– ALTIN Yaprak Anonim Şirketinden neye mi istifa ettim?
Bunda anlaşılmayacak hiç bir şey yok. Aldığım altmış iki lira aylıkla geçinemiyordum. Başımda iki küçük kardeşle hastalıklı
bir ana var… Arasıra anam soğuktan, kardeşlerim yemekten şikayet ederlerdi. Ben, omuz silker: Ne yapayım, bu terazi bu kadar çekiyor. Elime geçeni ben barda, baloda yiyip sizi bu halde bıraksam bana bir şey demeğe hakkınız olur. Fakat hesap meydanda derdim. Bu açık hakikati anlarlarsa ne ala. Anlamazlarsa: (Hanımlar, efendiler, bu otelin sofrasını beğenmiyorsanız akçeyi eksik verirsiniz. Daha iyisini bilen varsa haber verin, hep birden oraya göç edelim) der, viran kapıyı vurduğum gibi, giderim. Anam, ihtiyar kadın… Kardeşler: Allahın iki biçaresi… Ben böyle çıkışınca ister istemez yelkenleri suya indiriyorlardı. Fakat canavarın büyüğüne, yani kendime nasıl laf anlatırsın? Yaş otuzu buldu… Sıhhatim, kuvvetim yerinde…
arsız bir tabiatım var… ne görsem içim çeker… yiyecek görürüm isterim, elbise görürüm, isterim… Fazla olarak bunları
başkaları kadar kendimde de hak bulurum… İş böyle olunca içimde kopacak kıyameti varın siz düşünün.
Karanlık kış akşamları, delik tabanımdan giren çamurun soğuğu ciğerime işlemiş, alacaklı dükkanların önünden geçmeyeyim diye sokakları dolana dolana evime giderken omuzbaşımdan lüks otomobiller geçer. Bunların içindekilerin bir kısmını tanıyorum.
Eğlenmeye, avuç dolusu para yemeğe gidiyorlar. İçim şöyle bir burkulur, kendi kendime sorarım: Bunların hepsi benden değerli insanlar mı? Onlar, böyle alabildiklerine yaşayıp giderlerken ben, niçin köpek gibi sokaklarda sürüneyim?
İstediğimi yiyip giymeyeyim? Canımın çektiği bir kadını bir kere koynuma almayayım?
Böyle yıllarca, senelerce kendi kendime çekiştikten sonra nihayet şu neticede karar kıldım: Babam, fazla namuslu adammış…
Bir babanın çocuklarına bırakacağı en kıymetli miras temiz bir isimdir der gidermiş… Temiz bir isim, bir miktar dünyalıkla beraber olursa ala; fakat züğürt evlatlarda ancak bir, nihayet iki göbek dayanabilir. Her neyse babam iyi etmiş, kötü
etmiş, o ayrı bahis… Fakat etrafımızdaki zenginlerin hepsi koltuklarında çek defterleriyle analarından çıkmadılar ya… Allah’ın kafalarına koyduğu iz’anı ebcet gibi ölüye, diriye yaramaz şeylere sarfedeceklerine yerine sarfetmişler, yüklerini tutmuşlar…
Mademki pek beyinsiz, eşek gibi bir şey olmadığını iddia ediyorsun.
Elini kolunu bağlayan yok ya! Dilenci gibi boş yere sızlanacağına sen de talihini bir tecrübe et… Muvaffak olursan ne ala… Olamazsan: Ne yapalım; elimizden geleni yaptık amma olmadı der, kabahati kör talihe yükler geçersin.
Bu sözleri söyleyen adam, bir ay evvel şirketin muhasebe katipliğinden istifa etmiş sansar yüzlü, keskin beyaz dişli, kara yağız bir gençti. O gün hem unuttuğu birkaç eşyayı almaya hem de eski kapı yoldaşlarını yoklamaya gelmişti.
Öğle paydosuydu. Memurların kibar kısmı karşı muhallebicide yumurta salatası, baş söğüşü, fasulye pilakisi yemeğe gitmişlerdi, söğüşe harcanacak parası olmayanlar bir yandan
peynir, zeytin, lop yumurta ile karınlarını doyuruyorlar, bir yandan arkadaşlarını dinliyorlardı. O, masalardan birinin üstüne boylu boyunca uzanmış, iskarpinlerinin topuğu ile dağınık kağıtlara vura vura sözüne devam ediyordu:
– Böyle mutlaka bir şeyler yapmaya azmettikten sonra ibret gözü ile etrafıma baktım… Bir alay saçlı sakallı adamlar mektep çocukları gibi art arda dizilmiş, bir acayip sürüye katılmış, yerimizde sayıyoruz. Bulunduğun yerde ne kadar çalışıp çabalasan önündeki, yanındakini ne kadar itip kakıştırsan nafile…
Bilmem kaç yıl geçecek de aylığın bilmem kaç kuruş artacak.
