Roman (Yerli)

Cehennem Benim (Mevlana Dergahından Bir Filozof Sartre)

cehennem-benim-a-vahap-kaya-hemen-kitapHer insanın yaşayabileceği, sıradan bir ayrılık yaşamıyordu. Onun gözünde bu ayrılık, toprağın sudan ayrılması gibi bir şeydi. Nasıl ki toprak sudan ayrılınca çoraklaşıyorsa; ırmaklardan, derelerden ayrı kalan sular sararıp kokup bulanıp kapkara oluyorsa; ateş, ocağından ayrıldığında sönüp kül haline geliyorsa; ruhu da dostundan ayrı kalınca heyecanını yitirip acı içinde kıvranıyordu. Ayrılık acısını öylesine iyi biliyordu ki henüz böyle bir durumu yaşamadan önce, hayranlık duyduğu insana “Dünyada ayrılıktan daha acı bir şey yoktur. Bana ne yaparsan yap razıyım, şikâyet etmem. Fakat beni ayrılığa düşürme.” diye korku içinde seslenmişti. Aradan geçen sürede korktuğu başına gelmiş, ayrılığın acı veren yüzü ile karşı karşıya kalmıştı.
İki kanatlı dergâhın kapısının önüne geldiler. Kapının üstünde, “Bizim kapımız ümit kapısıdır. Nasılsan öyle gel!” yazıyordu. O an kapı açıldı. Jean Paul Sartre ve ona yol arkadaşlığı yapan Mevlana’nın göz bebeği Yusuf dergâhtan içeri girdiler. Bugüne kadar bu kapıdan binlerce kişi girip çıkmıştı. Ancak ilk kez bir filozof, hem de inkârcı düşünceleri ile bilinen varoluşçu biri, Sartre, ilâhi aşkın sabrını taşıyan dergâhla buluşuyordu. Bekleyiş son bulmuştu. Dergahın geniş avlusunda, kalabalığın en ortasında, gök ferace cübbesiyle Mevlana Celaleddin duruyordu. Bakışlar derinleşti. Jean Paul Sartre ve Mevlana Celaleddin karşılıklı birer adım attılar….

13. yüzyılda yaşamış olan Mevlana Celaleddin ile 20. yüzyılda yaşamış olan Jean Paul Sartre’nin, iki insanlık devinin, doğaüstü buluşmasını anlatan sıradışı bir roman. Kalplerinizi açın, içinizdeki cehennemle yüzleşin…

***

1

Sufi; uykuda da ayakta da duygudan kurtulmuştur

“Keşke uyuyabilseydim de rüyada yüzünü gösterseydin,” diye mırıldandı.

Yüreğindeki ateşin ebedi olma isteği karşısında dünya yıkılsa, alt üst olsa umurunda olmazdı. Kuldu, köleydi Gön­lündeki kederin ağırlığıyla zamanın ve mekânın ötesindeydi. Uyuşmuş aklın sahibiydi. Seher vakitlerine kadar feryat edendi. Bedeninden kurtulma arzusu taşıyan bir candı. Kurtulma arzusu; aşkın insanı var ettiği gibi yok ettiğine olan inanan­dandı.

Kapandığı hücrede sırlarını, özlemlerini açığa vurmaya çalışırken, ilahi tecelliyle parçalanmış bir dağ gibi hissetti kendini. Direnen gözlerle başını hafifçe yukarı kaldırdı; “Se­nin aşkın çorak toprağı bile gül bahçesi haline getirir. Gönlü yarattığın için canım sana feda olsun,” sözcükleri dudakların­dan çıkarken, görünmez varlığa sonsuz sevgiyle bağlandığına şükretti.

Dostun yokluğu uğruna ruhuna ıstırap çektirdiğini kabul­lenmeden, dışarıda bekleyen sevenlerine; “Ey dostlar gidin ve onu bana getirin,” çığlığını atma isteği duydu.

Rayiha kokulu bahar rüzgârıyla yüzünün okşandığı anlar geride kalmıştı. Görünen bahardan başka bir baharın olduğuna inanıyordu. Bu öyle bir bahardı ki, yapraklar dillere, meyveler güllere benzerdi. Gönüller yüz gösterince, diller çözülür ve aşka dair anlamlı sözler söylerlerdi. Bu baharda çekilen gamın biri, bin olurdu.

Mekânsızlık âleminin özlemiyle sessizliğe bürünmüş hüc­resinde ne ateşin küllenmesi ne de uykuydu dileği. Ayrılık acı­sının son bulacağı anı bekliyordu. Dilinden bir tek kötü söz­cük duyulmamış olsa da korku içinde; “Ey gönül, burada gizli biri var, yalnızlığa kapılma. Sen gerçekten gönül isen kendini o mana sevgilinden ayırma,” diyerek kötü şeyler söylemekten sakınmaya çalıştı.

Muradının bu gece de gerçekleşmeyeceğini anlamanın acı­sıyla uyumama direnci devam etti. Dizlerindeki ağrıyla aya­ğa kalkmaya çalıştı. Değersiz gördüğü bedenin uykuya yenik düşmemesi için belleğine öğüt verdi:

“Aklını başına al da bu gece inat et, başını yastığa koyma, yatma ki, saadetin, mutluluğun ne ihsanlarda, lütuflarda bulu­nacağını gör.”

Hücrenin penceresine doğru ağır adımlarla yürüdü. Gece sessizliğini bozan güz rüzgârının, sararan yaprakları dalından koparan sesini dinledi. Huzuru kaçan bir rüzgâr olduğunu düşündü. “Aşık olmasaydı böyle esip durmazdı,” dedi. Bir bahar sabahında, çıplak dalları yeşile çeviren yapraklara seslendiği anı hatırladı.

“Ey yaprak, elbette bir kuvvet buldun da dalını yarıp çıktın. Ne yaptın da zindanından kurtuldun? Söyle, söyle biz de ha­pisten kurtulmak için senin yaptığını yapalım.”

Ten kafesini kırıp, hürriyetine kavuşan varlıklara olan hayranlığını gizleyememişti. Öyle ki, dünya varlığından sıyrıla­rak ebedi aslına dönmek için duyduğu hasret bir yaprağa bile gıpta ettiriyordu.

Varlığı tanıma, ona ulaşma yollarından aşktan başka seçe­neği yoktu. Aşk ile yolunu bulacak aşk ile aslına dönecekti.

Evreni kıskançlıkla orten geceye öfkelendi. Sevdiği varlığı da bu haliyle sakladığını düşündü Saklanmış olandan vazgeçmek, onu aramamak için kıskanç gecenin tuzağına hazır olmalıydı Zaman ilerledikçe bu tuzağa düşme tehlikesinin ar­tacağını hesaba kattı.

Diz kırıp çömeldi. Uyuma arzusundan bir kez daha vazgeç­ti. Pencereden uzaklaşarak;

‘Uyumadım ve uyumayacağım. Kuşun küçük yüreği gibi bütün gece bu tuzağa karşı direneceğim dedi.

Sevdiği varlığı bir an için zihninden çıkarmama gayesiyle uyumamaya olan inadı devam ederken, korku ve ümit arasın­daki çırpınışı da sürüyordu. Korku; ayrılık gününde ağlayan bir bulut, ümit; kavuşma anında şimşek gibi görünmenin işa­retiydi.

Uzaklaştığı pencereye sağ omuz hizasından bir kez daha baktı. Geceyi yırtacak yegâne gücün dolunay ışığı olduğunu biliyordu Ancak bir süredir dolunayın nurunu zayıflatan bu­lutların onu bir kez daha zayıflatarak hayal haline getireceği­nin karamsarlığına kapıldı. Haz almadığı anlardan biriydi bu.

Varlıkları örten gecenin gücünü kıracak şafak vaktini kaçırmamaya niyet etti. Karanlığın hükmüne son veren bu başlangıç anını uyuyarak geçirenlere karşı acı duydu. Bütün iyiliklerin doğuşunun armasıydı şafak vakti ve tabii ki zaferin. Vakitlerin en sakini, en huzurlu olanıydı.

Duyguların yükü altında ezildiğinin farkındaydı. Yorgun­luktan yığılıp bir daha kalkmayacak gibi hissediyordu bedeni­ni. Uykuya varınca duygu yükünden kurtulacağını, bitkinlik­ten sıyrılacağım, üzüntü ve acıların kaybolacağını, sıkıntıdan eser kalmayacağını biliyordu. Ancak bu davranışın, olan bi­tenin farkına varamayan insanların işi olacağına inanıyordu. Uykunun koynuna bedenlerini bırakanların aksine sufiler uya­nık iken de bu yüklerden kurtulmuşlardı. Dikkatsiz bir insanı üzen. perişan eden olaylar, onları üzmez, mahzun bırakmazdı.

Bu düşüncesi dört beş adımlık hücresinde dolaşmasına yol açtı.

İki parçadan oluşan hasırla kaplı hücresine omuzları üstün­den baş çevirerek göz gezdirdi. Bakışlarıyla iki yön belirledi; doğu ve batı. Yaşamı doğuya, ölümü batıya benzetti.

Aşk ateşiyle öyle olmalıydı ki, şöyle bir kalkınca her tarafı ateşler sarmalı, her tarafta kıyametler kopmalıydı. Cehennem gibi olacak, cehennemden bile kor bir gönül ve gönlün önüne deniz çıksa yakmalıydı. Gökleri mendil gibi dürüp avucuna almalıydı. Sonsuz, zevalsiz bir kandil gibi gök kubbeye aş­malıydı.

Neşesizdi. Hayattan usanmış ruhuyla kapısına kilit vur­muşken belki de birileri ona gülecekti ama bunu önemseyecek durumda değildi. Pervanenin, mumun alevine karışması gibi o da, aşk ateşinde yanarak aydınlanacağı seçeneğe yönelmişti. Senelerin eskittiği, hırpaladığı köhne bedenin taze bir tene bü­rünmesi içindi bu seçim. “Aşk uğrunda ölürseniz, bedenle ya­şamaktan kurtulur baştanbaşa ruh olursunuz!” diye seslendiği insanlara, kaçışının da aşkın bir sonucu olduğunu söylemiş olsa inandırıcı olur muydu? Hayır. Kaçışı bir zorunluluk ol­maktan çıkarıp, aşk ateşinin herkesi sarması gerektiğini söyle­meliydi. Ancak O, gece ile gündüzü ayırt etmeksizin şüphe ile merakın mekânları sarmasına yol açan kanaatle nefes almaya devam ediyordu.

Benliğini ayaklar altına almıştı. Yüce varlığın aşkıyla dolup taşmıştı. Kedere aldırmayanlardan olma arzusuna kavuşmuş­tu. Gecenin hükmüyle varlığını daha da hissettiren yalnızlık içinde taş duvara yaslandı. “Ey gam, ne kadar da aptalmışsın! Neden bana kapıma düştüğünü söylemezsin de kapımdan içeri girersin! Senin ateşinden kurtulacağım gün, canlara can katan sevgiliye teslim olacağım, hiç kuşkun olmasın,” diyerek için yakan acıdan uzaklaşma yolunu bulacağına dair düşünce du­daklarından dökülürken, inanca dönüşmeden yok oldu.

Gam evinde oturup kalmanın, zayıf ve az lütuf sahibi ol­maktan geldiğini onaylarken, kimi zaman şifa diye sanılan, peşinde koşulan şeyin dert olabileceğini de kabul ediyordu. Vefalı gibi görünenlerin, kimi zaman aldattıklarını, hile yap­tıklarını, yüze güldüklerini hatırlatan da kendisiydi. O halde kuruntuyu bırakmalıydı. Onlara gönlünde yer vermemeliydi. Zemheri soğuğuna benzettiği düşünceden kurtulmalıydı.

Hücrede iki hasta vardı; biri kendisi, öbürü hasta gönlü. Gözaltlarında derinleşen çukurların rengi her geçen saat koyulaşırken, yaslandığı duvardan ayrılmadan dizlerinin üstüne çömeldi. Gizlenmiş olanla konuşmasının devamını getirdi.

“Kapıda yüz binlerce şule, alev, yüz binlerce meşale var. Kapıdaki kimdir, kapıyı kim çalıyor?… Kapıyı çalan benim, başkası değil. Ben kendi kapımı çalıyorum… ama nerelere gi­deyim? Ben beni arıyorum.”

“İçerden, kapıdaki kimdir diyen de benim., kapımdan gi­dip halkayı çalan da ben! Bilmiyorum ki ben, benden kurtulup nerelere gideyim.”

“Ben, birbiri ile anlaşamayan, barışamayan, bir bedende yaşayan iki kişiyim.”

“Ben nasıl olabilirim ki? Saçlarım binlerce karanlıklar di­yarı. Fakat nasıl iki olabilirim ki? Karanlık gecelerde parlayıp duran ay gibi meydandayım. Ben kendimi bırakarak nerelere gidebilirim?” dediği sırada aklaşmış sakallarından dizlerine dökülen yaşlan fark etmemişti.

Çektiği dertler, cefalar, belalar gözyaşlarına karışırken, sır­rın kapıları açılmış, gizli olan hiçbir şey kalmamıştı.

Perişandı Bilgisizliğin karanlığından sıyrılma çabasındaydı Gecenin uzamasından sızlanmaya başlamıştı. Elleriyle gün­düzün eteğinden tutarak bırakmayan gecenin içinde gibiydi. Kaçmak kurtulmak istiyordu. Gece kaçılacak yerdi fakat sığı­nılmayacak kadar Ürkütücüydü Yüce varlığın huzurunda dur­mam gerektiğı gibi durdu Avuçlarını göğüs hizasında açarak;

“Rabbimiz, sana kavuşacağımız, seninle buluşacağımız gün bizi nurlandırdıkça nurlandır.”

“Rabbimiz günahlarımızı affet, bize mağfiret elbisesi giy­dir. Bizim insanlarla aramızda olan dargınlıklar, kırgınlıklar, bedenimiz yüzündendir. Şu beden duvarının ötesindeki dost­luk bahçesi, aşk bahçesi ne de güzel bir bahçedir, ne de hoş bir bahçedir.”

“Rabbimiz, şu duvarı kaldır da aradaki engel, aradaki düş­manlıklar yok olsun.”

“Rabbimiz, gerçekten de günahlarımız yüzünden senden utanıyoruz, özür dilemedeyiz,” diye her gün defalarca yalvar­dığı gibi yalvardı.

Başını küçük pencereye doğru bir kez daha çevirdi. Pence­renin önünde öğle vakitlerinde içeri giren güneşin nuru içinde oynaşan zerreleri hayal ederken, hallerinden ne kadar mem­nun olduklarını içinden geçirdi. Ne de güzel oynarlardı. Çün­kü onlar sevdiklerinin nuruna kavuşmuşlardı. Kendi etrafında semâ eden sufiler gibi zerreler de güneşin ışığında semâ eder­lerdi. Başını öne eğdi. Sırların dışa vurulduğu rakstan uzak düştüğünün farkına vardı.

Ucu bucağı bulunmayan deryanın damlası gibi gördü kendini, damla damla deryaya yönelerek. Gizli bir el yaka­sına yapışmış, çekip sürüklerken, iradesini o ele vermişçesine ona uyuyordu. Görünmeyen el bir zamanlar onu derleyip toplamışken, şimdi de tarumar, karmakarışık bir halde çekip çeviriyordu. Kaybolmuştu. Aşkın damarlarında dolaşmaya başlamıştı bir kez daha. Hem hareketsiz hem koşup durandı. Görünen dünyadan öte dünyaya, sükûna ulaşmayan bir ruhla içine düştüğü âlemde kayboluyordu.

Varlığı ateşe atılmış, yanıyordu. Yeni baştan yokluğa gi­dişti bu. Kendinden geçmedikçe kendine gelmesine imkân yoktu. Kendinden geçecek ve kendine dönecekti. Olan sadece gölge varlığıydı. Yeryüzüne ait bedeniyle gökyüzünün üstün­de koşuyordu. Ötelerden, ruh âlemindeydi sanki. Dünya dü­şüncesinde değildi artık. Ne sudan, ne topraktandı. Var mıydı, yok muydu farkında bile değildi bunun. Geriye; “kendimi var sanırsam ben yokum, fakat yok olduğumu anladığım zaman varım,’’ sözcükleri kalıyordu.

Serviler, gülfidanları, meşe ve ceviz ağaçları neşeden sec­deye kapanırken, O, kıyısı, dibi olmayan büyük aşk denizinde seher rüzgârına seslenmenin heyecanını taşıyordu. Ona yakla­şanlar, aşk ateşinin aleviyle yanacaklardı.

