Uzun zamandır saklanan sırlar ücra bir adada ortaya döküldüğünde, huzurlu bir kaçış gibi görünen bu kısa tatil, beklenenden farklı sonuçlar doğurur. Yaz sona ermeden dramatik gerçekler ortaya çıkar, eski aşklar yeniden canlanır ve yeni aşklar kendini belli eder.
Bu ancak Elin Hilderbrand’in kelimelere dökebileceği, kalp kırıklıkları, kahkahalar ve sürprizlerle dolu bir romandır.
.
“Kalp ağrısı, mutluluk, duygusal karmaşa ve aşk yüreklerinizi sarıp sarmalayacak, kitabı elinizden bırakmak istemeyeceksiniz ”
Romantic Times Bookclub Magazine
“Yazın sıcağında serinletirken, kışın soğuğunda içinizi ısıtacak. Hilderbrand tek kelimeyle muhteşem!”
Booklist
“Gülerken ağlamak mı? Evet, korkarım ki buna hazırlıklı olmalısınız.”
Publishers Weekly
“Kadınların ortak sorunları ve hayatın onlara sunduğu zorluklar, orta yaş krizindeki bir kadının son derece yürekten anlatılmış hikâyesine mercek tutularak tek bir bünyede toplanmış. Hiç şüpheniz olmasın; hepiniz kendi hayatlarınızdan izler bulacaksınız.”
Los Angeles Times
***
TATE EVİ
On üç yıldır terk edilmiş durumdaydı. Bu, hiçbir işaret vermeden başlamıştı.
Yazlık bir ev, bir kulübeydi ama yüksek kaliteli kereste ve kare başlı çelik çivilerle iyi inşa edilmiş, inşaat 1935’te, Büyük Buhran döneminde tamamlanmıştı. Marangozlar çalışmaya hevesliydi; padavralan yerleştirmekte dikkatli davranmış, kumlamış, taramış, sonra tekrar kumlamışlardı. Tırabzanlar saten elbise kadar pürüzsüzdü. Marangozlar-Fall River’dan getirilmişlerdi-üst kat pencerelerinden bakarak, manzara karşısında ıslık çalmıştı: Bir yatak odası engin okyanusa, diğeri Tuckernuck Adası’nın pastoral manzarasına ve geniş göletlerine bakıyordu.
Ev sadece Temmuz ayında ve bazen de Ağustos’ta kullanılıyordu. Diğer aylarda evle ilgilenen bir kâhya vardı; belli zamanlarda başını içeri uzatır, pencerelerin kapalı olup olmadığını kontrol eder, fare kapanlarındaki küçük kahverengi leşleri temizlerdi.
Ev, sahibi olan ailenin üyelerinden çok farklı davranış tarzlarıyla karşılaşmıştı. Diğer herkes gibi yiyip içerlerdi; kısa dalga radyosunun alabildiği müzikle dans edip içki içerlerdi. Sevişir ve kavga ederlerdi (evet, Tate ailesi oldukça gürültücüydü ve bu genetik gibi görünüyordu). Hamile kalmış, doğum yapmışlardı; evde ağlayıp gülen, duvarlara pastel boyalarla resimler yapan, güçlü vurulmuş bir kriket topuyla kirişlerden birinde çentik bırakan, buldukları sigara izmaritini içtikten sonra tırabzanlara bastırarak söndüren çocuklar da olmuştu.
Ama Tanrı’ya şükür, evde hiç yangın çıkmamıştı.
Ve sonra aniden, on üç yıl boyunca kimse gelmemişti. Ancak, bu tam olarak doğru da sayılmazdı. Bir sürü fare ve bir örümcek ordusu vardı. Ailenin ayrılırken açık unuttuğu ve kâhyanın gözden kaçırdığı tavan arası penceresinden içeri süzülen üç yarasa vardı. Pencere güneybatıya baktığından, rüzgâr ve yağmurun en kötü kısmını uzak tutabiliyordu; evin nefes almasını sağlayan bir açıklık görevi görüyordu.