Biri kovulacak, ölecek de iki adım ileri gideceksin. Onun için ya devlet başa, ya kuzgun leşe dedim, kendimi bu kafileden, yani Altın Yaprak Anonim Şirketinden dışarı attım… Aranızdan ayrılalı bir ay var mı? Belki yok bile… Çulu derhal düzelttim değil mi?
Yerinde doğrulmuş, fantazi ipek çoraplarını, yeni gömleğini gururla göstererek gülüyordu:
– Mamafi, fena bir şey mi yapıyorum? Kimsenin malına, hayatına, ırzına mı dokunuyorum? Kat’iyyen… Sadece Havyar hanında bir komisyoncunun yanında çalışıyorum… Onun hesabına gümrükten mal çekiyorum. Şimdilik ehemmiyetsiz bir maaş, yine nispeten ehemmiyetsiz bir anafor… Fakat Allah bereket versin, gül gibi geçiniyorum…
Öksürüklü bir ihtiyar, derin derin göğüs geçirerek; Hakkın var… ne çare ki bizden geçti diye söyleniyor; yirmi yaşlarında iki saf çehreli çocuk muzaffer bir spor şampiyonu seyreder gibi hayretle, hasetle ona bakıyorlardı. Yalnız, yüzünün bir yanı muharebede yanmış kırklık bir memurun ne düşündüğünü anlamak kabil değildi. Yumruğunu çenesinin altına dayamış, yemeğini yarım bırakmış, gözlerini kapayarak düşünüyordu.
Genç adam, masadan inmişti. Sobanın ağzında görünen ateşlerden bir sigara yaktıktan sonra dolaşmaya, Havyar hanına, gümrüğe dair vurgun, anafor hikayeleri anlatmaya başladı. Bunların çoğu bire bin katmak suretiyle şişirilmiş masallardı. Fakat bu mahrum adamlar, onları olduğu gibi kabul ediyorlar, başkaları
kürekle altın kürerken kendilerinin bu rutubetli odada birkaç
lira için yarı aç çürümelerine hayıflanıyorlardı. Hatibin gözleri bir aralık, odanın karanlık bir köşesinde, yüksek bir yazıhanenin arkasından kendisine bakan bir ihtiyar adamın gözlerine ilişti. Birdenbire utanmış ve cesaretini kaybetmiş gibi sustu.
Bu, Ali Rıza Bey isminde altmış yaşlarında bir eski mutasarrıftı.
Odanın bir köşesindeki yazıhanesinde, bir çöl ortasında gibi, daima yalnız ve unutulmuş, çalışır, kimse ile konuşmazdı.
Çok iyi ve terbiyeli bir adam olduğu için, büyük, küçük herkes, hatırını sayardı.
Ali Rıza Bey de öğle yemeğine çıkmayan memurlardandı.
Alüminyum bir sefertası içinde getirdiği kuru köftesiyle yeşil zeytinlerini yerken, gayriihtiyari bu konuşmayla alakadar olmuş, işittiği şeyler iştahını kesmiş gibi çatalını bırakarak başını
kaldırmıştı.
Misafir, bir kabahat işlerken yakalanmış gibi mahçuptu; fakat bozulduğunu belli etmek istemedi; gülümseyerek:
– Beyefendi, bu sözlerim her halde hoşunuza gitmez, dedi, fakat ne yapalım ki hakikat…
Ali Rıza Bey, mektep çocuğu mahçupluğu ile cevap verdi:
– Bilirsiniz ki kimsenin fikrine karışmam, keyfinize ve menfaatinize uygun olan her şeyi yapmakta serbestsiniz. Ancak müsaade ederseniz size başka bir cihetten sitem edeceğim. Kendi köşesinde çalışan, belki de kendi halinden, hayatından memnun olan insanlarda olmayacak birtakım arzular ve isyanlar uyandırmak doğru mu? Vicdanınızdan eminim… Düşünürseniz bana hak vereceksiniz.
İhtiyar memurun fazla konuşmak istemediği anlaşılıyordu; fakat misafir, onu bırakmadı. Çok terbiyeli bir tavırla:
– Bu acı hakikatleri onlara söyleyen yalnız ben olsaydım hakkınız olurdu beyefendi, dedi, ne çare ki yeni zaman insanları
bu hakikatleri birbirlerinden değil, hayattan, gazetelerin şerait-i hayatiye, şerait-i iktisadiye dediği şeylerden öğreniyorlar.
