Önce ve Sonra
Sırtımda bir Amerikan bayrağı ve kaskımda Teksas yıldızıyla yüz yaşımda, bisikletle çığlık çığlığa bağırarak saatte 120 kilometre hızla Alpler’den indikten sonra ölmek isterim. On çocuğum ve onların bile eskitemediği karım beni alkışlarken varış çizgisini son bir kez daha geçmek ve sonra, o bir zamanlar beklediğim dokunaklı ölümümle mükemmel şekilde çelişircesine, meşhur Fransız ay- çiçeklerinin bulunduğu bir tarlada yere uzanıp gururla son nefesimi vermek İsterim.
Yavaş bir ölüm bana göre değil. Hiçbir şeyi yavaş yapmam, nefes alırken bile hızlıyım ben. Her şeyi hızlı bir ritimle yaparım; hızlı yemek, hızlı uyku. Karım Kristın arabamızı kullanırken çıldırıyorum, çünkü ben yan koltukta sabırsızlıkla kıvranırken, o bütün sarı trafik ışıklarında fren yapıyor.
“Hadi ama, korkak olma!” diyorum ona.
O da bana “Lance, bir erkekle evlensene sen” diyor.
Hayatımı Tek.sas’ın arka sokaklarından Champs-Elyse- es’ye kadar her yerde bisikletimle yarışarak geçirdim ve hep ansızın ölürsem, bunun, dört çekerli Dodge’uyla beni tepetakla hendeğe yuvarlayacak bir çiftçi yüzünden olacağını düşünmüşümdür. Bu gerçekten olabilir, inanın bana. Bisikletçiler büyük kamyonlu adamlarla sürekli bir savaş içindedirler. Bana da çarptılar, hem de birçok kereler, birçok ülkede, birçok defa… Kendi kendime dikiş atmayı bile öğrendim; tüm ihtiyacınız bir tırnak makası ve dayanıklılık.
Yarış kıyafetimin altındaki vücudumu görseniz, neden bahsettiğimi anlardınız. Her iki kolum ve sürekli tıraşlı tuttuğum bacaklarım yara izleriyle dolu. Belki de kamyonlar bu yüzden üstümden geçmeye çalışıyorlar; parlak baldırlarımı görüp fren yapmaktan vazgeçiyorlar. Ama bisikletçiler tıraşlı olmak zorundadır. Çünkü yoldaki çakıllar derinize battığında, o bölgede tüy olmayınca temizleyip bandaj yapmak daha kolay oluyor.
Bir dakika önce otobanda giderken bir sonraki dakika küt diye kendinizi yüzükoyun ve toza batmış bir durumda yerde bulursunuz. Sıcak bir hava dalgası yüzünüze çarpar, yakıcı ve yağlı egzosun tadı ağzınızdadır ve tüm yapabileceğiniz, uzaklaşan stop lambalarına doğru yumruğunuzu sallamaktır.
Kanser de işte böyleydi. Tıpkı bir kamyonun sizi yoldan atması gibi ve şu an bunu kanıtlayacak yara izlerim de var. Kalbimin tam üstünde, göğsümün yukarı tarafında sondanın yerleştirildiği buruşuk bir yara mevcut. Kasığımın sağ tarafından uyluğumun üstüne kadar kesip teslislerimi çıkardıkları yerde bir ameliyat çizgisi uzanıyor. Ama esas ödülüm, kafatasımdaki, bir atın ardı ardına bıraktığı çifte izlerine benzeyen iki elerin yarım ay şekli. Bunlar beyin ameliyatından geriye kalanlar.
Yirmi beş yaşımdayken prostat kanseri oldum ve neredeyse ölüyordum. Yaşama ihtimalim % 40’tan daha azdı ve açık konuşmak gerekirse bazı doktorlarım bu risk yüzdesini verirken bile oldukça cömert davranmışlardı. Ne ölümün, ne kanserin, ne beyin ameliyatının ne de bel altı sorunlarının kokteyl partisi muhabbetlerine benzemediğini biliyorum. Ama burada bulunuşum zevkli bir sohbet için değil. Size gerçeği söylemek istiyorum. Eminim hepiniz Lance Armstrong’un nasıl olup da bu kadar önemli biri haline geldiğini ve herkes için nasıl bir esin kaynağı olduğunu, 2290 millik bir yol yarışı olan ve dünyanın en zorlu sportif yarışması olarak kabul edilen Fransa Bisiklet Turu’nu (Tour de France) nasıl kazandığını merak ediyorsunuzdur. İnancımı, sırrımı, mucizevi dönüşümü ve Greg LeMond ve Miguel In- durain gibi büyük isimlerin arasına, rekorlar kitabına nasıl girdiğimi duymak istiyorsunuzdur. Alpler’e lirik tırmanışımı. Pireneier’i kahramanca fethedişimi ve bunun nasıl hissettirdiğini öğrenmek istiyorsunuzdur. Ama aslında Fransa Bisiklet Turu hikâyenin en önemsiz kısmını oluşturuyor.
