Mütareke döneminin bunalımlı günlerinde, babasını aramak amacıyla İstanbul’a gelen bir genç kızın macerası çerçevesinde, yüksek tabakanın içinde bulunduğu ahlaki çöküşü ele alır. Peyami Safa’nın ilk romanlarındandır. Yazılışı eski olmakla beraber, konu günümüzde de tazeliğini korumaktadır. Bugünün kızlarını, onları mesud yahut bedbaht edebilecek hususları birer ibret levhası şeklinde yansıtmaktadır.
***
PANGALTI. Gece yarısına birkaç dakika var. Sinemanın kapısında, iki siyah, parlak derili, gürbüz hayvaniyle, zarif bir araba duruyor. Sinemanın bitmesini bekleye bekleye sabrı tükenen arabacı hayvanların etlerini sıvazlamakla oyalanıyor, ara sıra, sinemanın methalindeki saate üzüntülü bir göz atıyordu: Tam on iki. Gece. Büyük hava lâmbalarının aydınlattığı boş caddede tek tük insanlar. İki üç saat evvel kaldırımları dolduran ahali yığınlarından eser yok. Bezgin seslerle dolaşan bir iki satıcı, uzaklardan akseden son tramvay çanları, raylarda yer altından geliyormuş gibi derin bir uğultu… Hepsi bu.
Sabırsızlanan arabacı, arkasına dönerek, yeni gelen bir kira arabasına doğru yürüdü, arabacısına seslendi:
-On buçukta geldim, bir saat otuz beş dakikadır bekliyorum. Ne bitmez tükenmez, karnakatısı, belâlı oyunmuş be… Her zaman, saat on bir buçuk dedi mi, karı erkek, kolkola sokağa dökülürlerdi. Bu gece ne var ki?
Kira arabacısı, tevekkülle başını salladı:
-Bu akşam serili kurdele var, uzun sürer, ben bilirim de geç geldim. Sekiz kısım be ağa, kolay biter tükenir mi?
Kapıda, yansı yırtık, boydan boya duvarı kaplamış, büyük çiğ boyalı bir kadın başı resmini göstererek hırıltılı bir kahkaha attı:
-Aha… şu kan işte… oyunu bu oynuyor… Beynamekel mi, Peynamekeli mi nedir; kelli körlü bir şey… Bu kadının oyunu oldu mu bütün Şişli, Altınbakkal’a kadar, erkekli karılı buraya dolarlar… Cenabet karının oyunları da en aşağı yedi sekiz kısımlıktır, çok bekletir.
-Saat yarıma, bire kadar sürer mi bu?
-A ah, artık tez biter, on beş dakikaya varmaz. Sen nere arabacısısın?
-Ben bir yerin arabacısı değilim, konakta çalışıyorum.
Arabacılar konuşurken, sinemanın köşesinden bir kadın görünmüş, çekingen adımlarla kira arabasına yaklaşmıştı. Arabacı hemen kadına doğru döndü ve sordu:
-Götürelim mi hanım?
Kadın yıpranmış çarşafıyla fazla sıkılgan, ince peçesinin altında süzüle süzüle bakan gözleriyle fazla yorgun, halsiz, cevap verdi:
-Hayır… Size bir adres soracaktım… Belki bilirsiniz… Nafi Bey…
İnce, temiz, berrak söylüyordu. Arabacı, Nafi Beyin nerede oturduğunu düşünürken, adam tanıyan gözleriyle kadına dikkatli dikkatli baktı. Bu genç bir kız, sinemanın büyük lâmbasından gelen keskin ışıkta, sıkı etli, düzgün, biçimli vücudu, siyah gözlerinin koyu parıltısı, muntazam dizlerinin beyazlığı seçiliyor. Konak arabacısı da koşumlarını bırakarak bu kıza dikkat etmeye başlamıştı.
Kira arabacısı nasırlı parmağını Pangaltı caddesinin sonlarına dikerek anlattı:
-Sefaret müsteşarı Nafi Bey değil mi?… Tamam… Şişli’dedirler… Te… Öteyan… tramvay ahırlarının tarafı.. Daha öte: Uzakçadır biraz.
Kız, can sıkıntısıyla dudaklarını ısırdı.
-Tarif edemez misiniz?
-Atla arabaya on dakikada varırız.
Kız düşündü, cevap vermedi, arabacının ısrarını görünce sesi titredi:
-İyi amma… kabil… değil. Akşamın alaca karanlığından beri sokaktayım… Şişli’ye taşındıklarını öğrendim… Hep… yayan dolaştım.
Nafi Bey sizin neyiniz oluyor?
-Nafi Bey sağ değil. Fakat akrabamdır.
-Eh… haydi… arabaya atlayın… köşkten parayı verirler.
