Hayaletler, cadılar, hortlaklar ve karanlık… Bir solukta okuyacağınız, Hampshire Book Award ödülünü alan Wardstone Günlükleri serisinin ilk kitabı Hayaletin Çırağı, sinemalarda izleyicilerin tüylerini diken diken etmeye hazırlanıyor… Bu kitabı okurken sayfaları ne kadar hızlı çevirdiğinize siz de şaşıracaksınız.
“Tüyler ürpertici varlıklarla yakınlaşmayı seven okurların arayışları sona erdi.”
Kirkus Reviews
“Hem çocuklar hem yetişkinler için sürükleyici… çok güzel yazılmış.”
The Good Book Guide
“Heyecanlı, ama bu iş beni korkutuyor. Bu işi yapmak istiyorum, ama yapabilir miyim bilmiyorum. Bir taraftan seyahat edip yeni yerler görmek istiyorum, fakat artık burada yaşamıyor olmak çok zor. Hepinizi çok özleyeceğim. Evde olmayı özleyeceğim.”
“Burada kalamazsın,” dedi annem “Baban artık çalışmak için çok yaşlı, bu yüzden gelecek kış çiftliğin sorumluluğunu Jack’e verecek. Ellie’nin bebeği yakında doğacak. Kuşkusuz arkasından başka bebekler de gelecek ve sonuçla burada senin için yer kalmayacak. Evet, bütün bunlar olmadan önce bu gerçeğe alışmalısın. Eve gelemezsin.”
Sesi soğuk, biraz da keskindi. Annemin benimle böyle konuştuğunu duymak kalbimi acıtıyordu, boğazıma yumruk saplanmış gibiydi ve nefes almakta güçlük çekiyordum.
İşte o anda istediğim tek şey yatağıma gitmekti, ama onun söyleyecek çok sözü vardı. Bu kadar konuştuğuna pek şahit olmamıştım.
“Yapacak bir işin var ve bu işi yapacaksın,” dedi sert bir şekilde. “Sadece yapmayacaksın, bu işi çok iyi yapacaksın. Babanla yedinci çocuk olduğu için evlendim. Ve sana sahip olabilmek için ona ahi oğul armağan etlim. Yedinin yedincisisin ve özel yeteneklere sahipsin. Yeni ustan hâlâ çok güçlü, ama en iyi zamanları artık geride kaldı ve yakında yolun sonuna gelecek. Neredeyse altmış yıldır bütün kasabayı dolaşıp görevini yerine getirdi. Yapılması gerekeni yaparak altmış yıl geçirdi. Yakında bunu yapma sırası sana gelecek. Eğer bunu sen yapmazsan kim yapacak? Kim halka göz kulak olacak? Kim onları tehlikelerden koruyacak? Kadınların ve çocukların sokaklarda, kaldırımlarda güven içinde, tehlike korkusu olmadan gezebilmelerini kim sağlayacak?”
Ne diyeceğimi bilemiyor, annemin gözlerine bakamıy ordum.
“Ben bu evdeki herkesi çok seviyorum,” dedi. Sesi yumuşamıştı. “Ama bütün bu eyalette, gerçekten bana benzeyen tek kişi sensin. Ama yine de, daha büyümesi gereken bir oğlan çocuğusun ve yedinci oğulun yedinci oğlusun. Yapılması gerekeni yapmak için yeterli ihsana ve güce sahipsin. Seninle gurur duymamı sağlayacağına eminim,”
“Pekâlâ,” dedi annem ayağa kalkarken, “Bunları konuştuğumuza sevindim. Şimdi yatma zamanı. Yarın senin için büyük gün, mümkün olduğu kadar zinde olmalısın.”
Sıcak bir gülümsemeyle bana sarıldı, ben de elimden geldiğince ona gülümsemeye çalıştım, ama odama çıktığımda yatağımın kenarında oturup boş boş duvara bakarak annemin az önce söylediklerini düşündüm.
Annem mahallede çok saygı duyulan bir kadındır. İlaçlar ve bitkiler hakkında kasaba doktorundan daha çok şey bilir ve ne zaman bir doğum söz konusu olsa ebe, hastayı anneme gönderir. Annem ‘pantolon doğum’ dediği alanda tam bir uzmandır. Bazen bebekler önce ayaklarını dışarı çıkararak doğmak ister, ama annem bu bebekleri, onlar henüz ana rahmindeyken döndürmek konusunda ustadır. Kasabada düzinelerce kadın, hayatını anneme borçludur. Her neyse, bunları hep babam anlatırdı Annem mütevazı bir insandı, bu tür şeylerden hiç bahsetmezdi. O sadece yapılması gerekeni yapardı ve benden de böyle yapmamı beklediğini biliyordum. Bu yüzden onun benimle gurur duymasını sağlamak isliyordum.
Ama babamla evlenmesinin ve benden önceki altı çocuğu doğurmasının tek sebebinin bana sahip olmak olduğunu söylerken ciddi miydi? Böyle bir şey mümkün değil gibi görünüyordu.
Olan biteni düşünürken pencereye doğru yürüdüm, yüzümü kuzeye vererek eski, sallanan sandalyede birkaç dakika oturdum.
Ay parlıyor, yeryüzündeki her şeyi gümüşi ışıklarıyla yıkıyordu. Çiftliğin arkasındaki çayırın ötesini ve çiftliğimizin sınırlarının hemen yanında, üzerinde Cellat Tepesi’nin yükseldiği kuzey otlağını görebiliyordum. Bu manzarayı seviyordum. Cellat Tepesi’nin uzaktan görünüşünü seviyordum O tepenin görünen en uzak nokta olması hoşuma gidiyordu.
Yıllardan beri. yatağa girmeden önce bu manzarayı seyretmek alışkanlığım olmuştu. O tepeyi seyredip arka tarafında neler olduğunu hayal etmeyi seviyordum. Arkasında, dört beş kilometre boyunca devam eden, yarım düzine ev, küçük bir kilise ve ondan da küçük bir okuldan ibaret olan köye uzanan birkaç tarla daha olduğunu biliyordum, ama hayal gücüm bunlara başka şeyler de ekliyordu. Bazen, arkalarında bir okyanus görünen yüksek tepeler, bir orman ya da dev kuleleri ve parıldayan ışıkları olan muhteşem bir şehir olduğunu hayal ederdim.
Ama şimdi, o [epeye bakarken, sahip olduğum korkuyu da düşünüyordum. Evet, uzaktan bakılınca çok güzel görünüyordu, ama o tepenin yakınında olmak istemiyordum. Tahmin edebileceğiniz gibi. Cellat Tepesi ismi bu tepeye boş yere verilmemişti.
Üç kuşak önce, ülkede çok büyük bir savaş patlak verdi ve kasaba halkı da bu savaşta yerini aldı. Bütün savaşların en kötüsüydü, feci bir iç savaştı. Aileler bölünmüş, bazen kardeş kardeşe savaşır olmuştu.
Savaşın son kışında köyün eteklerinde, birkaç kilometre kuzeyde büyük bir çarpışma meydana geldi. Sonunda, bu muharebeyi kazanan ordu, bu tepeye getirdiği esirlerini tepenin kuzey yamacındaki ağaçlara astı. Asılanlardan bazıları kendi adamlarıydı; düşmana karşı korkakça davrandıktan iddia ediliyordu. Fakat hikâyenin bu kısmı başka türlü de anlatılır. Derler ki o adamlar komşularına karşı savaşmayı reddettikleri için asılmış.
Jack bile çiftliğin o tarafındaki sınır çitlerine yakın çatışmayı sevmezdi ve köpekler ormanın içine iki kilometreden fazla girmezdi. Bana gelince, başkalarının hissedemediği şeyleri hissedebildiğim için kuzey otlağında çalışamazdım bile. Anlıyorsunuz değil mi, oradan bile onları duyabiliyordum. Gıcırdayan halatları, üzerlerine asılan ağırlıklara dayanamayarak inleyen ağaç dallarını duyabiliyordum. Boğulan, nefes alamayan ölüleri tepenin öte tarafından duyabiliyordum. Annem birbirimize benzediğimizi söylemişti. Evet, kesinlikle benimle aynı olan bir yönü vardı: Onun da, benim gibi, başkalarının göremediği şeyler gördüğünü biliyordum. Bir kış, ben çok küçükken ve bütün ağabeylerim
hâlâ evdeyken tepeden gelen sesler o kadar yükselmişti ki onları yatak odamdan bile duymaya başlamıştım. Ağabeylerim hiçbir şey duymamıştı, ama ben duyuyor ve uyuyamıyordum. Annem, şafak sökmeden uyanıp işe koyulması gerektiği halde, onu her çağırışımda yanıma gelmişti.
Sonunda bu işin çaresine bakacağını söyledi ve bir gece Cellat Tepesi’ne tırmanıp ağaçların arasına daldı. Geri döndüğünde ortalık sessizleşmişti ve bundan sonra da aylarca sessizlik hüküm sürdü.
Ama benzeşmediğimiz bir taraf vardı.
Annem benden çok daha cesurdu.
BÖLÜM 2
YOLDA
Gün ağarmadan bir saat önce kalkmıştım. Annem benden de önce kalkmış, en sevdiğim kahvaltıyı pastırmalı yumurta hazırlıyordu.
Son ekmek dilimimi almış, tabağıma bandırırken babam merdivenlerden indi. Vedalaşırken cebinden bir şey çıkarıp elime tutuşturdu. Bu, ona babasından ve babasına da babasından kalan bir çıra kutusuydu. Babamın sahip olduğu en değerli eşyalardan biriydi.
“Bunu almanı isliyorum oğlum,” dedi. “Yeni işinde işine yarayabilir. Yakın zamanda bizi ziyarete gel. Evden ayrılıyor olman, artık buraya dönmeyeceğin, bizi ziyaret edemeyeceğin anlamına gelmez.”
“Gitme vakti evlat,” dedi annem, son bir kez kucaklaşmak için bana doğru yürürken. “Girişte. Onu bekletme.”
Yaygara yapmayı sevmeyen bir aileydik ve vedalaşmamız çoktan bitmişti. Tek başına avluya doğru yürüdüm.
Hayalet giriş kapısının diğer yanındaydı, tan kızıllığının içinde duran kara bir siluet gibi görünüyordu…