Bu kitap Platonik Âşıklar Krallığı’nın asil vatandaşlarına adanmıştır.
Frank: Sana aşk mektubu gönderdim!
Kalbimin ta içinden, kahrolası!
Aşk mektubu nedir bilir misin?
O, kahrolası namludan çıkmış mermidir orospu!
Benden bir aşk mektubu aldığına göre sonsuza kadar işin bitmiş demektir. Anladın mı ha? Seni doğrudan cehenneme göndereceğim, orospu! (Roy Orbison’ın fonda çalan şarkısına eşlik etmeye başlar) Seninle düşlerde yürüyorum. Düşlerde seninle konuşuyorum. Düşlerde sen benimsin. Her zaman…
David Lynch
(Blue Velvet / Mavi Kadife’den)
Adam: Tamamen çaresiz sayılmayız, Barbara. Şu kitabı okuyorum ve bizim durumumuzdaki insanlar için kullanılan bir kelime var: Hayalet.
Tim Burton, Michael McDowell,
Warren Skaaren, Larry Wilson
(Beetlejuice / Beterböcek’ten)
27 Nisan 1998’i 28 Nisan 1998’e bağlayan gece, saat 5.01
Sabaha karşı beş sularında, uyku tanrısı ve düşler tanrıçası, insanları uykunun dehlizlerinde oyalarken İnönü Caddesi’ndeki ıssız karanlığı mavi bir Vosvos deldi geçti. Vosvos, İnönü Caddesi’ni enlemesine keserek Yeşilyurt’a çıkan bir sokağa girdi. Köşedeki taksi durağının daracık kulübesinde uyuklayan adam Vosvos’un gürültüsüyle gözlerini açtı, başını kaldırarak Vosvos’un hızla geçmekte olan egzoz borusunu gördü, boynunu ilgisizce kıvırdı ve yeniden uykuya daldı. Vosvos’u kullanan oğlan, bu düzlüğe yüksek bir hızla giremezse karşısına çıkan yokuşu çıkamayacağını biliyordu. Az kalmamıştı o yokuşun ortasında.
Mavi Vosvos, motorundan yükselen homurtular eşliğinde yokuşu tırmanmaya başladı. Dolunayın yalnız bıraktığı gecenin karanlığında kaydırakta tırmanmaya çabalayan, her an tepetaklak düşme ve kabuğunun üstünde saatlerce çırpınma tehlikesi ile karşı karşıya olan zavallı bir tosbağaya benziyordu. Tosbağaydı veya değildi, bu yokuşu daha önce defalarca çıkmıştı, bu sefer de çıkacak ve sahibine olan son görevini başarıyla yerine getirecekti.
Yokuşun zirvesine geldiğinde oğlan frene bastı, balatalardan gelen tıslama sesi sessizliğe bir gizem, stop lambalarından parıldayan kan kırmızısı ışık ise asfalta bir vahşet duygusu kattı. Şimdi yolun daralan kısmında bir cami ile bir apartman arasında duruyordu araba. Oğlan, sağ ayak bileğinin zorlanmasına karşın el frenini çekmemişti, gözü arabanın dijital saat göstergesindeydi: 5.04’i gösteriyordu. 5.05’i gösterdi. 5.06’yı gösterdiği anda sol tarafında duran camiden ezan sesi yükseldi. Oğlan, bozuk bir hoparlörden imamın yüksek sesle okumaya başladığı, ortalığı kesik kesik kaplayan ezanın ilk saniyelerinde el frenini çekti. El freni kolundan gelen acı mekanik çığlık, ezan sesine karışarak, oğlanın istediği gibi, insanları uykularından sıçratacak etkiyi yaratamadan tıslayarak söndü.
Oğlan ön sağ koltuğun üzerinden bir şey aldı ve dışarı çıktı. Kapıyı yavaşça kapattı. Etrafına bakındı. Yokuşun tepesine dikilmiş altı katlı apartmana doğru yürüdü. Elindeki şeyin ne olduğu karanlıkta seçilemiyordu. Apartmanın kapısını hafifçe dürttü ve kapının açılması onu şaşırttı. O saatte kapının açık olmasını beklemiyordu. O ana kadar çekingenliği ve korkaklığı yürüyüşünden bile okunan oğlanın yüzüne bir gülümseme yerleşti. “Bu kızla ilgili olarak Tanrı bana ilk kez yardım etti” diye düşündü. Sonra da “Aman ne yardım ha!” diye ekledi düşünce balonuna, ne de olsa kapının kapalı olma olasılığını da göz önünde bulundurmuş ve önlemini almıştı. Apartman girişindeki zillerde Cevat Kurtuluş isminin yanındaki düğme, anahtarını evde unutmuş olan apartman sakinlerince gizli anahtar olarak kullanılıyordu. Kız, bir geyik muhabbeti sırasında ağzından kaçırmıştı bunu.