Bilhassa Büyük Muharebeden sonra bütün dünyada bir garip uyanıklık oldu. Şimdi insanlar artık sizin zamanınızın insanları
değil. Gözlerin açılması emelleri, hırsları artırdı. Kimse artık kendi halinden memnun olmuyor. Bu cereyan neticesinde eski ahlak kaidelerinin yıkılıp değişmemesine nasıl imkan görürsünüz.
Ali Rıza Bey sarardı, dudaklarının ve sakalının hafifçe titrediğini belli etmemeğe çalışarak gülümsedi:
– Ben, eski bir insanım. Anlaşmamıza imkan yok. İnsanların paradan başka şeylerle de mesut olacaklarına inanarak yaşadım.
O kanaatle öleceğim.
Genç adam, Ali Rıza Bey’e acır gibi bir tavırla cevap verdi:
– Tamamıyle haksız değilsiniz. İnsan, mesela ibadet, yahut çalgı ile meşgul olmakla; zerzevat, çiçek, yahut çocuk yetiştirmekte de bir teselli bulabilir. Ancak bunun için de hiç olmazsa yaşayacak kadar bir para lazımdır. Çiçek meraklısısınız; fakat biraz paranız yok değil mi? Ne kadar uğraşsanız topraktan istediğiniz renkte, kokuda bir çiçek alamayacağınıza emin olun…
Babasınız, çocuklarınız var, paranız yok değil mi? Evlatlarınız ahir ömrünüzde size bir feci yaprak dökümü manzarası seyrettirmekten gayri saadet vermezler.
Söz, burada bitti. Ali Rıza Bey, yemeğine devam için tekrar başını eğdi. Fakat artık lokmalar boğazından geçmiyordu.
Bilhassa son sözler ona çok fena tesir etmişti. Beş çocuk babasıydı.
Bunların hiç biri daha tamamiyle meydana çıkmış sayılmazdı.
Bu adamın bu acı hakikatleri insanlara şerait-i hayatiye, şerait-i iktisadiye öğretiyor demesi pek hoş bir söz değildi.
Bütün hayatını çocuklarına iyi fikirler ve iyi bir ahlak vermeye sarfetmişti. Acaba yeni zamanların bu havası onları da sarsacak, ihtiyar babaya son deminde bir yaprak dökümü mü seyrettirecekti?
Ali Rıza Bey, pek gözü kapalı bir adam değildi. Bu korku daha evvel de onu birçok kereler yoklamıştı. Fakat hiç bir zaman bu kadar yakın tehlike şeklinde görünmemişti. İtikatsiz bir adam olmasına, gökten beklenecek bir şey bulunmamasına rağmen dua ediyor: Yarabbi; sen çocuklarımı muhafaza et! diye ellerini açıyordu.
-İİ-
ALİ Rıza Bey, Babıali yetiştirmelerinden bir mülkiye memuru idi. Otuz yaşına kadar Dahiliye kalemlerinden birinde çalışmıştı.
Belki ölünceye kadar da orada kalacaktı. Fakat kızkardeşiyle annesinin iki ay ara ile ölmesi onu birdenbire İstanbul’dan soğutmuştu. Suriye’de bir kaza kaymakamlığı alarak gurbete çıkmasına sebep olmuştu.
Ekseri tecrübesiz hastalar gibi sanmıştı ki insanın ıstırapları
yattığı yataktan, etrafındaki eşyadan gelir ve yer değiştirmek, onlardan kurtulmak için en iyi çaredir.
Ali Rıza Bey, o zamandan sonra bir daha İstanbul’a dönmemiş, yirmi beş sene muhtelif memuriyetlerle Anadolu’da dolaşmıştı.
Çok malumatlı, çalışkan bir adamdı. Fakat ne malumatı, ne de çalışkanlığı işe yarar cinsten değildi.
Arabi ve Farisiden başka İngilizce ve Fransızcayı da bilirdi.
Gençliğinde edebiyatla uğraşmış, mecmualarda takma isimle oldukça düzgün gazeller neşretmişti. Sonra felsefe ve tarihe de merak etmişti. Sade boş zamanlarını değil, biraz da iş zamanlarını
kitap okumakla geçirirdi. Bu, onun uzun memurluk hayatında, devlet hazinesinden çaldığı yegane şeydi.
Titiz denecek kadar temiz, gülünç denecek kadar nazik ve mahçup bir adamdı. Hak yemek, kanuna aykırı bir şey yapmak, kalp kırmak korkusuyla bir türlü iş göremezdi.