-Ya vermezlerse?
Arabacı sinsi güldü:
-Adam sen de, güç iş değil Ödeşiriz!
Genç kız cevap vermedi. Arabacı sözünü tashihe çalıştı.
-Helâllaşırız be kardeş? Sen hele biraz bekle, şimdi sinema boşalacak, müşteri bulamazsam seni götürürüm. Benim ahır da orada, evden para alırsak ne âlâ, alamazsak yarına, öbür güne bırakırız, borcun olur.
Genç kız mecalsizlikle bükülerek düşündü, düşündü, yorgun bir sesle: “Peki” diyerek, arabanın yanında bekledi.
Çok bekledi. Sinema, ancak saat yarımda bitmişti. İç kapının kırmızı perdesi yanlara doğru açıldı: Kadın, erkek, çocuk, sıkı, düğümlü bir kalabalık, ansızın sinemanın methalini, sonra kaldırımı, daha sonra caddeyi doldurdu. Aileler, ziya karşısında, birdenbire kamaşan gözlerini kırpıştırarak, etrafa bakınıyorlar, uykulu, dalgın bakışlarla birbirlerini arıyorlardı. Kadınların ipekli çarşaflarının hışırtısı, vücutlarının gizli büklümlerinden dağılan gaşyedici kokular, tek tük, kesik heyecanlı mükâlemeler kaldırımı doldurdu. Bunlardan çoğu, seyrettikleri filmin verdiği teheyyüç içinde, mest ve hülyalı idiler. Bazıları, kocalarının yahut akrabalarının koluna asılarak, sendeliye sendeliye kaldırımdan iniyorlar, karşı sokakların karanlıklarında, küçülerek gözden kayboluyorlardı.
Genç bir kadın, yanında iyi giydirilmiş bir çocuğun elinden tutarak şişman, uykudan göz kapaklan gevşemiş, yanakları kabarmış bir erkekle konak arabasına atladı. Hayvanlar, her vakitki gibi levent başlarını havada silkerek ufka doğrulttular ve arabayı, bir saman yığını gibi hafifçe, gürültüsüzce süratle çekip götürdüler.
Sinemanın lâmbası söndü.
Kira arabacısı, genç kıza dönerek, neş’csiz bir sesle: “Bin, gidelim!” ve bir sıçrayışta arabaya atlıyarak hayvanları sürdü:
*
Araba, tramvay garajını geçtikten sonra yol üstünde, üç katlı, kâgir, pembe boyalı bir evin önünde durdu. Arabacı, başını çevirerek, arabanın içinde büzülen genç kıza seslendi:
-Aha… geldik… Nafi Beyin evi şu.
Genç kız indi, eve doğru yürüdü, kapının önünde durakladı, elini çıngırağa uzatırken geriye çekti. Başını yukarı kaldırarak, köşkün karanlık cephesine baktı: Hiçbir odada aydınlık yoktu, pencerelerin camları, sokaktan vuran ışıklarla, karanlık bir ayna gibi parıldıyordu.
Köşkün bütün odaları ıssız. Herkesin yatmış olması, genç kızı büsbütün tereddüde düşürdü. Kapıyı çalmaya bir türlü cesaret edemiyor, korku ile etrafına bakınıyor, fena bir vaziyete düşmekten ürküyordu.
Arabacı tahakkümle:
-Haydi, çal kapıyı, bekletme, dedi.
Genç kız, âni bir cür’et hamlesiyle, titreyen ellerini çıngırağa götürdü, asabî bir hareketle parmaklarını çevirdi. Çıngırağın sesi, karanlık yolun boşluğunda uzana uzana yürüdü, sonra, derin sükût yine çöktü. Köşkün içinde hiçbir ses yoktu. Kız arabacıya ümitsiz baktı:
-Galiba yoklar…
-Çal bakalım.
Çıngırağın keskin sesi yine çınladı, yine sükût, yine köşkte hiçbir hareket işitilmedi. Arabacı, yere atlıyarak, kapının önüne geldi, içkinin söndürdüğü fersiz, kabarık, aklı gözlerini kızın yüzüne yanaştırarak, kaba, müstehzi fısıldadı:
-Anlaşıldı hanım, döneceğiz, sokakta kalacak değilsin ya… Bizim eve gideriz.
Genç kızın yorgun ve düşük omuzları çırpındı. Karakolda yatmayı hemen tercih etmişti. Zihninden müthiş ihtimaller geçirirken, son ve cılız bir ümitle, parmaklarını tekrar çıngırağa götürdü, bu sefer, şiddetle, üstüste, birkaç defa çıngırağı çevirdi, çevirdi ve bekledi.
