi bir niyetim yoktu, yine de bütün önlemleri almalısın. Şuradan bir Medoc şarabı içelim, rutubetten korur bizi.”

Bunu söylerken uzun şişeliklerde dizili şaraplardan birini alıp boynunu kırdım ve “İç” diye uzattım ona.

Şişeyi istekle dudaklarına doğru kaldırdı, durakladı ve dostça başını salladı, çıngırakları çın çın öttü.

“Şerefe içiyorum,” dedi, “çevremizde yatan şu ölülerin şerefine.”

“Ben de senin uzun ömürlü olmana.”

Tekrar koluma girdi, ilerlemeyi sürdürdük.

“Bu mahzen,” dedi, “bayağı genişmiş.”

“Montresor’lar büyük ve kalabalık bir aileydi,” diye yanıtladım.

“Armanız neydi, unutmuşum.”

“Gök mavisi bir tarlada altından yapılma büyük bir insan ayağı; bu ayak, topuğa dişlerini geçirmiş saldırgan bir yılanı eziyor.”

“Ya ailenin sözlü simgesi?”

“Nemo me impune lacessit.”¹

“Güzel!” dedi.

Şarap gözlerinde parladı ve başındaki çıngıraklar öttü yine. Medoc bana da keyif vermiş, içimi ısıtmıştı. İstiflenmiş kemik duvarları boyunca fıçıların ve damacanaların arasından mezarlığın en iç köşelerine doğru ilerledik. Adımlarıma yine ara verdim ve bu kez Fortunato’nun bir kolunu dirseğinin üzerinden tutacak kadar cesur davrandım.

“Güherçile,” dedim, “bak, artıyor. Duvarlardan yosun gibi sarkıyor. Nehir yatağının altındayız. Nem damla damla olmuş kemiklerin arasından sızıyor. Gel, çok geç olmadan geri dönelim, senin öksürük… ”

“Bir şey değil,” dedi, “devam edelim, ama önce bir Medoc daha.”

Bir De Grave şişesi kırıp uzattım ona. Bir dikişte bitirdi. Gözlerinden ateşli bir parlama geçti. Güldü ve anlamadığım bir el hareketi ile şişeyi havaya fırlattı.

Şaşkınlık içinde baktım ona. El hareketini tekrarladı, gülünç denebilecek gariplikteydi yaptığı.

“Anlamıyorsun,” dedi.

“Hayır,” dedim.

“O zaman sen Cemiyetten değilsin!”

“Nasıl yani?”

“Mason değilsin.”

“Evet, evet,” dedim, “evet, evet.”

“Olamaz! Sen, bir Mason?”²

“Masonum,” diye yanıtladım.

“Bir işaretle kanıtla.”

“İşte bu,” dedim pelerinimin kıvrımlarından bir mala çıkararak.

“Şaka yapıyorsun!” diye bağırarak birkaç adım geri sıçradı. “Haydi, gidip şu Amontillado’yu görelim.”

————

1     Latince: ‘Bana hakarette bulunan cezasız kalmaz.’ (Ç.N.)
2     Sözcük oyunu: ‘Mason’ sözcüğü ‘duvarcı’ anlamına gelir. (Ç.N.)

Yazar

BENZER İÇERİKLER

Şahmelek

Editor

Vaba Bölgesi

Editor

Musa Altunbaş – Gülfidanı

Editor

Yorum bırak

* Bu formu kullanarak yorumlarınızın bu web sitesi tarafından saklanmasını ve yayınlanmasını kabul etmiş olursunuz.

İnternet sitemizden en iyi şekilde faydalanabilmeniz ve internet sitemize yapacağınız ziyaretleri kişiselleştirebilmek için çerezlerden faydalanıyoruz. İstediğiniz zaman çerez ayarlarınızı değiştirebilirsiniz. Kabul et Daha fazla oku

Gizlilik ve Çerez Politikası