Oğlan 7 numaralı posta kutusunu zorlamaya başladı. Belli ki elindeki şey o küçük aralıktan geçecek kadar küçük değildi. Kutunun kilidi bozuktu, bunu biliyordu, kutu hemen açıldı. Oğlanın elindeki alamet karanlıktan hâlâ seçilemiyordu. Girişteki otomata basmamıştı. Gözleri çakmak çakmak bir kedi bile onun ne olduğunu göremezdi. Posta kutusunu kapattı, apartmandan dışarı çıktı.
Oğlan, kızın posta kutusuna bir şey koyma harekâtını daha önce onlarca defa yapmıştı ama yine de alışamıyordu. Sıradanlık sınırlarını zorlamayı pek sevmeyen normal biriydi o. Bu tip davranışlarla işi olmazdı, o kızı görmemiş olsaydı. Bir kere onu görmüştü, bundan dönüş yoktu. İçine romantik bir hayalet girmişti artık, bundan böyle ona boyun eğecek ve bir kızın posta kutusuna bir şeyler bırakarak onun gasp edilmiş kalbini tekrar ele geçirmeye çalışacaktı. Armağanlarının ne kadar romantik, yaratıcı ve iyi niyetli şeyler olduğunu bilse de gecenin bir vakti bir suikastçı gibi hareket etmekten ve bu tuhaf tedirginliği yaşamaktan nefret ediyordu. Artık bu tedirginliği yaşamayacaktı. Bu son posta kutusuna aşk bombası bırakma operasyonuydu. Ve ne romantik, ne yaratıcı, ne de iyi niyetli bir şeydi. Kötüydü, tek kelimeyle.
Oğlan arabasına bindi, el freniyle beraber usta bir şoför gibi dik yokuşta arabasını kaldırdı, arkasına bakmadan bastı gitti. Yüzünde mutlu bir ifade vardı. Araba sorun çıkarmamıştı.
Karabağlar yoluna saptı, havaalanına doğru ilerliyordu. Hani şu, devlet tarafından asılarak idam edilen sonra da devlet tarafından adına havaalanı yapılan başbakan Adnan Menderes’in ismini taşıyan havaalanına gidiyordu. Saatte 50 km hızı kesinlikle geçmiyor, tek tük araba geçmesine karşın her kırmızı ışıkta duruyordu. En ufak bir trafik kazası, planını altüst edebilirdi. İşini şansa bırakamazdı.
Uçak saat 7.35’te kalkacaktı. Oğlan saat 5.43’te bekleme salonunda rahat bir koltukta oturuyordu. Birden bir heyecan ve korku silsilesiyle sarsıldı. İlk kez uçağa binecek, ilk defa uçacaktı. Aslında daha sonra yapacağı ikinci uçuş, merakını körükleyen gizli zebaniydi. İkinci uçuş ve kızın ona tepkisi. Son uçuş ve kızın gözleri. Sebep ile sonucun trajik karşılaşması. Gözler ve yazılar.
