Düşman onlardan çok daha üstün, ertesi sabah saldırıya geçecekti. Halkın çoğunluğu, yenileceklerini bildiği halde, şehirde kalmayı seçti. O akşam, her yaştan kadınlı erkekli bir grup, Kıpti dedikleri Yunanlı’yı dinlemek için meydanda toplandı.
Kıpti, hiçbir dine mensup değildi; sadece bütün duyduklarını, yarına aktarabilmek için aklında tutmuştu.
Kıpti, yalnızca içinde bulunduğu âna ve Moira denen varlığa inanırdı.
“Yarından itibaren şu anda ahenk olarak gördüğümüz şey ahenksizliğe dönüşecek. Mutluluğun yerini matem alacak,” dedi Kıpti.
“Şehrimizi talan edebilirler, ama burada öğrendiklerimizi silemezler. İşte bu yüzden ilmimizin surlarımız, evlerimiz ve sokaklarımızla aynı kaderi paylaşmasına izin veremeyiz… Peki ilim derken neyi kastediyorum?
İlimle, gündelik yaşamın karşımıza çıkardığı zorlukların üstesinden gelerek hayatta kalmamızı sağlayan şeyi kastediyorum.
Yarın bize neler olacağını kimse bilemez… Çünkü her günün iyisi ve kötüsü aynı gün içinde olup biter. Öyleyse dışarıdaki askerleri ve içinizdeki korkuyu unutun…
Bizler şimdi, gündelik yaşamımızdan, yüzleşmek zorunda kaldığımız güçlüklerden bahsedeceğiz,” dedi Kıpti.
Ve sevgiyi, kaybı, yenilgiyi, yalnızlığı sordular ona. Korkuyu, sadakati, cinselliği, geleceği ve kaderi; ona kendilerini nasıl bulacaklarını sordular. Hayatın içinden gelen, cevapları binyıllar boyu değişmeden kalan soruları sordular ona.
Düşmanları beklerken, halk bir meydanda toplandı ve sordu.
Ve Kıpti, onlara cevap verdi.
***
Önsöz ve selamlama
1945 yılının Aralık ayında kendilerine dinlenecek yer arayan iki kardeş, Yukarı Mısır’da, Hamra Dom bölgesindeki bir mağarada papirüslerle dolu bir testi bulurlar. Kanun gereğince yetkilileri uyarmak yerine papirüsleri birer birer antika pazarında satmaya karar verirler, böylece hükümetin dikkatini çekmeyeceklerdir. Anneleriyse “kötü güçler”den korkarak yeni keşfedilen papirüslerin bir kısmını yakar.
Ertesi sene, tarihe geçmeyen sebeplerle, kardeşlerin arası açılır. Durumu malum “kötü güçler”e yoran anneleri elyazmalarını bir papaza verir, papaz da aralarından birini Kahire’deki Kıpti Müzesi’ne satar. Burada papirüsler bugüne kadar sahip oldukları ismi alırlar: Nec Hemmadi Elyazmaları (bulundukları mağaranın en yakınındaki kasabaya atfen). Müzenin uzmanlarından, dindar bir tarihçi olan Jean Doresse, keşfin önemini anlar ve 1948’de yayımladığı bir makalede elyazmalanrından ilk kez bahseder.
Diğer elyazmaları da birer birer karaborsaya düşer. Mısır hükümeti çok geçmeden bu keşfin önemini idrak eder ve elyazmalarının ülkeden dışarı çıkarılmasını engellemeye çalışır. Mısır’da 1952’de yapılan darbeden kısa bir süre sonra elyazmalarının büyük bölümü Kahire’deki Kıpti Müzesi’ne teslim edilir ve ulusal miras ilan edilir. Aradan sıyrılan tek bir metin, Belçika’daki bir antikacıda ortaya çıkar. New York’ta ve Paris’te defalarca satılmaya çalışılır ve sonunda 1951’de Carl Jung Enstitüsü tarafından satın alınır. Ünlü psikanalistin ölümüyle birlikte, artık “Jung Kodeksi” diye anılan elyazması Kahire’ye geri getirilir. Bine yakın sayfadan oluşan Nec Hemmadi Elyazmaları bugün Kahire’de bir arada bulunmaktadır.
• • •
Bulunan papirüsler, Hıristiyanlığın ilk yüzyılı ile MS 180 arasında yazılmış metinlerin Yunanca çevirileridir ve günümüzdeki İncil’de bulunmadıkları için “apokrif metinler” diye anılan metni meydana getirirler.
Peki neden böyle olmuştur?
MS 170 yılında bir grup piskopos, ‘Yeni Ahit’i oluşturacak metinleri seçmek amacıyla bir araya gelir, ölçütleri basittir: Dönemin sapkınlıkları ve mezhepsel ayrılıklarıyla mücadele etmeye yarayacak her şey ‘Yeni Ahit’e dahil edilecektir. Kendilerince Hıristiyanlığa uygun gördükleri metinleri ve mektupları seçip toplayarak günümüzdeki ‘Yeni Ahit’i oluştururlar. Piskoposların bu buluşmasından ve kitap listesinden, pek bilinmeyen Muratori Kanonu’nda bahsedilir Nec Hemmadi’de bulunanlar gibi diğer kitaplarsa kadınlarla ilgili metinler içerdikleri (Mecdelli Meryem İncili gibi) veya İsa’nın mukaddes görevinin bilincinde olduğunu belli ettikleri, dolayısıyla da ölümünü daha az ıstıraplı ve sancılı kıldıkları için ‘Yeni Ahit’in dışında bırakılır.