Gecenin hükmünde, zerreleri bir kez daha zihninde canlandırırken, kamburlaşan sırtıyla avuçları dizlerini kapamıştı. Semânın; kendi varlığından sıyrılarak, mutlak yoklukta, de­vamlı varlık tadını almak olduğunun bilincine ulaşmıştı.

Onun için semâ, dostun aşk çırpıntıları önünde başını top gibi yapıp, başsız, ayaksız dosta doğru koşmaktı. Kötülü­ğe zorlayan nefsiyle savaşmak, yarı kesilmiş kuş gibi toprak ve kan içinde çırpınıp durmaktı. Musa’nın asası gibi her an Firavun’un sihirlerini yutmak, yok etmekti. Gönül açmak, kutsal nurlar görmekti.

Aşk ve ayrılık hisleri etrafını kuşattığı sürece, gerçekliği nasıl yoklayacağının endişesiyle, bir insanın yaşayacağı bütün karşıt duyguları var ediyordu. İnandığı gibi aşk, insanı kılıç olmadan, darağacına asmadan öldürüyordu. Bedenini yoklar­ken, gözlerindeki ağırlığın farkına vardı. Gündüzü saklayan geceye duyduğu kızgınlık gibi kendisine kızarken, hasırların üstünde duran yastığa yönelmeye başladı.

“Sen mademki aşkın acılarına dayanamıyorsun, git uyu. Uyuyanlara uy. Onlarla beraber yere baş koy. Çünkü üşüyüp donanları uyku alır, onları kurtarır,” diyerek kabullenemediği eylemin buyruğunu verdi. Buyruğa kendisinden başka uyacak kimse yoktu. Uzun süren gecelere beden yenik düşmüştü.

Başını yastığa koyduğu sırada, zeminin sertliğine rağmen yere uzanan bedenini rahatlık kapladı. Rüyada da olsa ayrılık acısı­nı çektiği varlığın yüzünü görebilecek miydi sorusunu akim­dan çıkarmadan, uykunun ağırlığına bıraktı kendini.

2

Varlıklar ne iseler o olarak orada öylece ve anlamsız bir şekilde dururlar.

Güneş ikindi vaktiyle dünyayı aydınlattığı sırada, hemen her gün uğradığı mekânda önüne konan yemekle meşguldü. İhtiyar, göbekli işletmecinin güven veren tavırları sayesinde aşağı yukarı her şeyin normal işlediği bir gündü. İşletmeci, masalar arasında dolaşıp, müşterilere yaklaşarak;

“Nasıl, memnun musunuz efendim?” diye sıklıkla tekrarla­dığı soruyu soruyordu.

İşletmecinin bu canlı halini gören yaşlı adam, sıradan bir tavırla gülümsedi. Yirmi kadar müşteri, bir yandan önlerindeki içecekleri yudumlarken, bir yandan gürültüye aldırmadan ma­sasında oturan yaşlı adamın her günkü varlığına alışkın ve ona aldırmadan, en çok da gündelik işler hakkında durmaksızın konuşuyorlardı. Yaşlı adam ise olmayacak türden çok şeyin konuşulmasına rağmen, pek rahatsız olmuşa benzemiyordu.

Ender görünen bütünlük hali, kendisinde kuvvetli, aynı zamanda hazin ve katıksız hisler uyandırıyordu. Yalnızlığın sınırında insanların yanında durması, bir tehlike anında on­lara sığınma duygusunu yaratırken, masanın üzerinde duran bardağa göz atıyordu. İnsanın, yalnızlığı kontrol edemeyeceği zannına kapıldı. Kaygı ile mücadele ederken, bir süredir, üstü­ne, altına, sağına soluna baktığı bardağı görmek dahi…

Yazar

BENZER İÇERİKLER

Mete Han – Büyük Hun Hakanı

Editor

Luis Martín-Santos – Sessizlik Zamanı

Editor

Leyl

Editor

Yorum bırak

* Bu formu kullanarak yorumlarınızın bu web sitesi tarafından saklanmasını ve yayınlanmasını kabul etmiş olursunuz.

İnternet sitemizden en iyi şekilde faydalanabilmeniz ve internet sitemize yapacağınız ziyaretleri kişiselleştirebilmek için çerezlerden faydalanıyoruz. İstediğiniz zaman çerez ayarlarınızı değiştirebilirsiniz. Kabul et Daha fazla oku

Gizlilik ve Çerez Politikası