Köşkün içinden, uzaklardan bir kapının gıcırdıyarak açıldığını, gizli, müphem gürültülerin yaklaştığını ve nihayet, terlikli bir ayağın yerlere sürtünmesinden çıkan silik ve belirsiz sesi işitti, heyecandan kabarıp inen göğsüne elini koyarak eşiğe ayağını bastı.
Büyük kapınm arkasında, boğuk bir hırıltı ile anahtar döndü, sürgü çekildi, kanat titredi ve kapı masallardaki mağara kapıları gibi, ağır ağır açıldı.
Genç kızın karşısında, saçları dağınık, gözkapakları şişmiş, dudakları sarkmış, bakışları öfkeli ve meraklı ihtiyar bir hıristiyan hizmetçi kadını vardı. Uykunun buruşturduğu gözleriyle karanlığı kovmaya çalışarak genç kıza, arabacıya, arabaya baktı, sert ve şaşkın, sordu:
-Kimi istiyorsunuz?
-Hanımefendiyi…
-Hangi hanımefendiyi?
-Nazmiye Hanım…
-Hanımefendi yok!
-Yok mu?
-Hayır!
Kadın kapının aralığını azaltarak, vücudunu kanadın arkasında gizledi. Başını uzattı, daha sert bir sesle sordu.
-Ne yapacaktınız?
-Ben uzaktan geliyorum, Nazmiye Hanımın akrabasıyım ona… misafir gelmiştim.
Hizmetçi kadın kapının aralığını biraz açtı:
-Hanımefendi yok, küçük hanımefendi var…
Genç kız anlamamıştı:
-Hangisi?
-Nevin hanım.
-Ya… iyi… amma… yattı mı acaba?
-Çoktan yattı.
Genç kız, hayatın buhranlı zamanlarında insana ani gelen bir itimad-ı nefisle kendini toplayarak, âdeta biraz âmirane:
-Uyandırınız! dedi.
Hizmetçi kadın, kızın yüzüne dikkatli bir tecessüsle baktı, sonra, kararını vererek, kapıyı üstüne kapadı. Terlikli ayaklarının sesi işitildi.
Genç kız ve arabacı, birbirlerine muhtelif hislerle bakışarak, beklediler.
Bitip tükenmeyen dakikalar geçti.
Köşkün içinden, daha fazla gürültü yapan karışık ayak sesleri duyuldu, çok geçmeden kapı açıldı, bir eliyle kombinezonunu tutup çıplak göğsünü örtmeye çalışan genç, rengi uçuk, güzelce bir kız, sürmeli gözkapaklarını kırpıp açarak geceyarısı misafirine baktı ve durakladı: Tanıyamamıştı.
Genç kız, utangaç bir eda ile ezilip büzülerek anlatmaya çalıştı:
-Tamyamadınız mı?… Ben… Mebrure… Tuhafiyeci İhsan Efendi’nin kızı…
Öteki, ince kaşlarını çatarak ölü hafızasını diriltmeye çalışıyordu; nihayet, ansızın gözlerini açtı “Ha… Evet…” diye mırıldandı, başını salladı, sonra geriye çekilerek:
-Buyurunuz! dedi.
Mebrure içeriye girdi..Fakat arabacı, sokağın karanlığında, çarpık, kambur gölgesiyle bekliyordu: Mebrure, arabacıya dönerek:
-Bari, yarın uğra.
Nevin meseleyi derhal anlıyarak kapıya geldi, arabacıya seslendi:
-Hayır, şimdi… Bekle.
Hizmetçiyi yukarı yolladı
*
Nevin, Mebrure’yi ikinci kata çıkardı. Kendi yatak odasına bitişik bir odanın kapısını açarak:
-Giriniz! dedi.
İkisi de girdiler.
Nevin elektriği yaktı: Burası, yeni mefruşatla döşenmiş, zarif bir yatak odası. İlk bakışta, göze, duvardaki iki büyük resim çarpıyor. Üniformalarını giymiş bir ferik’in divan halinde fotoğrafisi ve yağlı boya bir baş! Mebrure, sessiz adımlarla, biraz şaşkın, biraz mahcup, biraz müsterih, odanın ortasına yürüdü, döndü, minnettarlık dolu gözlerini Nevin’e çevirerek teşekkür etti, sonra hayretini gizlemedi.
-Ne kadar büyümüşsünüz… Adeta… Yetişmiş bir hanım… güzel bir hanımsınız.
-Ya siz? Siz de çok büyümüşsünüz…
Mebrure gözlerini yumdu, birkaç saniye durduktan sonra açtı.
-Dünya ne tuhaf… Sizinle küçükken ne iyi arkadaştık!
Nevin, biraz gururla, hafifçe geriye çekildi, zoraki bir tebessümle güldü, Mebrure’ye geniş karyolayı göstererek:
-Yatınız, yorgunsunuz, iyi uyuyunuz, sizi kimse rahatsız etmez, yarın görüşürüz.