Birkaç yaramaz çocuk, verandanın zayıf kapısını kırarak içeri girmişti ve bir an için ev iyimserleşmişti. İnsanlar! Gençler! Ama bunlar izinsiz girenlerdi. Neyse ki hasar vermemişlerdi. Ortalıkta dolaşmış, neler bulabileceklerine bakmışlardı; fakat birer domuz ve fasulye konservesiyle silindir biçiminde bir kutu Quaker yulaf gevreği dışında bir şey bulamamışlardı (kutu ekinbitleriyle öylesine dolmuştu ki kutuyu tutan kız korkuyla elinden atmış, yulaf gevrekleri linolyum zemine saçılmıştı). Çocuklar üst kata çıkmak için birbirlerini kışkırtmıştı. Adada evin hayaletli olduğu konusunda söylentiler dolaşıyordu.
Burada benden başka kimse yok, derdi ev, konuşabilecek olsa. Şey, ben ve yarasalar. Ve fareler. Ve örümcekler!
Çocuklar yatak odalarından birinde tahta ve deniz kabuklarından yapılmış yarım metre yüksekliğinde bir adam heykeli bulmuşlardı. Adamın saçları yosundandı.
Harika! demişti çocuklardan biri. Kızıl saçlı, çilli bir çocuktu. Bunu alıyorum!
Bu çalmaktır! demişti yulaf gevreği kutusunu düşüren kız.
Çocuk heykeli bırakmıştı. Aptal bir şey zaten. Haydi, çıkalım buradan.
Diğerleri kabul etmişti. İlgi çekecek başka bir şey bulamadıklarından, gitmişlerdi. Tuvalette su bile yoktu.
Yine sessizlik. Yine boşluk.
Ta ki bir gün kâhya eski anahtarını kullanıp ön kapıyı gıcırdayan menteşeleri üzerinde açana kadar. Ama gelen kâhya değil, kâhyanın artık büyümüş olan oğluydu. İç çekmiş-ev hiç de iyi kokamayacağını biliyordu-ve kapının pervazını şefkatle okşamıştı.
“Geri dönüyorlar,” demişti. “Geri dönüyorlar.”
BIRDIE
Tatil planları bir kez değiştirilmiş, sonra tekrar değiştirilmişti.
Mart ayında Chess’in düğünü için gerekli düzenlemeler bir bahçe patikasındaki karolar kadar düzgün bir şekilde yapılırken, Birdie’nin aklına bir fikir geldi: Tuckernuck Adası’ndaki evde sadece ikisi bir hafta baş başa tatil yapabilirlerdi. Üç yıl kadar önce böyle bir fikir düşünülemezdi bile; Chess’in küçüklüğünden bu yana, onunla hep çatışmışlardı. “Anlaşamıyorlardı.” (Yani Chess, Birdie’yle anlaşamıyordu, değil mi? Birdie kızıyla anlaşabilmek için elinden geleni yapmıştı ama yine de kızı onu hep küçümsemişti. Hep yanlış şeyleri söylüyor, hep yanlış şeyleri yapıyordu.) Ama son zamanlarda anne ve kız arasında işler düzelmeye başlamıştı; Birdie’nin, Chess hayatının geri kalanını Michael Morgan’la birlikte geçirmeye başlamadan önce aile yazlığında bir hafta baş başa kalmayı teklif etmesine izin verecek kadar.
Birdie, bu fikrin gerçekleşip gerçekleşemeyeceğini görmek için işyerinden Chess’i aradı.
“Müsait olunca ben seni aranın,” dedi Chess, Birdie’ye Chess’i evden aramak için beklemesi gerektiğini gösteren gergin bir ses tonuyla. Chess, Glamorous Home dergisinin yiyecek sayfası editörüydü. Dergi personeli arasında en genç editör oydu; Diamond Yaymcılık Grubu’nda çalışan en genç editör de oydu ve kendini kanıtlamak için herkesten daha fazla çalışıyordu. Birdie, kızının işine gizliden gizliye gıpta ediyordu, çünkü ev yemekleriyle ilgili kendisi de çok hevesli ve başarılıydı. Chess’le hem fazlasıyla gurur duyuyor hem de onu kıskanıyordu.
“Peki, hayatım!” dedi Birdie. “Ama şu kadarını söylememe izin ver: Dört Temmuz haftası Tuckernuck’taki evde sadcce sen ve ben.”
“Sen ve ben mi?” dedi Chess. “Başka?”
“Sadece ikimiz,” dedi Birdie.
“Bütün hafta mı?” dedi Chess.