Aniden uyku bastırdı, oğlan bu hisse hiç karşı koymadı ve tüm uykusuz gecelerinin intikamını alırcasına kendini uyku tanrısına emanet etti. Uyku tüm duygularını, düşüncelerini çalmış, onu bedeniyle, zihniyle, ruhuyla ele geçirmişti; ama aniden kolunda bir acı hissetmeye başladı. Sebepsiz acı hızla katlanılmaz hale geliyordu. Oğlan bağırabilirdi ama bunun yerine acısının geçmesini bekledi. Sonra kolunun avucunun içine bakan, kısmen tüysüz olan tarafında, bileğinin on santim uzağında derisi açılmaya başladı. Bu düşme veya bir yere çarpma nedeniyle meydana gelebilecek bir yara değildi. Görünmez bir bıçak kesiyor benzetmesi de yapılamazdı çünkü dışarıdan değil, içerden bir şey yapıyordu bunu. İki santim uzunluğundaki yara, deri parçacıklarını sağa ve sola bir sanatçı mükemmeliyetçiliğiyle simetrik ve düzgün bir şekilde bırakıyordu, tıpkı bir kitabın açılışı gibi açılıyordu yara. Ortalardan bir sayfanın, görünmez bir el tarafından çevrilişinin kuşbakışı görüntüsü gibi. Deri açıldıkça acı artması gerekirken oğlanın duyduğu acı azaldı, azaldı ve neredeyse kalmadı. Acı, yerini rahatlamaya bırakmıştı, bağırma isteğinin yerini derin bir oh çekme isteği almıştı. Kolundaki açıklıktan ince bir sızıntı akmaya başladı. İlk önce rengini kavradı. Kırmızı. Sonra ne olduğunu anladı. Kan. Yoğunluğundan beklenilmeyecek kadar ince ve düzgün ama bir o kadar da tutkuyla akıyordu kırmızı sıvı, barajın açılmasıyla coşan kırmızı bir nehir gibi. Tek bir çizgide ilerlerken farklı yönlere, daha da ince olan kollara ayrıldı. Sanki o kitaba benzer yaradan yeryüzündeki hiçbir alfabeye ait olmayan harfler akıyordu. Oğlan, kırmızı nehir biraz daha ilerleyince onun ne olduğunu çıkarabildi; bu bir gül dalıydı. Dikenleriyle, ufak dalları ve yapraklarıyla bir gülün sapıydı bu. Gülün çiçeği de yaranın açılmasıyla belli olmuştu. Kırmızıya bulanan deri parçacıkları en güzel gülden daha güzel bir gül yaratmıştı oğlanın kolunda. Hayal gücünün yarattığı tablo tamamlanmıştı işte; kan kırmızısı bir gül açmıştı bedeninde.
“İstanbul yolcuları…” diye başlayan anons Gökalp’ı uyandırdı. Rüyasının bazı bölümleri aklında kalmıştı. “Daha hikâye başlamadan nasıl da özetleyiverdi geleceği…” diye şaşkınlıkla düşündü. Rüyalara akıl sır erdiremezdi. Aniden kafasında bir cümle hortladı ve uçağa varana kadar aklından çıkaramadı: “Gül açıyor, dem akıyor. Gül açıyor, dem akıyor. Gül açıyor, dem akıyor. Gül açıyor, dem akıyor…”
28 Nisan 1998, saat 07.50
Güldem hafta içi her sabah olduğu gibi gözlerini 7.50’de alarmlı saatinin sesiyle açtı. Çoraplarını aramaya başladı; yatağın altına saklanan, üzerinde South Park’tan Kyle’ın resmi olan çoraplarını bulduktan sonra onları müthiş bir hızla minik ayaklarına geçirdi. Hızlı davranmasına karşın yine de aksırmasına ramak kalmıştı, eğer bir başlasaydı öğleye kadar devam ederdi aksırmaya. Tuvaletten sonra ailesinin çoktan kahvaltıya başladığı mutfağa ilerledi. Babası son lokmasını ağzına sokuşturdu ve çantasını alarak ayaklandı. Bu sıra hiç değişmezdi; önce babası, sonra kardeşi Mert, en son da kendisi evden çıkardı. Annesi ise evde kalıp masayı toparlar, sonra da evden gidenlerin eve gelmesini beklerdi.
Güldem kahvaltıda yumurta yediği için dişlerini, her zamankinden daha uzun süren özenli bir fırçalama işleminden geçirdi. Saçlarını taradı. Mavi kotunu, beyaz tişörtünü ve yeşil bisiklet yakalı kazağını içeren üşengeç sabahlarımın giysi kombinasyonu, diye adlandırdığı kıyafetini kuşandı. Deodorant sıkmayı unutmuştu, kotunun düğmelerini araladı, tişörtünü kaldırdı, deodorantı tutan elini tişörtün içinden geçirdi, tişörtüne sıçratmayacak biçimde sol koltuk altına doğru nişan aldı, kimyasal koku zerreciklerini hedefine ulaştırdığını sandı ama ıskalamıştı, deodorantın deliği sola dönük olduğundan kimyasal zerrecikler sutyeninin arasından göğüslerine sıçramıştı, bu hafif bir cinsel ürpermeye sebep olsa da onun aklına başka bir şey geldi ve güldü, aklına Dumb and Dumber’da Lloyd’un ağzına sıkmaya çalışırken yanlışlıkla kötü adamın gözüne sprey sıktığı sahne gelmişti, filmdeki kadar komik bir sahne değildi bu ama gülmesine yetti. Sonra o günün dersi olan Kıymetli Evrak Hukuku, Maliyet Muhasebesi kitaplarını ve ders notlarının bulunduğu dosyasını çalışma masasının üzerinden aldı, kapıya doğru ilerledi. Son anda odasına geri döndü ve sıkıcı derslerde oyalanmak üzere yanına bir roman aldı. Açık kavuniçi botlarını giymeden önce aynaya göz attı. Her zamanki gibi güzel hissetti kendini. Bir önceki gece geç yattığı için gözlerinin altında çukurlar meydana gelmişti ama öğleye doğru geçerdi. Güzellik denilen şeyden arzuladığı kadar nasibini almıştı. Aslında sandığından çok daha güzeldi, bu gerçeği en etkili psikanalistlerin bile çözemeyeceği komplekslerle kabul edemiyordu, dünyanın en güzel kızı seçilse bile bu kararın altında bir bit yeniği arayacak ve hiçbir zaman kendini yeteri kadar güzel hissetmemesinin bedelini ona âşık olan erkeklerden çıkaracak bir ruh halinin tutsağıydı.