Bazı şeyleri ne söylemek, ne de dinlemek kolaydır. İlk olarak sizden, kahramanlar ve mucizelere dair düşüncelerinizi bir keniara bırakmanızı istiyorum; çünkü ben hikâye kitabı malzemesi değilim. Bu, Disneyland veya Hollywood değil. Örneğin Fransa’nın dağ ve tepelerinde uçtuğumu söyleyen yazıları okudum. Ama tepede uçulmaz; yavaş yavaş ve acı çekerek mücadele edilir ve belki, eğer çok çalışırsanız zirveye herkesin önünde varırsınız.
Kanser de bunun gibi bir şey. İyi ve güçlü insanlar da kanser olur ve kanseri yenmek için bütün doğru şeyleri yaparlar, ama yine de ölürler. Öğrendiğiniz gerçek doğru budur. İnsanlar ölür. Bunu öğrendikten sonra diğer bütün sorunlar önemsizdir. Ufak tefek görünürler.
Hâlâ neden hayatta olduğumu bilmiyorum. Sadece tahminde bulunabilirim. Sert bir mizacım var ve mesleğim bana uzak ihtimallere ve büyük engellere karşı nasıl mücadele edeceğimi öğretti. Sıkı antrenman yapmayı ve sıkı yarışmayı seviyorum. Bunlar, iyi bir başlangıç için yardımcı oldu; ama esas belirleyici unsur bunlar değildi. Hayatta oluşumun daha çok talihin bir cilvesi olduğunu düşünmeden edemiyorum.
]6 yaşımdayken Dallas’ta, aerobik’in bir devrim gibi doğduğu yer olarak kabul edilen Cooper Clinic adında güvenilir bir araştırma merkezine bir dizi testten geçirilmek için davet edildim. Orada bir doktor, ne kadar oksijen alıp kullanabileceğinizi belirleyen ‘maksimum VO; testimdeki sonuçların, karşılaştığı en yüksek değerler olduğunu söyledi. Ayrıca çoğu insandan daha az laktik asit üretiyordum. Laktik asit, vücudumuzun yorulduğunda ve yıprandığında ürettiği, ciğerlerimizin yanmasına ve bacaklarımızın ağrımasına sebep olan bir kimyasal maddedir.
Kısacası, çoğu insanın dayanabileceğinden daha fazla fiziksel baskıya dayanabilirim ve bunu yaparken de yorulmam. Bu yüzden, bu durumun yaşamamı sağladığını sanıyorum. Nefes alma konusunda, ortalamanın üstünde bir kapasiteyle doğduğum için şanslıyım. Ama böyleyken bile çoğu zaman umutsuz ve berbat bir sisin içindeydim.
Hastalığım beni aşağılarcasına kendini açığa vuruyor ve bu beni, hayatımı acımasız bir gözle sorgulamaya zorluyordu. Hayatımda utanç verici bölümler vardı; bayağılık örnekleri, yarım kalmış görevler, zaaflar ve pişmanlıklar. Kendime şu soruyu sormalıydım: Yaşarsam kim olmaya niyetleneceğim? Bir erkek olabilmek için aşmam gereken daha birçok şey olduğunu fark ettim.
Sizinle dalga geçmeyeceğim. Kanser öncesi ve sonrası olmak üzere iki Lance Armstrong var. Herkes en çok, “Kanser seni nasıl değiştirdi?” diye soruyordu. Aslında esas soru “Beni nasıl değiştirmediği” olmalıydı. 2 Ekim 1996 günü evimden ayrıldım ve bambaşka biri olarak geri döndüm. Nehir kıyısında bir evim, Porsche arabam ve bankada çabalayarak edindiğim bir servetim vardı. Dünyanın en iyi bisikletçilerinden biriydim ve kariyerim mükemmel derecede başarılı bir grafik çiziyordu. Sonra, kelimenin tam anlamıyla farklı bir insan haline geldim. Bir yönüyle, eski ben öldü ve bana adeta ikinci bir yaşam verildi. Şu an vücudum bile farklı; çünkü ilaç tedavisi sırasında önceden geliştirdiğim kasları kaybettim ve iyileştiğimde eskisi gibi değillerdi.
İşin doğrusu şu ki kanser başıma gelen en iyi şeydi. Niçin hastalandığımı bilmiyorum; ama benim için harika bir şeydi ve bundan uzaklaşmak istemiyordum. Bir günlüğüne bile olsa neden yaşamımın en önemli ve en şekillendirici olayını değiştirmek isteyeyim ki?
İnsanlar ölür. Bu gerçek, o kadar cesaret kırıcı bir şey ki bazen açıkça söylemeye bile dayanamıyorum. “O halde niçin hayatımızı devam ettirmek zorundayız?” diye sorabilirsiniz. Neden hepimiz durup, olduğumuz yere uzanmıyoruz? Ama bir gerçek daha var. İnsanlar yaşar. Bu, diğeriyle aynı derecede gerçek olan bir zıtlıktır. İnsanlar en dikkat çekici şekillerde yaşar. Hastayken, bir günde, içinde bir bisiklet yarışında göreceğimden çok daha fazla güzellik, zafer ve gerçek gördüm. Ama bunlar mucizevi değil, insanî anlardı. Sonraları başanlı bir cerrah olan, ama o sıralar yıpranmış eşofmanlarla dolaşan biriyle tanıştım. LaTrice isminde oldukça koşuşturup duran yorgun bir hemşireyle arkadaş oldum. Bana o kadar iyi baktı ki bu, sadece derinlerden gelen şefkat dolu bir yakınlığın sonucu olabilirdi. İlaç tedavisi yüzünden saçları dökülen, kirpikleri ve kaşları olmayan, ama yine de kocaman yürekleriyle savaşan çocuklar gördüm.
Bunu hâlâ tamamen anlayabilmiş değilim.
Tek yapabileceğim, size ne olup bittiğini anlatmak.
TABİİ Kİ BENDE BİR ŞEYLERİN YANLIŞ GİTTİĞİNİ BİLMELİYDİM. Ama sporcular, özellikle de bisikletçiler inkârla yaşarlar. Bütün ağrı ve acıları İnkâr edersiniz, çünkü yarışı bitirmeniz gerekir. Bu bir kendi kendini tatmin etme sporudur. Bütün gün, altı yedi saat boyunca, her türlü hava koşulunda, çakıllı, çamurlu yollarda, rüzgârda, yağmurda ve hatta dolu altında bile bisiklet üstünde olsanız da acıya teslim olmazsınız.
Her yeriniz yaralanır. Sııtınız, ayaklarınız, elleriniz, boynunuz, bacaklannız ve tabii ki bisiklete oturduğunuz kısmınız yaralanır.
Bu yüzden I996’da kendimi iyi hissetmediğimde buna çok önem vermedim. O kış sağ testisim hafifçe şişince, kendime bu durumu idare etmem gerektiğini söyledim; çünkü bunu bisiklette kendi kendime yaptığımı veya sistemimin birtakım erkeklere özgü fizyolojik bir duaımu telafi etmekte olduğunu sanıyordum. Gerçekten de her zamanki gücümle bisikletime binebiliyordum, o halde durmaya gerek yoktu.
Bisiklet, olgun şampiyonları ödüllendiren bir spordur. Yıllar süren bir çalışmanın sonucunda elde edilen bir fiziksel dayanıklılık ve sadece tecrübeyle elde edilebilecek stratejik bir kafa gerektirir. 1996’da nihayet formumun zirvesine çıkmakta olduğumu hissettim. O bahar, daha önce hiçbir Amerikalının kazanamadığı, Ardennes boyunca devam eden ve çok zorlu bir sınav olan Flèche-Wallonne Yanşı’nı ve Carolina Dağları’nda 12 gün süren 1225 millik Du Pont Bisiklet Turu’nu kazandım. Klasik bir yarış olan ve bir günde kat edilen 167 mil mesafeli Liegè-Bastogne-Liegè Yarı- şı’nda elde ettiğim ikinciliğe beş tane daha ekledim ve kariyerimde ilk kez uluslararası sıralamada ilk beşe girmek üzereydim.