“Yapabilir misin?” diye sordu Birdie. Chess’in işinin mevsimsel esnekliği vardı. Yaz mevsimi yavaştı; tatil dönemleriyse çılgın gibiydi. “Yapar mısın?”
“Bunu bir düşüneyim,” dedi Chess ve telefonu kapadı. Birdie gergin ve endişeli bir şekilde evin içinde volta atmaya başladı. 1972 yılında Alpha Phi’den teklif aldığını öğrendiğinde olduğu gibi hissediyordu. Chess kendisiyle bu tatile çıkacak mıydı? Chess hayır derse, Birdie bunu kişisel olarak almamaya karar verdi. Chess’in iş hayatı yoğundu ve bir hafta uzun bir süreydi. Birdie kendi annesiyle koca bir hafta geçirmek ister miydi? Muhtemelen istemezdi. Birdie çay fincanını eline aldı ama soğumuştu. Tekrar ısıtmak için mikrodalga fırına attı ve mutfakta haberleri ve yemek tariflerini izlediği bilgisayarının başına oturdu. E-posta kutusunu kontrol etti. Küçük kızı Tate bir bilgisayar dâhisiydi ve Birdie’ye her gün en azından bir e-posta mesajı gönderirdi; bazen yönlendirilmiş bir fıkra veya Birdie’nin okumadan sildiği bir zincir mesaj olurdu. Bugün gelenler kutusu boştu. Birdie kendi kendini azarladı. Chess onunla baş başa bir hafta geçirmeyi asla istemezdi. Hiç sormaması gerekirdi.
Ama sonra tam Chess’le neredeyse her paylaşımında olduğu gibi içsel şüphelere (neden büyük kızıyla ilişkisinin bu kadar kötü olduğu, Birdie’nin nerede yanlış yaptığı gibi konular) yuvarlanmak üzereyken telefon çaldı. Birdie hemen kapıp açtı. Arayan Chess’ti.
“Bir Temmuz’dan yedisine kadar mı?” dedi Chess. “Sadece sen ve ben?”
“Yapar mısın?” diye sordu Birdie.
“Kesinlikle,” dedi Chess. “Harika bir fikir. Teşekkürler, Bird!”
* * *
Birdie iç çekti; mutluluk, rahatlama, sevinç! Tuckernuck’ta bir hafta kulağa çok hoş geliyordu. Otuz yıllık evlilikten sonra artık boşanmış olmanın avantajlarından biri. Birdie’nin istediği zaman istediği şeyi yapabilmesiydi. Tuckernuck’taki ev yetmiş beş yıldır aileye aitti; Grant’in değil, kendi ailesine. Birdie, Tuckernuck’ta geçirilen rahat, sade, umursamaz yaz tatillerinin anılarıyla büyümüştü ama Grant’ın durumu öyle değildi. Flörtleri süresince iki yaz Tuckernuck’tan hoşlanmış gibi davranmıştı ama evlenip çocuk sahibi olduklarında oradan hiç hoşlanmadığını açıklamıştı. Hatta nefret ediyordu; ev aşırı ilkeldi ve jeneratöre güvenilemiyordu. Grant bir öncü olmadığını ve banyo yapmak için ateş üzerinde ısıtılacak suyu bir el pompasıyla kuyudan çekmek istemediğini söylemişti. Farelerden, sivrisineklerden ve tavan kirişlerine asılan yarasalardan nefret ediyordu. Televizyon veya telefon olmamasından hoşlanmıyordu. Wall Street’in yarısının avukatıydı. Birdie onun telefonsuz yaşamasını nasıl bekleyebilirdi?
Tate lise son sınıfa gelene kadar her yaz Tuckernuck’ta iki hafta kalmaya tahammül etmişti ama o noktadan sonra frene basmıştı: Daha fazla olmaz!
Birdie on üç yıldır Tuckernuck’a gitmemişti. Artık geri dönme zamanıydı.
Böylece, Chess’in Michael Morgan’la düğününü planlarken, Tuckernuck’ta bir haftalık tatili de planlamaya başladı. Kâhyaları Chuck Lee’yi aradı. Uzun zaman önce unutulmuş ama yine de tanıdık gelen telefon numarasını tuşlarken sinirden bir şarkı mırıldandığını fark etti. Chuck’ın karısı Eleanor telefona cevap verdi. Daha önce onunla konuşmak bir yana, Birdie kadını hiç görmemişti ama Eleanor’un varlığının farkındaydı ve Eleanor’un da kendisinin varlığının farkında olduğundan emindi. Birdie şimdi kendini Eleanor’a tanıtmamaya karar verdi; böylesi daha kolay olacaktı.
“Chuck Lee’yi arıyorum,” dedi sadece. “Orada mı?”
“Şu anda burada değil,” dedi Eleanor. “Mesajınız var mıydı?”
“İlgilendiği ev konusunda aradım,” dedi Birdie.
“Chuck artık evle ilgilenmiyor,” dedi Eleanor. Kadının hâlinden memnun olduğu sesinden belliydi. Birdie’nin hayal gücüne göre, Eleanor iki yüz kilo ağırlığında, mürekkepbalığı derili ve hafif bıyıklı bir kadın olmalıydı.
“Oh,” dedi Birdie. Chuck ve Eleanor’un telefonunda arayan numaranın görünüp görünmediğini merak etti ama muhtemelen görünmüyor olmalıydı. Chuck 1974’te kalmış bir adamdı.
“İşle oğlum Barrett ilgileniyor,” dedi Eleanor. “Numarasını ister misiniz?”
Birdie telefonu kapadıktan sonra oturdu ve bir an düşündü. Yıllar ne kadar hızlı geçiyordu! Birdie, Barrett Lee’yi bütün hayatı boyunca tanımıştı ama şimdi onu beş yaşındaki hâliyle hatırlıyordu. Birdie, Grant ve çocukları Nantucket’taki Madaket Limanı’ndan alıp adanın ekmek kırıntısı kadar yumuşak ve beyaz, adadaki evlerinin bütün cephesi boyunca uzanan kumsal şeridine bırakan Boston Whaler’da turuncu can yeleğiyle otururken hayal edebiliyordu. Barrett Lee işi devralacak kadar büyümüş müydü? Yaş olarak otuz iki yaşındaki Chess ve otuz yaşındaki Tate’in arasında kalıyordu; yani otuz bir yaşında falan olmalıydı. Chuck altmış beş yaşında bir adam olarak emekli olmuştu. Grant ise hâlâ her sabah trenle şehre gidip geliyordu ve Birdie’nin bildiği kadarıyla, hâlâ mesai sonrasında müşterilerini martini içmek için Gallagher’a götürüyordu.
Birdie, Barrett Lee’nin cep telefonunu aradı ve elbette ki yetişkin bir adam cevap verdi.
“Barrett?” dedi Birdie. “Ben Birdie Cousins. Tuckernuck’taki Tate Evi’nin sahibiyim.”
“Merhaba, Bayan Cousins,” dedi Barrett Lee doğal bir tavırla, daha geçen hafta konuşmuşlar gibi. “Nasıl gidiyor?” Birdie, Barrett Lee’yi en son gördüğü zamanı hatırlamaya çalıştı. Onu bir ergen olarak belli belirsiz hatırlıyordu. Babası gibi oldukça yakışıklıydı. Nantucket Whalers’da futbol oynamıştı; geniş omuzlu, sarışın bir gençti. Bir sabah kızlardan birini balığa götürmek için babasının teknesiyle tek başına gelmişti. Başka bir seferinde kızlardan birini pikniğe götürmüştü. Ama ne kadar uğraşsa da, Chess’i mi, yoksa Tate’i mi götürdüğünü hatırlayamazdı.
Nasıl gidiyor? Buna nasıl cevap verebilirdi ki? Grant’le iki yıl önce boşandık. O şimdi Norwalk’ta “lüks” bir apartman dairesinde oturuyor ve “panter” diye adlandırdığı kadınlarla çıkıyor. Ben ise New Canaan ‘da, halılar, antikalar, artık geçmişte kalmış bir yaşamı belgeleyen çerçeveli fotoğraflarla dolu beş yüz metrekarelik aile evimin duvarları arasında yaşıyorum. Pazartesi günleri çeşitli yemekler yapıp bir hafta boyunca onları yiyorum. Hâlâ bahçe kulübüne üyeyim. Ayda bir, bir kitap kulübünün toplantılarına katılıyorum ve her seferinde seçilen bölümü okumuş olan tek kişi benim; diğer kadınlar oturup şarap içerek dedikodu yapmakla