Sonra birden hatırlayarak sordu:
-İstanbul’a yeni mi geldiniz?
-Evet… Bu akşam… Zaten gecikmemin sebebi evi aramak oldu. Ben sizi Taksim’de biliyordum, halbuki buraya taşınmışsınız. Evi çok aradım, çok…
Mebrure, vücutça, hisçe, fikirce yorgun, ezik, bitkin, halsiz, mecalsiz sandalyelerden birine kendini bıraktı. Cümlesine devam edemedi.
Nevin, kapıya yürüyerek, tekrar:
-Yarın, yarın görüşürüz, iyice görüşürüz.
Diyerek odadan çıktı.
Mebrure yalnız kalınca, başını eğdi, küçük avuçlarının içinde gizledi, kolları titreyerek, omuzları çırpınarak, saçlarından dizlerine kadar sarsılarak ağlamaya başladı, kendi kendisine, birkaç defa, yüksek sesle:
-Ne kadar bedbahtım… Diyerek soyundu, karyolaya girdi, hemen derin bir uykuya daldı.
Ertesi gün, sabaha karşı, güneş daha yeni doğarken gözleri açıldı. Yorganı fırlatıp atarak karyolanın içinde oturdu, etrafına yabancı yabancı baktı, sonra, kalkamayacağını anlayarak tekrar yattı: Bütün vücudunda, damarlarında, kemiklerinin oynak yerlerinde, etlerinde bir sızı, bir gevşeklik, bir uyuşukluk, bayıltıcı bir rehavet hissediyordu, uykuya çok ihtiyacı vardı ve uyudu.
İkinci uyanışında iyice gündüzdü. Vücudundaki uyuşukluk devam ediyordu, fakat uyku ihtiyacı kalmamıştı. Odanın tavan süsleri, zarif eşyaları, iki senedenberi ilk defa yattığı rahat, geniş karyola, bembeyaz, temiz örtüler, yastık yüzleri, bütün bu refah duygusu veren şeyler, Mebrure’yi canlandırıyordu. Yeniden, iyice yaşamak, saadetini aramak, mücadele etmek isteği ve kuvvetiyle doğruldu.
Karyoladan indi, terlikleri giydi, odanın bahçe üstündeki pencerelerinden birini açtı, sabahın taze havasını, ilahi bir şerbet içer gibi, derin derin içine çekti, pencerenin önünde belki bir saat oturdu. Bahçede yüksek, yetişkin çamlar vardı. Bunlardan birinin bol gölgesinde büyük, kahverengi zemin üzerine beyaz benekli, güzel ve cins bir köpek yatıyor. Bu hayvanın şuursuz, âsude ve kaygusuz yatışını seyretmek Mebrure’nin hoşuna gitti. Köpek yüzükoyun yere uzanmış, başını toprağa dayamış, kuyruğunu kıvırmış, büyük kavgalardan dönüp yorgun düşen bir kaplan gibi ihtişamlı ve soğukkanlı idi. Bu istirahati uzun sürmedi, bahçenin derinliklerinden ince ve pürüzlü bir ses:
-Napolyon.
Diye bağırdı ve köpek, başına bir kaynar su dökülmüş gibi sıçradı. İlk hamlede ayağa kalktı, arka ayaklarını geriye itip şişkin adalelerini çekerek kurt başını ileri uzatarak gerindi, çamlıkların arasında görünen genç sahibesini bekledi. Nevin, bedenini bir sis gibi örten beyaz ipek sabahlığıyla bahçenin dönemeçli yollarından birinde göründü, köpeğe yaklaştı, küçük elleriyle hayvanın yüzünü okşadı, sonra yoluna devam ederken başını yukarıya kaldırarak, pencerenin önünde oturan Mebrure’ye başıyla hafif bir selâm verdi, dudaklarının ucu ile bir:
-Bonjur…
Fısıldadı. Mebrure, Nevin’i görür görmez, içinde bulunduğu hülya âleminden çıktı. O gün ve o günden sonra ne yapacağını, kime müracaat edeceğini, nerede yatıp kalkacağını düşünmeye başladı. Bu evde hanımefendi olsaydı belki kendisine ısrar eder, birkaç gece kalmasını isterdi, fakat Nevin’le pek küçükken tanışıklıkları olduğu için ondan ne muamele göreceğini bilmiyordu.
Düşünceleri arasında odanın kapısı vuruldu ve geceki ihtiyar hizmetçi, elinde bir bohça ile içeri girdi.
Mebrure hayretle bakıyordu.
Hizmetçi, bohçayı sandalyelerden birine koyarak, izah etti: