Buz ve Ateşin Şarkısı 1
Yazların on yıllar, kışların bir insan ömrü sürebildiği diyarda, dehşetli ve soğuk zamanlar yaklaşmaktadır. Kışyarı’nın kuzeyindeki buzul topraklarda, Yedi Krallık’ı koruyan Sur’un ötesinde tehditkâr doğaüstü güçler toplanmaktadır. Savaşın tam ortasında, doğdukları topraklar kadar sert, boyun eğmez Starklar vardır. Acımasız soğuğun hüküm sürdüğü kuzeyden, uzak güneydeki sıcak zevk yurduna uzanan, leydiler, lordlar, savaşçılar, büyücüler ve katillerle dolu öykü, korkunç kehanetlerin işaret ettiği bir devirde başlamaktadır. Komplo, trajedi, ihanet, zafer ve dehşet dolu olayların ortasında Starklar’ın, dostlarının ve düşmanlarının kaderi bıçak sırtındadır. Hedef, en ölümcül savaş olan taht oyununda muzaffer olmaktır.
George R. R. Martin türünün sınırlarını zorladığı Taht Oyunları ile bir şaheser ortaya koyuyor. Dünyanın dört bir yanındaki fantastik edebiyat okurlarını kesinlikle memnun edecek epik serinin ilk cildi gizem, entrika, aşk ve macera dolu sayfalarıyla büyülüyor.
“Kendisinden her zaman en iyi işleri beklediğim George R. R. Martin beni asla şaşırtmıyor.”
Robert Jordan
“Muhteşem bir öykü, muhteşem bir tarihi fantastik yapıt! Göz kamaştırıcı.“
Anne McCaffrey
“Muhtemelen gelmiş geçmiş en iyi epik fantastik eser.”
Marion Zimmer Bradle
“Döneminin başat fantastik kitabı Okumamak mümkün değil.”
The Denver Post
“George R. R. Martin en iyi bilim kurgu yazarlarımızdan. Taht Oyunları da onun en iyi kitaplarından biri.”
Raymond E. Feist
“Hem romantik hem gerçekçi.”
Chicago Sun-Times
***
GİRİŞ
Ormana karanlık çökmeye başlarken, “Artık geri dönmeliyiz,” diye ısrar etti Gared. “Yabanıllar öldü.”
“Ölüler seni korkutuyor mu?” diye sordu Sör Waymar Royce. Yüzünde belli belirsiz bir gülümseme vardı.
Gared atılan yemi yutmadı. Yaşlı bir adamdı, ellisini geçmişti ve nice küçük lordun gelip geçtiğine şahitlik etmişti. “Ölü ölüdür,” dedi. “Bizim ölülerle işimiz olmaz.”
“Gerçekten öldüler mi?” diye fısıltıyla sordu Royce. “Öldüklerine dair kanıtımız var mı?”
“Will görmüş,” diye cevap verdi Gared. “Will’in sözü benim için yeter kanıttır.”
Will er ya da geç bu laf dalaşının içine çekileceğini biliyordu. Konu bir an önce konuşulsun da bitsin istiyordu. “Ölü adamlar şarkı söylemez, derdi annem,” diyerek karıştı lafa.
“Sütannem de aynı şeyi söylerdi Will,” diyerek karşılık verdi Royce. “Seni emziren bir kadından duyduğun hiçbir şeye inanma. Ölülerden bile öğrenebileceğin şeyler var.” Yüksek sesi alacakaranlık çökmüş ormanda yankılandı.
“Önümüzde epey uzun bir yol var,” diye hatırlattı Gared. “Sekiz günlük yol, belki dokuz. Koyu karanlık çökmek üzere.”
Sör Waymar Royce karanlık onu hiç ilgilendirmiyormuş gibi gökyüzüne baktı. “Günün bu saatlerinde hep olan şey. Yoksa karanlıkta erkekliğin mi gidiyor Gared?”
Will, Gared’ın dişlerini sıktığını, kalın siyah pelerininin başlığı altında gizlenmiş gözlerindeki zar zor bastırılmış öfkeyi görebiliyordu. Gared, Gece Nöbetçileri’nde tam kırk yılını geçirmişti, hem bir çocuk hem de bir erkek olarak. Alay konusu olmaya alışık değildi. Ama Gared’dan yükselen tek duygu öfke değildi. Will bu yaşlı adamın yaralanmış gururunun altında başka bir şey olduğunu hissediyordu. Derin bir korkuya dönüşmesi an meselesi olan gerginliğin tadı adeta ağzına geliyordu.
Will, Gared’ın huzursuzluğunu paylaşıyordu. Dört yıldır Sur’daydı. Sur’a ilk yollandığında daha önce duyduğu bütün hikâyeler bir anda aklına gelmiş ve bağırsakları çözülmüştü. Bütün bunlara gülmüştü daha sonra. Çıktığı yüz kadar orman keşfinin sonrasında artık kıdemliydi ve güneylilerin Tekinsiz Orman dedikleri sonsuz karanlık, bu el değmemiş ıssızlık onu korkutmuyordu.
Bu geceye kadar. Bu gece bir şeyler başkaydı. Bu geceki karanlığın tüyleri diken diken eden bir keskinliği vardı. Dokuz gündür at üstünde, yoldaydılar. Önce kuzeye ve kuzeybatıya, ardından yine kuzeye, bir grup yabanıl akıncının peşinde Sur’dan gittikçe uzaklaşıyorlardı. Her gün bir öncekinden kötüydü ama bugün en beteriydi. Kuzeyden dondurucu bir rüzgâr esiyor, ağaçları kanlı canlı yaratıklarmış gibi hareket ettiriyordu. Will soğuk, merhametsiz ve onu hiç sevmeyen bir şeyin gözlerini üzerinde hissediyordu. Gared da hissetmişti aynı şeyi. Will’in tek istediği atını cehennemden kaçıyormuşçasına sürüp Sur’un güvenli havasını solumaktı. Ama bu kumandanınızla paylaşabileceğiniz bir arzu değildi.
Özellikle de böyle bir kumandanla.
Sör Waymar Royce çok sayıda varisi olan köklü bir ailenin en genç oğluydu. On sekiz yaşın bütün yakışıklılığına sahip, vakur, gri gözlü, bıçak gibi ince ve keskin bir genç adamdı. Simsiyah ve dev gibi savaş atının üstünde, küçük atlarının sırtında oturan Will ve Gared’a yukarıdan bakıyordu. Siyah deri çizmeler, siyah yün pantolon, siyah köstebek derisinden eldivenler, kat kat yün ve kaynatılmış deri üzerine geçirilmiş parlak örgü metalden siyah zırhını giyiyordu. Gece Nöbetçileri’nin Yeminli Kardeşler’inden biri olalı daha altı ay olmamıştı fakat kimse onun için bu yolculuğa yeterince hazır değil diyemezdi. En azından gardırobu göz önüne alındığında.
Pelerini şıklığının tacıydı. Samur kürkünden yapılmış, siyah, kalın ve günah kadar yumuşak. “Bahse girerim hepsini elleriyle öldürmüştür.” Kışlada, şarap eşliğinde anlatmıştı Gared. “Kudretli savaşçımız onların küçük kafalarını kendi elleriyle büküp koparmıştır.” Dinleyen herkes kahkahalara boğulmuştu.
Küçük atının üzerinde soğuktan titreyen Will, içerken hakkında kahkahalar attığın gencecik bir adamdan emir almak zor, diye düşündü. Gared da aynı şeyi hissediyor olmalıydı.
“Mormont izlerini sürmemiz gerektiğini söyledi, biz de sürdük,” dedi Gared. “Öldüler. Artık bizim için sorun değiller. Önümüzde zorlu bir yol var. Bu havadan hiç hoşlanmadım. Eğer kar başlarsa dönüşümüz iki haftayı bulur. Kar başımıza gelebilecek en iyi şey aslında. Hiç buz fırtınasına yakalandınız mı lordum?”
Lord, Gared’ın söylediklerini duymamış gibi görünüyordu. Biraz sıkılmış, biraz dikkati dağılmış halde gittikçe koyulaşan alacakaranlığa bakıyordu. Will, bu ruh halindeyken rahatsız edilmemesi gerektiğini öğrenecek kadar vakit geçirmişti şövalyeyle birlikte. “Bana neler gördüğünü tekrar anlat Will. Bütün ayrıntılarıyla, hiçbir şeyi atlamadan.”
Will, Gece Nöbetçileri’ne katılmadan önce bir avcıydı. Daha doğrusu kaçak bir avcıydı. Mallister hürsüvarileri onu Mallister ormanlarında, elleri kana bulanmış halde Mallister geyiklerinden birini yüzerken yakalamıştı. Will ya siyahları giyecek ya da bir eli kesilecekti. Ormanda kimse Will kadar sessiz hareket edemezdi ve kara kardeşlerin bu yeteneği keşfetmesi uzun sürmemişti.
“Kampları buradan yaklaşık iki mil uzakta, şu görünen bayırın arkasında, bir dere kenarında,” diye anlatmaya başladı Will. “Cesaret edebildiğim kadar yaklaştım. Kadınlı erkekli sekiz kişilerdi. Görebildiğim kadarıyla hiç çocuk yoktu. Büyük bir kayaya yaslanan bir baraka yapmışlardı. Gerçi kar üzerini iyice örtmüştü ama yine de seçiliyordu. Ateş yoktu ama ateş çukurları gün gibi ortadaydı. Uzun zaman kıpırdamadan onları izledim. O zamana kadar hiçbir insan evladı o kadar hareketsiz durmamıştır.”
“Kan gördün mü?”
“Doğrusunu isterseniz, hayır,” dedi Will.
“Hiç silah var mıydı?”
“Birkaç kılıç, bir iki yay, bir adamın da baltası vardı. Epey ağır görünüyordu. Çift bıçaklı zalim bir demir parçası. Tam yanında yerde, elinin altında duruyordu.”
“Cesetlerin duruşlarını hatırlayabiliyor musun?”
Will omuz silkti. “Birkaçı kayaya yaslanmış duruyordu. Çoğu yerde yatıyordu. Düşmüşler gibi. Ölü gibi.”
“Ya da uyuyor gibi,” diyerek araya girdi Royce.
“Düşmüş gibi, ölü gibi,” diye ısrar etti Will. “Demir ağacının orada, dalların arkasında tam göremediğim bir kadın vardı. Uzakgörenlerden.” Belli belirsiz gülümseyerek devam etti. “Beni görmediğinden emin oldum. Yaklaştığımda onun da diğerleri gibi kımıldamadığını fark ettim.” Hiç ummadığı bir şekilde titredi.
“Üşüdün mü?” diye sordu Royce.
“Biraz,” diye mırıldandı Will. “Rüzgârdan lordum.”
Genç şövalye kır saçlı silahlı adamına döndü. Buz tutup yere düşmüş yapraklar fısıltıyla konuşuyor gibiydi. Royce’un savaş atı huzursuzca kıpırdadı. “Sence bu adamları ne öldürmüş olabilir Gared?” diye sordu en rahat tavrıyla. Uzun samur pelerinin kıvrımlarını düzeltti.
“Soğuk,” dedi Gared demir sertliğinde, kendinden emin bir tavırla. “Soğuk öldürmüştür. Geçen kış soğuğun can aldığını gördüm. Çocukluğumun sonuna denk gelen bir önceki kışta da. İnsanlar on beş metreye kadar yükselen kardan ve buz fırtınalarının kuzeyden ulurcasına gelişinden bahseder. Asıl düşman soğuktur. Soğuk, Will’den bile sessiz çöker insanın üzerine. Önce titrersin ve dişlerin birbirine çarpmaya başlar. Ayaklarını yere vurur, şahane şaraplar ve ısıtan güzel ateşler hayal edersin. Yakar. Evet yakar. Hiçbir şey soğuk yakmasına benzemez. Fakat sadece kısa bir zaman için. Sonra içine girmeye başlar, bedenini doldurur. Savaşmaya gücün kalmaz. Olduğun yerde öylece durmak, usulca uykuya dalmak daha kolay gelir. Sona doğru yaklaşırken hiç acı çekmediğini söylerler. Önce zayıf düşer, uyku bastırmış gibi olurmuşsun. Ardından yavaş yavaş kaybolmaya başlarmış etraftaki her şey. Ilık sıcak sütten bir denize gömülür gibi. Huzurlu bir bakıma. Huzurlu bir ölüm yani.”
“Bu nasıl bir belagat Gared,” diye iltifat etti Sör Waymar. “Böyle bir hitabet yeteneğin olduğundan şüphem yoktu zaten.”
“Bir zamanlar soğuk benim de içime girdi lordum,” dedi Gared. Pelerininin başlığını indirdi, bir zamanlar kulaklarının olduğu yeri gösterdi. “İki kulak, üç ayak parmağı ve sol elimin küçük parmağı. Ama ben yine de ucuz kurtuldum. Kardeşimi nöbette buz tutmuş bulduk. Yüzünde bir gülümseme ile donmuştu.”
Sör Waymar omuz silkti. “Seni daha sıcak tutacak şeyler giymelisin Gared.”
Gared genç lorda ters ters baktı. Üstat Aemon’ın donmuş kulaklarını kestiği yerdeki iki boşluk öfkeyle kıpkırmızı kesildi. “Kış iyice bastırdığında giysilerinizin sizi ne kadar sıcak tutabileceğini göreceğiz lordum,” dedi. Başlığını kafasına çekti. Sessizce ve kasvet içinde atının üstünde kamburlaştı.
“Eğer Gared onları soğuk öldürdü diyorsa…” diyerek konuşmaya başladı Will.
“Sen geçen hafta nöbet tutmuş muydun Will?”
“Evet lordum.” On küsur lanet nöbet olmuştu ki görevlendirilmediği tek bir hafta bile yoktu. Ne demeye çalışıyordu bu genç adam?
“Sur’un durumunu nasıl buldun peki?”
“Sur ağlıyordu lordum,” dedi asık suratıyla. Artık küçük lordun lafı nereye getirmeye çalıştığını da anlamıştı. Sur ağlıyordu, yani ıslaktı. “Donmuş olamazlar. Sur ağlıyorsa o kadar soğuk yok demektir.”
Royce başıyla onayladı. “Zeki çocuk. Evet, geçen hafta birkaç hafif don yaşadık. Kısa, şiddetsiz kar yağışları da vardı ama sekiz yetişkin insanı donduracak zalimlikte bir soğuk olmadı. Üstelik bu insanlar kat kat deri ve kürk giyinmiş. Ayrıca barakaları ve ateşleri olduğunu da size hatırlatmak isterim.” Şövalye kendinden emin ve kibirle gülümsüyordu. “Will, şimdi bize yolu göster. Bu ölüleri bizzat görmek istiyorum.”
Yapılacak bir şey yoktu. Emir verilmişti. Görev onuru gereği emre uymakla yükümlülerdi.
Will en önden gidiyordu. Tüyleri kabarık küçük atına, yerdeki çalılıklar ve çer çöp içinde dikkatli adımlar attırmaya çalışıyordu. Bir gece önce hafif bir kar yağmıştı. Karın altı dikkatsiz ve tedbirsizler için tehlikelerle doluydu. Kar tabakasının altında taşlar, tökezletecek kökler ve gizli çukurlar vardı. Ağır ağır ilerleyen Will’in arkasından sabırsızca homurdanan dev siyah atıyla Sör Waymar Royce geliyordu. Bu savaş atı orman keşfi için hiç uygun değildi ama bunu küçük lorda anlatmak imkânsızdı. Ga red en arkadaydı. Silahlı yaşlı adam kendi kendine mırıldanarak at sürüyordu.
Alacakaranlık koyulaştı. Bulutsuz gökyüzü derin bir mora döndü, eski bir çürüğün rengi gibi. Derken morluk siyaha devrildi. Yıldızlar üçer beşer görünmeye başladı. Yarım ay gökyüzündeki yerini aldı. Will ışık için şükrediyordu.
“Daha süratli gidebiliriz,” dedi Royce, ay tam anlamıyla parlamaya başladığında.
“Bu atla olmaz,” dedi Will. Korkusu onu küstahlaştırmıştı. “Belki lordum öne geçip bize öncülük etmek ister?”
Sör Waymar Royce cevap vermeye tenezzül etmedi.
Ormanın derinliklerinde bir kurt uludu.
Will yaşlı ve eğri büğrü bir demir ağacının altına sürdüğü atından indi.
“Neden duruyorsun?” diye sordu Sör Waymar.
“Bundan sonrasını yürümek çok daha akıllıca lordum. Zaten hemen şu bayırın ardındalar.”
Royce bir an durakladı. Yüzünde düşünceli bir ifadeyle uzaklara doğru baktı. Soğuk rüzgâr ağaçların arasından fısıldıyor gibiydi. Muhteşem samur pelerini sanki canlıymış gibi rüzgârla havalandı.
“Burada bir terslik var,” diye mırıldandı Gared.
Genç şövalye küçümser gibi gülümsedi. “Öyle mi?”
“Hissedemiyor musunuz? Karanlığa kulak verin.”
Will hissedebiliyordu. Dört yıldır Gece Nöbetçileri’ndeydi ama hiç bu kadar korktuğunu hatırlamıyordu. Neydi bu?
“Rüzgâr. Yaprakların hışırtısı. Bir kurt. Erkekliğini alıp götüren hangi ses Gared?” Gared’ın cevap vermediğini gören Royce zarif bir hareketle atından indi. Hayvanı diğerlerinden epey uzaktaki alçak bir dala bağladı. Uzun kılıcını kınından çıkardı. Kabzasındaki muhteşem mücevherler ay ışığında parlıyor, ışık kusursuz çeliğin üzerinden akıyordu. Silah bir şaheserdi. Kalede dövülmüş ve görüntüsünden anlaşıldığı kadarıyla daha yeni yapılmıştı. Will bu kılıcın gerçek bir öfkeyle hiç savrulmadığını düşündü.
“Ağaçlar burada epey sıklaşıyor lordum. Korkarım kılıcınız size engel olur. Bir bıçak kullanmanız çok daha iyi,” diye uyardı Will.
“Emir almak istersem söylerim Will,” diye yanıtladı genç lord. “Gared, burada kal ve atlara göz kulak ol.”
Gared atından indi. “Ateş lazım olacak, ben hallederim,” dedi.
“Bu kadar aptal olamazsın ihtiyar. Eğer bu ormanda düşmanlarımız varsa ateş ihtiyacımız olan son şey bile değil.”
“Ateşle korunduğumuz düşmanlarımız da var lordum. Ayılar, ulu kurtlar ve… ve başka şeyler…”
Sör Waymar Royce’un dudakları öfkeyle bir çizgi halini aldı. “Ateş yok dedim.”
Gared’ın başlığı yüzünü kapatıyordu ancak Will yaşlı adamın şövalyeye bakışındaki keskin öfkenin parlaklığını görebiliyordu. Bir an için yaşlı adam kılıcını çekecek diye endişelendi. Gared’ın kılıcı kısa, çirkin bir silahtı. Kabzasının rengi terden atmıştı. Kenarı yıllardır kullanılmaktan aşınmıştı ama Gared kılıcına davranırsa Will şövalye üstüne beş kuruş iddiaya girmezdi.
Gared sonunda öfkesini kontrol altına alarak yere baktı. “Ateş yok,” diye mırıldandı.
Royce bu sözü itaat kabul ederek Will’e döndü. “Yolu göster.”
Will çalılıklar arasında ilerlemeye başladı. Daha önce altında durup etrafı seyrettiği muhafız ağacının olduğu bayıra doğru yürüdü. İnce bir kar tabakası altında kalan yol nemliydi ve çukurlarla doluydu. Kaygan ve taşlı zemin insanı kolaylıkla tökezletip düşürecek gizli köklerle sarılıydı. Will hiç ses çıkarmadan tırmanıyordu. Arkasından gelen küçük lordun zırhından gelen yumuşak metal şıngırtısını, yapraklara sürtündüğünde çıkan hışırtıları duyuyordu. Soylu, uzun kılıcı ve muhteşem samur pelerini dallara takıldıkça alçak sesle küfürler savuruyordu.
Ulu muhafız ağacı tam Will’in hatırladığı gibi bayırın tepesinde göründü. En alçak dalları yerden otuz santim yükseklikteydi. Will ağacın dibine yüzüstü yattı. Gövdesi kar ve çamura gömülmüş halde aşağıdaki düzlüğü izlemeye başladı.
Bir an kalbinin durduğunu sandı. Nefes almaya cesaret edemiyordu. Düzlük ay ışığında gayet net görünüyordu. Ateş çukurundaki küller, üzeri karla kaplanmış baraka, dev kaya, yarı donmuş küçük dere, işte her şey aynen birkaç saat önce bıraktığı gibiydi.
Ama gitmişti, bütün cesetler gitmişti.
“Tanrılar!” diye bir ses geldi arkasından. Sör Waymar Royce bayırın tepesine ulaştığında kılıcıyla bir dalı kesti. Elinde uzun kılıcı, sırtında rüzgârla kabaran samur pelerini, sanki ay ışığında onu herkes görebilsin istiyormuş gibi muhafız ağacının tam yanında bütün ihtişamıyla ayakta duruyordu.
“Yatın yere!” diye telaşla fısıldadı Will. “Bir terslik var.”
Royce kımıldamadı. Aşağıdaki boş düzlüğe bakıp gülümsedi. “Anlaşılan senin ölüler başka bir kamp kurmaya karar vermiş Will,” dedi.
Will’in dili tutulmuştu. Bildiği kelimelerin hepsi onu terk etmiş gibiydi. Bu imkânsızdı. Gözleri, boşalmış kamp alanını baştan aşağı tarıyordu; sonunda baltada durdu. Çift taraflı büyük savaş baltası tam olarak son gördüğü yerde duruyordu. Dokunulmamıştı. Kıymetli bir silah…
“Ayağa kalk Will,” diye emretti Sör Waymar. “Burada kimseler yok. Bir çalının altında saklamana izin veremem.”
Will istemeyerek de olsa emre itaat etti.
Sör Waymar memnuniyetsizliğini gizlemeye çalışmadan Will’e bakıyordu. “İlk keşif gezimden Kara Kale’ye ellerim bomboş dönmeyeceğim. Bu adamları bulacağız!” dedi. Hızlıca etrafına bakındı. “Ağaca çık. Çabuk. Bir ateş görecek misin, bak.”
Will tek kelime etmeden döndü. Tartışmak hiçbir şeye yaramayacaktı. Rüzgâr şiddetini arttırmıştı ve soğuk içine bıçak gibi işliyordu. Heybetli yeşil gri muhafız ağacına yöneldi. Tırmanmaya başladı. Ellerinin reçineye bulanması uzun sürmedi. Ağacın dikenleri arasında kayboldu. Hazmetmesi imkânsız bir yemek gibi bağırsaklarında birikmişti korku. Ormanın isimsiz tanrılarına bir dua fısıldadı. Ellerini daha rahat kullanabilmek için kınından çıkardığı kamasını dişlerinin arasına aldı. Ağzındaki metal tadı garip bir huzur duygusu veriyordu.
Aşağıda kalan küçük lordun, “Kim var orada?” diye bağırdığını duydu aniden. Will meydan okumadaki tereddütü hissetmişti. Tırmanmayı bıraktı. Dinlemeye, izleme başladı.
Orman cevapladı: Yaprakların hışırtısı, derenin buzlu akışı, uzaktaki bir kar baykuşunun ötüşü.
Ötekiler, ses vermedi.
Will gözünün ucuyla, hareket eden bir şeyler gördü. Ormanın içinde adeta kayarak hareket eden solgun şekiller. Kafasını çevirdi. Karanlığın içinde salınan beyaz bir gölge fark etti. Ardından yok oldu gölge. Ağacın dalları rüzgârla birlikte zarifçe hareket ediyor, ahşap parmakları birbirine vurup sesler çıkarıyordu. Will aşağıda kalan soyluyu uyarmak için ağzını açtı fakat konuşamadı. Sözcükler boğazında donmuş gibiydi. Belki yanılıyordu. Belki de gördüğü şey sadece bir kuştu. Kara düşen bir yansıma. Ay ışığının aldatmacası. Hem, gerçekten, ne görmüştü ki?
“Will, neredesin?” diye seslendi Sör Waymar. “Bir şey görebiliyor musun?” Elinde kılıcı, tedirgin bir halde dönüp duruyordu. Gölgeleri o da hissetmiş olmalıydı ama tıpkı Will gibi o da bir şey görüp görmediğinden emin değildi. “Bana cevap ver Will! Hava neden bu kadar soğudu?”
Hava gerçekten soğumuştu. Will titreyerek tutunduğu dala sıkı sıkı sarıldı. Yüzü muhafız ağacının dev gövdesine yaslanmış haldeydi. Ağacın tatlı ve yapışkan reçinesini suratının her yerinde hissediyordu.
Ormanın karanlığından bir gölge çıkıp geldi. Royce’un tam önünde durdu. Uzundu. Eski kemikler gibi sert ve inceydi. Teni süt kadar beyazdı. Gölge hareket ettikçe zırhı renk değiştiriyor gibiydi. Önce yeni yağmış kar kadar beyaz, ardından gölgeler kadar kara, bazen ağaçların derin yeşil grisi üzerine damlamış gibi benekli. Gölge hareket ettikçe ay ışığı yakamoz gibi zırhın üstünde parlıyordu.
Will, Sör Waymar Royce’un tıslayarak konuştuğunu duydu. “Daha fazla yaklaşma!” diyerek uyardı soylu, karşısına çıkan şeyi. Sesi ergen çocuklarınki gibi çatallı çıkmıştı. Uzun samur kürkünü daha rahat savaşabilmek için omuzlarının arkasına attı ve kılıcını iki eliyle sıkı sıkı tuttu. Rüzgâr durmuştu. Çok soğuktu.
Öteki, sessiz adımlarla öne doğru geldi. Elinde Will’in bu zamana kadar benzerini görmediği bir uzun kılıç vardı. İnsan evladının bildiği hiçbir metal karışmamıştı bu kılıcın alaşımına. Ay ışığı altında canlı gibiydi, yarı şeffaftı. Kristalden bir dilimdi adeta. O kadar inceydi ki kenarından bakıldığında görünmüyordu. Kenarlarında belli belirsiz gerçek dışı mavi bir ışık peydah lanıyordu sonra. Will bir şekilde bu kılıcın her türlü usturadan daha keskin olduğunu hissetti.
Sör Waymar cesurca meydan okudu. “Haydi dans et benimle öyleyse.” Kılıcını küstahça başının üzerine kaldırdı. Elleri kılıcın ağırlığıyla titredi. Belki de soğuktu onu titreten. Ama tam o anda, Will bu genç soylunun artık bir çocuk olmadığını biliyordu. O, Gece Nöbetçileri’ndeki erkeklerden biriydi şimdi.
Öteki duraksadı. Will onun gözlerini görebiliyordu. Mavi. Hiçbir insan evladının sahip olmadığı kadar derin, başka bir mavi. Buz gibi yakan bir mavi. O mavi gözler yüksekte titreyen uzun kılıca sabitlenmişti; metalin üzerinden akan ay ışığına bakıyordu. Will sadece bir kalp atışı süresince umutlanmaya cesaret etti.
Gölgelerin arasından sessizce çıktılar. İlkinin ikiziydi sanki hepsi de. Üç tane… dört… beş… Sör Waymar onlarla gelen keskin soğuğu hissetmiş olmalıydı ama onları ne gördü ne de duydu. Will’in bağırarak onu uyarması gerekirdi. Onun göreviydi bu. Bağırırsa ölecekti. Titredi, sıkıca ağaca sarıldı ve sessizliğini bozmadı.
Solgun kılıç titreyerek havayı böldü.
Sör Waymar solgun kılıcı çeliğiyle karşıladı. İki kılıç birbirine değdiği anda metalin metale çarpışında çıkan o tanıdık ses duyulmadı. İnsan kulağının zar zor duyabileceği, yüksek perdeden tiz bir ses yankılandı. Acı içinde kıvranan bir hayvanın çığlığına benziyordu. Royce ikinci darbeyi karşıladı, ardından üçüncüsünü ve bir adım geri çekildi. Yeni bir hamleyi savuşturdu ve sonra yine geri çekildi.
Sağında, solunda, arkasında, Ötekiler’den oluşan bir izleyici grubu sessizce, sabırla, ifadesiz duruyordu. Eşsiz zırhlarının değişen renkleri onları ormanın içinde neredeyse görünmez kılıyordu ama dövüşe müdahale etmek için kıpırdamıyorlardı bile.
Kılıçlar tekrar ve tekrar buluştu. Will kulaklarını kapatmak, kılıçlar çarpıştıkça çıkan tuhaf, inleyen sesi duymamak istiyordu. Sör Waymar artık soluk soluğa kalmıştı. Burnundan çıkan nefes buhara dönüşüyordu. Kılıcı bembeyaz buz tutmuştu. Öteki’nin kılıcı aynı mavi ışıkla dans ediyordu.
Royce savunma yapmak için bir an geç kaldı. Öteki’nin solgun kılıcı soylunun metal örgü zırhını tam kolunun altından deldi. Soylu acı içinde bir çığlık attı. Zırhın örgüleri arasından sızmaya başlayan kanın, soğuk havada buharı tütüyordu. Kan damlaları kara düşer düşmez kızıl köz parçaları gibi görünüyordu. Sör Waymar elini darbe aldığı yere götürdü. Köstebek derisi eldivenleri akan kanı emdi.
Öteki, Will’in bilmediği bir dilde konuşmaya başladı. Sesi kış soğuğunda donmuş bir göl yüzeyinin çatlaması gibiydi ve ağzından çıkan kelimelerin alay yüklü olduğu anlaşılıyordu. Royce ihtiyacı olan öfkeyi tekrar bulmuş gibi, “Robert için!” diye haykırdı ve hırıldanmaya başladı. Buz tutmuş uzun kılıcını iki eliyle havaya kaldırdı. Bütün gücüyle salladığı kılıç hasmının yanına indi. Öteki’nin savunması neredeyse tembelceydi.
Kılıçlar buluştuğunda çelik toza dönmüştü.
Ormanın karanlığında bir çığlık yankılandı ve uzun kılıç yüzlerce ince parçaya bölündü. Kılıç kıymıkları bir iğne yağmuru gibi etrafa saçıldı. Royce dizlerinin üstüne çöktü. Feryat ediyordu. Elleriyle gözlerini kapadı. Kan parmaklarının arasından akıyordu.
İzleyiciler gizli bir işaret almışçasına aynı anda yavaşça ileri doğru hareketlendi. Ellerindeki kılıçlar ölüm gibi, sessiz inip kalkıyordu. Merhametsiz ve soğuk bir kıyımdı. Solgun kılıçlar soylunun zırhını ipekmişçesine kesiyordu. Will gözlerini kapadı ama saçaklardan aşağı sarkan buzlar kadar delici kahkahaları duyabiliyordu.
Gözlerini tekrar açmaya cesaret ettiğinde aradan uzun zaman geçmişti ve artık bayırda kimseler yoktu.
Nefes almaktan bile korkarak ağaçta kaldı. Ay simsiyah gökyüzünü bir uçtan diğerine sürünerek geçiyordu. Sonunda kramp girmiş kasları ve soğuktan iyice uyuşmuş elleriyle ağaçtan inmeye başladı.
Royce’un bedeni sırtüstü karın üzerinde yatıyordu. Bir kolu fırlamıştı. Kalın samur kürkü birçok yerinden kesikti. Böyle cansız bedeniyle yerde yatarken Royce’un ne kadar genç olduğu görülebiliyordu. Daha çocuktu.
Will birkaç adım ötede soylunun kılıcından geriye kalanları gördü. Kılıcın ucu yıldırım çarpmış bir ağacın dalı gibi çatallaşmış, bükülmüştü. Dikkatlice etrafına baktı ve kılıcı aldı. Bu kırık kılıç bir ipucu olacaktı. Gared kılıcı gördüğünde neler olup bittiğini, neyle karşılaştıklarını anlayabilirdi. O anlamazsa Yaşlı Ayı Mormont ya da Üstat Aemon mutlaka bilirdi. Gared hâlâ atların yanında onları bekliyor muydu acaba? Acele etmeliydi.
Will doğruldu. Sör Waymar Royce hemen başında, ayaktaydı.
O kıymetli kıyafetleri paçavraya dönmüştü. Suratı darmadağındı, harabeydi. Kılıcından fırlayan bir kıymık sol göz kapağına saplanmıştı.
Sağ gözü açıktı. Gözbebeği mavi bir alevle yanıyordu sanki. Bu göz görüyordu. Canlıydı!
Kırık kılıç hissiz ellerinden kayıp yere düşerken Will dua etmek için gözlerini kapadı. Uzun zarif eller yanaklarını okşadı ve ardından boğazına sıkı sıkı yapıştı. En iyi köstebek derisinden yapılmış eldivenler kanla yapış yapış olmuştu ama dokunuşları buz gibiydi….