Ancak Du Pont Bisiklet Turu’nu kazandığımda yarışse- verler tuhaf bir şey fark ettiler: Yarışı kazandığımda, bitiş çizgisini geçerken, çoğunlukla yumruklarımı aşağı yukarı piston gibi hareket ettirirdim. Ama o gün bisikletimin üstünde kutlama yapamayacak kadar yorgundum. Gözlerim kan çanağı gibiydi ve suratım da kıpkırmızıydı.
Bahar performanslarıma bakılacak olursa kendimden emin ve enerji dolu olmam gerekiyordu. Halbuki düpedüz yorgundum. Göğüslerimin ucu ağrıyordu. Hakkında birazcık bilgim olsaydı, bunun bir hastalık belirtisi olduğunu anlardım. Bu belirti, HCG seviyemin yükseldiği anlamına geliyordu. Hamile kadınlarda salgılanan bu hormon, testisleri kötü çalışmadığı sürece erkeklerde çok az bulunur.
Ben sadece bitkin olduğumu düşünüyor, kendi kendime. “Kahretsin! Yorulacak durumda değilsin” diyordum. Önümde sezonun en önemli iki yarışı vardı: Fransa Bisiklet Turu ve Atlanta’daki olimpiyatlar. Bu ikisi tüm çalışmalarımın amacını oluşturan en önemli iki yarıştı.
Beşinci günde Fransa Bisiklet Turu’ndan elendim. Sağanak yağış altında devam ettiğim yarışta boğaz ağrısı ve bronşit başladı. Öksürüyordum, sırtımın alt kısmı ağrıyordu ve sonuçta bisiklete binemedim. Basın mensuplarına “Nefes alamadım” dedim. Şimdi o günleri düşünüyorum da bu sözler hayra yorulmayacak sözlermiş.
Atlanta’da vücudum yine pes etti. Zamana karşı yarışta altıncı, yol yarışında ise on ikinciydim. Bu performanslar oldukça iyiydi; ama bana ilişkin beklentilerle kıyaslandığında düş kırıklığından başka bir şey değildi.
Austin’deki evime geri döndüğümde kendi kendime bunun gripten başka bir .şey olmadığını söyledim. Alttan alta süren ağrılarımın verdiği uyuşukluk hissiyle çok fazla uyuyordum. Yine de bu durumu önemsemedim ve sebep olarak uzun ve zorlu sezonu gösterdim. 18 Eyliil’de 25 yaşıma girdim ve birkaç gece sonra bir margarita makinesi kiralayıp, Jimmy Buffetfın konser vereceği bir parti düzenleyerek bir ev dolusu arkadaşımı davet ettim. O gece partinin ortasında, Plano’dan kalkıp gelen annem Linda’ya “Dünyanın en mutlu insanı benim” dedim. Yaşamımı seviyordum. Tek- sas Üniversitesi’nden Lisa Shiels adında güzel bir öğrenciyle çıkıyordum ve saygın bir Fransız takımı olan Codifis le iki yıllığına iki buçuk milyon dolarlık bir kontratı daha yeni imzalamıştım. Yeni evim harikaydı. Yapımı için aylarımı vermiştim; mimarisinin ve iç tasarımının her ayrıntısı tam istediğim gibiydi. Austin Gölünün kenarında Akdeniz tarzı bir evdi. Yüzme havuzuna bakan yüksek pencereleri ve jet ski mle deniz motorumun durduğu rıhtıma dek uzanan üstü açık bir terası vardı.
Güzel gecemi bir tek şey bozdu: Konserin tam ortasında, baş ağrısının gelmekte olduğunu fark ettim. Önce sıradan bir ağrı olarak başladı. Aspirin aldım, ama fayda etmedi. Hatta daha da kötüleşti.
Daha kuvvetli bir ağrı kesici içtim. Bir daha… bir daha… Dört tablet almıştım, ağrım hafifleyeceği yerde daha da artmıştı. Çok fazla margarita içtiğim için böyle olduğum sonucuna vararak başka margarita içmemeye karar verdim. Arkadaşım ve avukatım olan Bili Stapleton, eşi Laura’nın çantasında taşıdığı migren ilacından verdi. Üç tane aldım; ama bunlar da işe yaramadı.
Filmlerde gördüğünüz türden, insanı başını ellerinin arasına alarak dizlerinin üzerine çoktürecek, beyin çatlatan cinsten bir ağrıydı.
Nihayet pes edip eve gittim. Bütün ışıkları söndürdüm ve hareketsiz bir şekilde kanepeye uzandım. Ağrım hiç geçmedi; ama ağrıdan ve margaritalardan ötürü o kadar yorgun düşmüştüm ki en sonunda uyuyakaldım.
Ertesi sabah uyandığımda ağrı gitmişti. Kahve yapmak için mutfakta dolanırken, görüşümün biraz bulanık olduğunu fark ettim. Her şeyin kenarı yuvarlak görünüyordu. “Yaşlanıyorum galiba. Belki de gözlüğe ihtiyacım var” diye düşündüm.
Sizin anlayacağınız, her şey için bir bahanem vardı.
Birkaç gün sonra, oturma odamda Bili Stapletonla telefonda konuşurken berbat bir öksürük krizine tutuldum. Öğürdüm ve boğazımın gerisinde metalik ve acı bir şey hissettim. “Bir saniye bekle” dedim. “İşler yolunda gitmiyor.” Banyoya koşturdum. Lavaboya doğru öksürdüm.
Lavaboda kan vardı. Bakakaldım. Tekrar öksürdüm ve bir başka kırmızı akıntı geldi. Bu kanın ve pıhtımsı maddenin benim vücudumdan geldiğine inanamıyordum.
Korkmuş bir halde oturma odasına geri döndüm telefonu elime alarak, “Bili, şimdi kapamalıyım, seni daha sonra ararım” dedim. Telefonu kapayıp hemen Austin’de yaşayan, doktorum ve iyi bir arkadaşım olan Dr. Rick Parker’ı aradım. Rick evimin biraz aşağısında oturuyordu.
“Bana gelebilir misin? Kan tükürüyorum” dedim.
Rick yoldayken banyoya geri döndüm ve lavabodaki kanlı kalıntıya baktım. Birden musluğu açtım. Bu kalıntıyı yıkamak istiyordum. Bazen beni neyin güdülediğini bilmeden yaptığım şeyler olur. Rick’in bu kalıntıyı görmesini istemiyordum. Açıkçası utandım ve yok ettim onu.
Rick geldi ve burnumla ağzımı kontrol etti. Boğazımdan aşağı bir ışık tuttu ve kanı görmek istedi. Ona lavaboda kalan az miktardaki kanı gösterdim. “Aman Allahım! Kan lekesinin ne kadar büyük olduğunu ona söyleyemem, bu çok iğrenç” diye düşünüyordum. Geri kalan miktar da çok görünmüyordu.
Rick, sinüslerim ve alerjilerimden şikâyet etmeme alışkındı. Austin’de çok fazla yakubotu* ve polen vardı, buna karşın ne kadar sıkıntı çekersem çekeyim, sıkı doping kanunlarından ötürü ilaç alamıyordum. Sıkıntıya katlanmak zorundaydım.
Rick “Kanama sinüslerinden kaynaklanıyor olabilir” dedi. “Birini çatlatmış olabilirsin.”
“Harika” dedim. “O halde mesele yok.”
Epey rahatlamıştım. Rahatsızlığımın ciddi olmadığı yönündeki ilk tahmine dört elle sarılmış ve bunda kalmıştım. Rick fenerini kapadı ve ayrılırken ertesi hafta, eşi Jenny’yle birlikte beni yemeğe beklediklerini söyledi.
Birkaç gün sonra motorlu scooter’ımla Parker’ların evine doğru gidiyordum. Motorlu oyuncaklara karşı ilgim vardır ve bu motorlu scooter da en sevdiğim şeylerden biriydi. Sağ tes- tisimde o kadar ağn vardı ki motorlu scooter’da oturmak ölüm gibi geldi. Akşam yemeği sırasında da masada rahat değildim. Ancak ağırlığımı sağ tarafıma kaydırarak oturabiliyor ve kıpırdamaya korkuyordum. Çok acı verici bir durumdu.
Ne hissettiğimi Rick’e neredeyse söyleyecektim, ama kendime güvenim hiç yoktu. Bu durumun sofrada dile getirilecek bir mesele olmadığını düşündüm, zaten Rick’i kan yüzünden bir kere rahatsız etmiştim. Aklımdan, “Rick, benim yakınmayı çok seven biri olduğumu düşünecek” diye geçirerek meseleyi kendime sakladım.
Ertesi sabah uyandığımda testisini korkunç şekilde şişmişti. Neredeyse portakal büyüklüğündeydi. Giyindim, garajda askıda duran bisikletimi aldım ve her zamanki bisiklet antrenmanıma başladım; ama seleye oturamıyordıım bile. Bütün yol boyunca ayakta sürdüm ve eve öğle vakti eve dönünce isteksiz bir şekilde yine Rick’i aradım.
“Rick, testisimde bir sorun var” dedim. “Berbat derecede şişti ve bisikleti ayakta sürmek zorunda kaldım.”
Rick ciddi bir şekilde, “Hemen kontrol ettirmelisin” dedi.
O öğleden sonra beni bir uzmana götürmekte ısrar etti. Austin’de ünlü bir ürolog olan Dr. Jim Reeves’i aradık. Rick belirtilerimi açıklar açıklamaz, Reeves hemen gelmem gerektiğini, benim için bir randevu ayarlayacağını söyledi. Rick bana Reeves’in, benim sadece testis dönmesi geçirmiş olabileceğimden şüphelendiğini söyledi; ancak mutlaka gidip kontrol ettirmem gerekiyordu. Önemsemezsem testisi- mi kaybetme ihtimalim vardı.
Duş alıp giyindim ve anahtarlarımı alarak Porsche marka arabama atladım. Komik, ama ne giydiğimi tam olarak hatırlayabiliyorum: Toprak rengi pantolon ve yeşil bir gömlek. Reeves’in muayenehanesi şehrin göbeğinde, Teksas Üniversitesi’nin sade görünüşlü kahverengi tuğlalı Tıp Fa- kültesi’nin bulunduğu kampusun yakınındaydı.
Reeves, sanki bir kuyunun dibinden gelircesine derin sesiyle yaşlı bir beyefendiydi ve beni muayene ettiğinde gördüğü bulgular yüzünden cidden telaşlansa da doktor olmanın verdiği bir tavırla her şeyi rutin bir çizgide tutuyordu.
Testisim normalin üç katı büyüklükteydi ve dokunmak çok acı veriyordu. Reeves birtakım notlar aldı ve “Durumun biraz şüpheli göründü. Emin olmak için seni ultrasona göndereceğim” dedi. Tekrar giyinip arabama bindim. Laboratuvar, aynı caddede, bir başka enstitü görünümlü kahverengi tuğlalı binadaydı. İçeride ufak çaplı, karmaşık tıbbi cihazların bulunduğu ofisler ve odalar vardı. Bir başka muayene yatağına uzandım.
Bayan bir teknisyen geldi ve ultrason cihazıyla beni muayene etti. Cihaz, çubuk biçimindeydi ve algıladıklarını ekrana yansıtıyordu. Birkaç dakika içinde oradan ayrılacağımı düşünüyordum. Bu, doktorun emin olmak için yaptığı nıtin bir kontroldü.
Bir saat sonra hâlâ yataktaydım.
Teknisyen her santimetremi inceliyormuş gibiydi. Orada tek kelime etmeden yatıyor, kendime güvensizliğimi belli etmemeye çalışıyordum. Niçin bu kadar uzun sürmüştü acaba? Bir şey mi bulmuştu?
Nihayet çubuğu bıraktı ve bir şey demeden odadan çıktı.
“Hey bir dakika bekleyin” dedim.
Bu işin sıkıcı bir formalite olduğunu düşünüyordum. Bir süre sonra teknisyen daha önce ofiste gördüğüm adamla beraber döndü. Bu, şef radyoloji uzmanıydı. Bu sefer çubuğu kendisi aldı ve organlarımı incelemeye başladı. Ben hareketsiz bir şekilde uzanırken, on beş dakika kadar da o kontrol etti. Niçin bu kadar uzun sürüyordu?
Uzman, “Tamam kalkıp giyinebilirsiniz” dedi.
Giyinip çıktığımda koridorda uzmanla karşılaştım.
“Göğüs röntgeninizi çekmemiz gerekli.”
Ters ters bakarak, “Neden?” dedim,
“Dr. Reeves istedi.”
Neden göğsüme bakacaklardı ki? Orada bir sorun yoktu. Bu kez başka bir muayene odasına girdim ve elbiselerimi çıkardım. Başka bir teknisyen röntgenimi çekti.
Artık kızmaya başlıyordum; korkmaya da. Yine giyindim ve esas muayenehaneye dönmek için odadan çıktım. Koridorda tekrar uzmana rastladım. “Hey burada neler olup bitiyor? Bütün bunlar normal değil.”
“Sizinle Dr. Reeves’in görüşmesi gerekiyor.”
“Hayır, neler olup bittiğini bilmek istiyorum.”
“Şey, Dr. Reeves’in işine burnumu sokmak istemem, ama görünen o ki kendisi galiba sizde kanser türü bir şeyler olup olmadığına bakıyor.”
Donup kalmıştım.
“Of, kahretsin.”
“Röntgen sonuçlarını Dr. Reeves’e geri götürmeniz gere- kiyor.Muayenehanesinde sizi bekliyor.”
Karnımda buz gibi bir şeyler hissettim ve gittikçe de bü- yüyordu. Cep telefonumdan Rick’i aradım.
“Rick, burada bir şeyler dönüyor ve bana her şeyi anlatmıyorlar.”
“Lance neler olduğunu ben de tam olarak bilmiyorum, ama Dr. Reeves’i görmeye giderken seninle olmak istiyorum. Beni orada bekle, yanına geliyorum.”
“Tamam olur.”
Röntgen sonuçlarım hazırlanırken orada bekledim Nihayet radyolog geldi ve bana büyük bir kahverengi zarf uzattı. Reeves’in, muayenehanesinde bent beklediğini söyledi. Zarfa baktım ve göğsümün zarfın içinde olduğunu fark ettim.
Bu kötüydü. Arabama bindiğimde gözüm tekrar göğüs röntgenime takıldı. Reeves’in muayenehanesi yaklaşık 200 metre uzaklıktaydı; ama sanki bana 2, hatta 20 mil gibi gelmişti.
Arabamı park ettim. Mesai saati bitmiş, ortalık şimdiden kararmaya başlamıştı. Dr. Reeves beni bu saate kadar beklediğine göre iyi bir sebebi olmalıydı. Bu sebep de birazdan kötü haberin bana verilmek üzere olmasıydı.
Dr. Reeves’in muayenehanesine girdiğimde binanın boş olduğunu fark ettim. Herkes gitmişti ve dışarısı da karanlıktı.
Rick de geldi. Neşesiz görünüyordu. Dr. Reeves zarfı açıp benim röntgenlerimi çıkarırken ben de kendimi bir sandalyeye attım. Röntgen, fotoğraf negatifi gibi bir şey: Anormallikler beyaz olarak görünüyor. Siyah bir resim iyiye işaret; çünkü bu. organlarınızın sağlıklı olduğunu gösteriyor. Yani siyah iyi, beyaz kötü oluyor.
Dr. Reeves röntgenimi, duvardaki ışıklı tablaya koydu.
Göğsüm kar fırünasını andırıyordu.
Dr. Reeves, “Evet, bu gerçekten ciddi bir durum” dedi. “Görünen o ki, akciğerlere ciddi şekilde metastaz yapmış (sıçramış) bir prostat kanseri söz konusu.
Kanser olmuştum.
“Emin misiniz?” dedim.
“Gayet eminim” cevabım verdi Dr. Reeves.
25 yaşındayım. Peki, niye kanser olayım?
“İkinci bir uzman görüşü alamaz mıyım?”
“Tabii ki alabilirsiniz. Bunu yapma hakkınız var. Ama size şunu söylemeliyim ki teşhisimden eminim. Testisi almak için yarın sabah saat 7’de bir ameliyat ayarladım.”
Kanserdim ve hastalık ciğerlerimdeydi.
Dr. Reeves teşhisini açıkladı: Prostat kanseri. Ender görülen bir hastalıktı. ABD’de senede sadece 7 bin vaka görülüyordu. Genellikle 18-25 yaş arasındaki erkeklerde ortaya çıkıyor ve ilaç tedavisindeki gelişmeler sayesinde tedavi edilebiliyordu; ancak erken teşhis ve müdahale çok önemliydi. Dr. Reeves kanser olduğumdan emindi. Mesele, hastalığın ne kadar yayıldığındaydı? Kendisi bana Austin kökenli meşhur bir onkolog olan Dr. Dudley Youman’ı görmemi tavsiye etti. Mümkün mertebe hızlı hareket etmeliydik; her geçen gün aleyhimize işliyordu. Nihayet Dr. Reeves konuşmasını bitirdi.
Hiçbir şey söylemedim.
Dr. Reeves “İkinizi bir süreliğine yalnız bıraksam iyi olur” dedi.
Odada Rick’le yalnız kaldığımızda başımı masaya yaslayarak, “Buna inanamıyorum” dedim.
Ama itiraf etmeliydim ki hastaydım. Baş ağrıları, öksürükle gelen kan, septik anjin, otobüste bayılma ve saatlerce uyuma… Gerçekten rahatsızlık hissediyor ve bunu bir süredir taşıyordum.
“Lance, dinle beni. Kanserin tedavisinde çok fazla gelişme oldu. Tedavi edilebiliyor. Ne olursa olsun bu hastalığı yeneceğiz, bunun üstesinden geleceğiz.”
“Tamam” dedim. “Tamam.”
Rick. Dr. Reeves’i yeniden odaya çağırdı.
“Ne yapmam gerekiyor?” diye sordum. “Haydi, şununla uğraşalım. Bu şeyi öldürelim. Ne olursa olsun bunu yapalım.”
Hemen o an tedavi olmak istiyordum. O gece bile ameliyat olabilirdim. Yararı olacağını bilsem ışın silahlarını kendimde kullanırdım. Ama Dr. Reeves, ertesi sabahki prosedürü sabırla anlattı: Onkologların. kanserin yayılma oranını belirleyebilmelerini sağlayacak bir dizi testten geçmek ve kan durumuma baktırmak için sabah erkenden hastaneye gelmem gerekiyormuş. Bundan sonra testislerimi aldırmak için ameliyat olacakmışım.
Ayrılmak üzere ayağa kalktım. Yapmam gereken birçok telefon görüşmem vardı ve bunlardan birisi de annemleydi. Tek çocuğunun kanser olduğunu ona bir şekilde söylemeliydim.
Arabama binerek nehir kenarındaki evimin iki tarafı ağaçlı, dönemeçli yoluna koyuldum. Hayatımda ilk kez yavaş sürüyordum. Tek kelimeyle şoktaydım. Aman Allah’ım, bir daha hiç yanşamayacağım! Öbür bütün düşünceler; Aman Allah’ım Öleceğim; Aman Allah’ım hiç ailem olmayacak gibi şeyler bu karmaşada bir yerlere gömülmüştü; aklıma gelen ilk şey Aman Allah’ım, Bir daha hiç yanşamayacağım düşüncesi idi. Araç telefonumla Bili Stapleton’ı aradım.
“Bili, sana gerçekten çok kötü bir haberim var.”
Dalgın bir şekilde “Ne?” diye sordu.
“Hastayım. Kariyerim bitti.”
“Ne?”
“Her şey bitti. Hastayım, bir daha asla yanşamayacağım ve her şeyimi kaybetmek üzereyim.”
Telefonu kapadım.
Gaz pedalına basacak gücü bile kendimde bulmadan birinci viteste sokaklarda sürüklenirken bir yandan da sorgu- luyordum; dünyamı, mesleğimi, kendimi. 25 yaşında, çelik gibi sağlam I.ancc’i evde bırakmıştım. Kanserin her şeyimi değiştireceğinin farkındaydım. Sadece kariyerimi değiştirmeyecek, ne olduğuma dair bütün tanımlamalarımı da elimden alacaktı. Başlangıçta hiçbir şeyim yoktu. Annem Tek- sas, Plano’da sekreterdi; ama ben bisikletimin üzerinde bir şey oldum. Öteki çocuklar kulüpte yüzerken ben okuldan sonra kilometrelerce bisiklet sürüyordum; çünkü tek şansım buydu. Kazandığım her zaferin ve doların ardında litrelerce ter vardı. Ya şimdi ne yapacaktım? Ben dünya çapında bisikletçi Lance Armströng değilsem ne olacaktım?
Hasta bir insan.
Park yerime girdim. Evde telefon çalıyordu. Kapıyı açtım. Telefon hâlâ çalıyordu. Kaldırdım. Arayan, benimle birlikte çalışması için görevlendirilen Nike temsilcisi arkadaşım Scott MacEachern idi.
“Hey Lance, neler oluyor?”
“Birçok şey” dedim sinirli bir şekilde. “Birçok şey oluyor.”
“Ne demek İstiyorsun?”
“Ben, ee…”
Yüksek sesle söylememiştim.
“Ne?” dedi Scott.
Ağzımı açtım, kapadım, sonra yeniden açtım ve “Kanserim” dedim.
Ağlamaya başladım.
Ve sonra aklıma şunlar geldi: . Sadece yaptığım sporu değil yaşamımı da kaybedebilirdim.
Yaşamımı kaybedebilirdim.
önceki yazı
sonraki yazı
BENZER İÇERİKLER
- Yorumlar
- Facebook yorumları