Saat 8.38’i gösterirken Güldem annesini öptü ve dışarı çıktı. Annesini çeşitli önemsiz talihsizlikler yüzünden öpemeden evden çıktığı zaman başına tuhaf tuhaf uğursuzluklar geliyordu (ya da o öyle sanıyordu). Bu yüzden Güldem kendi içinde bir batıl inanç geliştirmişti ve zaman kaybetse bile annesini öpmeden dışarı çıkmamaya özen gösterir olmuştu. Merdivenlerden zemin kata adımını atmadan apartmanın cam kapısından dışarı doğru baktı. Erkek arkadaşı Ersin Karşıyaka’da oturuyordu ama o kadar iyi biriydi ki arada bir sürpriz yaparak onu apartmanın önünden alıp Buca’ya, kızın okuduğu üniversiteye bırakıyordu. Gerçi o da kızla aynı üniversitede ve aynı bölümde okuyordu ama Karşıyaka’dan dosdoğru Buca’ya gitmek varken sadece Güldem için ortalama 33 dakikasına mal olacak Karşıyaka-Hatay ve Hatay-Üçyol-Şirinyer yollarını aşması, ertesi gün (aynı gün anlatılsa büyüsü kaçardı) diğer kızlara anlatılacak ve hayranlıkla karşılanacak –hatta kısmetini açacak– bir özveriydi. Ancak o sabah apartmanın önünde Güldem’in gülümsemesini sağlayacak dört tekerlekli bir sürpriz görünmüyordu. Tabii beklenilen bir hareketin ne kadar sürpriz olacağı tartışma konusu olabilirdi ama milenyuma iki kala yaşanan aşkları yaşatmak için buna benzer romantik şaşırtmalar yeterli oluyordu. Gökyüzüne baktığınız anda kayan bir yıldızı görmeniz bir sürprizdi ama artık kimse gökyüzüne bakmadığından yeni sürpriz olgular yaratmak zorundaydılar ama insanlar Tanrı değildi, yaratıcılıkları vasatlık sınırını aşamıyordu.
Güldem apartmanın kapısına doğru ilerledi. Posta kutularının yanından geçti. Tam kapıyı açacakken geri dönüp posta kutusuna bakma fikri aniden tüm beynini işgal etti. Ona 12 saniye dışında hiçbir şey kaybettirmeyecek bu düşünceye boyun eğdi ve posta kutusuna döndü. İçinde bir korku belirdi. Posta kutusunun içinde korku vardı.
Aklına Cenk Koray’ın 80’lerin sonunda TRT’de sunduğu bir yarışma geldi. “‘7 diyorum’, ‘Emin misiniz 6 olamaz mı? Siz bilirsiniz tabii. Açayım mı kutunuzu?'” Güldem 7 dedi tereddütsüz ve açtı kutusunu. İçinde bir şey vardı. Tam elini uzatıp alacağı sırada apartman holündeki ışık söndü ve o şey karanlıkta seçilemedi. Onu hemen alıp dosyasının içine koydu. Şaşırmıştı. Eğer Gökalp posta kutusuna onun için bir şey bırakırsa her zaman önceden telefonla haber verirdi, Güldem biraz daha erken kalkar ve babasından önce çıkardı evden. Böylece Güldem’in babasının yabancı bir erkeğin (telefon görüşmelerinden tanısa da) suikastçı misali bıraktığı aşk dolu yazıları bulma olasılığı kalmazdı.
Güldem tekrar apartmandan çıkmak için kapıya yöneldi ama sonra yeniden vazgeçti. Nokta durağına kadar yürüyüp, yirmi dakikaya kadar uzayabilecek otobüs bekleme sürecinin ardından, sıkış tepiş bir otobüs yolculuğunu göze alamadı ve eve geri döndü. Hem böylece Gökalp’ın bıraktığı şeyi daha rahat okuyabilirdi; içinden bir ses diğer tüm yazılarından çok daha önemli ve güzel bir şeyle karşı karşıya olduğunu söylüyordu. Ses, yarı yarıya doğru söylüyordu.
Annesi içeri giren kızını görünce çok şaşırmadı. Kızı daha önce de defalarca evden üniversiteye gitmek için çıkmış ama duraktan eve dönmüştü. Güldem, “Başım ağrıyor, çok da önemli bir ders değildi zaten” diyerek iki yalanı bir cümlede söylemeyi başardı ve odasına gitti. Eşofmanlarını giydi, koyu bir neskafe (iki tatlı kaşığı neskafe, sadece rengini değiştirecek kadar süt) yaptı. Annesine “Anne ben biraz ders çalışacağım. Telefon falan gelirse yok dersin” dedi. Odasına girer girmez eli bir mıknatısın çekimine tutulmuş gibi dosyaya doğru gitti. Gökalp’in bıraktığı alameti özenle dosyasından çıkardı. Cep telefonunu kapatmayı unuttuğunu fark etti. Cep telefonunu kapattı. Oysa Güldem cep telefonunu sınavlarda bile kapatmazdı, en fazla sesini kısardı. Demek ki Güldem önünde duran şeyin önemli olduğunu sezmişti. Saatine baktı, 8.48’di.
Okumaya başladı:
Sevgili Güldem,
“Sen bu satırları okurken ben çok uzaklarda olacağım” diye başlar, ümitsiz aşkların sebep olduğu her intihar mektubu. Geleneği bozmak istemem. Dur, sakın korkma. Yazdığım onca şeyin güme gitmesini istemem, önce oku hepsini. Hiçbir şey göründüğü gibi değildir belki de.
Bunu beklemediğini biliyorum çünkü yaptığımız muhabbetlerden de, okuduğun hikâyelerimden de intihar fikrine karşı biri olduğumu biliyorsun. Doğa kanunlarının yaşamı yeterince kısa tuttuğunu, bunu daha da kısaltmanın işgüzarlık olduğunu, cennete ve cehenneme inanmadığımı, ölümün saçma bomboş karanlık bir odada bedensiz olarak yaşamaktan çok daha sıkıcı bir şey olduğunu düşündüğümü ve reenkarnasyon ispatlanmadan intiharın geri zekâlılara özgü bir eylem olduğunu söylediğimi defalarca okumuşsundur yazdıklarımdan. Bir de kendimi diğer insanlardan ayıran, ruhumun tutunduğu hayalleri ve o hayalleri gerçekleştirme arzumu düşünürsek dünyada en son intihar edecek adam benimdir herhalde, diye düşünürdüm. Yıllarca beyin hücrelerimi eskiterek yarattığım düşünceleri bir anda silip atmadım tabii, onlara kendi gerçeklerimi ekledim ve sonuçta negatif birle çarpılan bir denklem gibi hepsi altüst oldu. Bu işe yaramaz yazıları önümdeki sayfalara akıtırken sana şunu ilan ediyorum: “Hitler ve Kurt Cobain’den sonra yeryüzünde intihar etmeyi hak eden ilk insanım!”
Böyle bir sonuca nasıl vardım? Hikâyeyi veya hikâyemizi son kez bir gözden geçirelim: Ben seni severim. Çağımızın ilişkiler sisteminin beceriksizlik yapmaya müsait süreçlerinde tüm şanssızlıklar, basiret bağlanmasına sebep olan tüm ruh halleri ve aşkın –en zeki adamı bile moronlaştırabildiği– virüsleri beni bulur. Kötüler kazanır. Ben seni severim. Sen başkasını seversin. Sen bir başkasını seversin. Sen başka birini seversin!
İnsanı rahatsız edecek bir hikâye. Sinemada gösterilse antrakt beklenmeden herkes kaçar gider. (Dur sen gitme, daha çok var.) Bu kaderi paylaşan çoktur ama kimse ne yaşamak ister ne de okumak. İşte beni intihar etme yolunda haklı kılan nokta da tam burada yatıyor. Çünkü o sıkıcı hikâye benim.