• • •
1974 yılında Sir Walter Wilkinson adlı İngiliz arkeolog, Nec Hemmadi yakınlarında diğer bir elyazması bulur; bu elyazması Arapça, İbranice ve Latince olmak üzere üç dilde yazılmıştır. Bölgede bulunan eserlere dair kanunları bildiğinden metni, Kahire Müzesi’nin Antik Kalıntılar Bölümü’ne gönderir. Çok geçmeden yanıt gelir: Dünyada bu metnin en az 155 nüshası dolaşmaktadır (üç tanesi de müzededir) ve bütün nüshalar birbirinin aşağı yukarı aynıdır. Organik malzemelerden alınan verileri analiz etmeye yarayan Karbon 14 testi sonucunda, papirüsün nispeten yeni olduğu ortaya çıkar; büyük ihtimalle Hıristiyanlığın 1307. senesinde yazılmıştır. Metnin Mısır topraklarının dışındaki Akra şehrinde yazılmış olduğu kolayca tespit edilir. Böylece ülkeden çıkarılması için herhangi bir engel kalmaz ve Sir Wilkinson elyazmasını İngiltere’ye götürmek için Mısır hükümetinden yazılı bir izin alır (Ref. 1901/317/IFP-75, 23 Kasım 1974 tarihli).
• • •
1982 Noeli’nde Galler’deki Porthmadog kasabasında Sir Walter Wilkinson’un oğluyla tanışmıştım. Babasının bulduğu elyazmasından bahsettiğini hayal meyal hatırlıyorum; ama ikimiz de konuya fazla önem vermemiştik. Aradan geçen yıllar boyunca samimi bir arkadaşlık kurduk ve kitaplarımı tanıtmak için ülkesine seyahat ettiğimde birkaç kez daha görüşme fırsatı bulduk.
30 Kasım 2011’de, tanıştığımızda bahsettiği metnin bir kopyası elime geçti. Şimdi onu sizlere aktaracağım.
•
Yazmaya şöyle başlamayı ne kadar çok isterdim:
“Artık yaşamımın sonuna geldim, dünyayı arşınlarken bütün öğrendiklerimi benden sonra geleceklere bırakıyorum. Umarım faydasını görürsünüz.”
Ama böyle demem ne yazık ki mümkün değil. Sadece 21 yaşındayım; annemle babam, beni sevgiyle yetiştirdiler ve hem sevdiğim hem de beni seven bir kadınla evlendim. Ama yaşam yarın bizi ayıracak ve her birimiz kendi yoluna, kendi kaderine gidecek ve ölümüyle kendince yüzleşecek.
Ailemiz için bugünün tarihi 14 Temmuz 1099. Kudüs şehrinin sokaklarında birlikte oynadığımız çocukluk arkadaşım Yakub’un ailesi içinse 4859; Yakub, Yahudi dininin benimkinden daha eski olduğunu söylemeye bayılır. Hayatını artık sona yaklaşmış bir tarihi kaydetmeye adamış olan saygıdeğer İbn el-Esir içinse 492 senesi bitmek üzere. Ne tarihlerimiz ortaktır ne de Tanrı’ya tapınma biçimimiz; ama bunlar haricinde birbirimizle gül gibi geçiniriz.
Geçen hafta komutanlarımız bir araya geldi ve Frenk askerlerinin bizimkilerden çok daha üstün ve donanımlı olduğu kanaatine vardılar. Herkesin bir seçim yapması şart koşuldu: Ya şehri terk edeceğiz ya da yenileceğimiz kesin olmasına rağmen ölünceye kadar savaşacağız. Halkın çoğunluğu şehirde kalmayı seçti.
Müslümanlar, şu anda Mescid-i Aksa’da toplanıyor, Yahudiler, askerlerini Mihrab-ı Davud’da bir araya getiriyor; birçok mahalleye yayılmış olan Hıristiyanlarsa şehrin güney kısmını savunmakla yükümlüler.
Şimdiden dışarıdaki saldırı kulelerini görebiliyoruz; gemilerden özenle sökülmüş tahtalardan yapılmışlar. Hareketliliğe bakılırsa düşman askerleri yarın saldırıya geçecek; papa uğruna, şehrin “özgürleştirilmesi” ve “mukaddes arzular” adına kan dökecekler.
Bu akşam, bin yıl önce Romalı Vali Pontius Pilatus’un İsa’yı çarmıha germeleri için toplanan kalabalığa teslim ettiği meydanda, her yaştan kadınlı erkekli bir grup, hepimizin Kıpti adını verdiği Yunanlı adamı dinlemek için toplandı.
Kıpti tuhaf bir adam. Doğduğu şehir olan Atina’dan ilkgençliğinde ayrılıp para ve maceranın peşine düşmüş. Açlıktan ölmek üzereyken şehrimizin kapısını çalmış ve hoş karşılanınca yavaş yavaş yolculuğuna devam etmekten vazgeçmiş ve buraya yerleşmeye karar vermiş.
Bir ayakkabıcıda iş bulmuş ve bütün görüp duyduklarını -tıpkı İbn el-Esir gibi- yarınlara aktarabilmek için aklında tutmaya başlamış. Hiçbir dine mensup olmaya çalışmamış, kimseler de onu, aksine ikna etmeye uğraşmamış. Ona göre ne 1099’dayız, ne 4859’da, ne de 492 yılının sonunda. Kıpti yalnızca içinde bulunduğu âna ve “Moira” denen varlığa inanır. Moira adlı esrarengiz tanrı, çiğnenmesi halinde dünyanın yok olacağı tek bir yasadan sorumlu İlahî Güç’ü temsil etmektedir.
Kudüs’teki üç dinin başlıca temsilcileri Kıpti’nin yanındaydı. Komutanlarsa konuşma boyunca ortada görünmedi; çünkü bizim tamamen beyhude olduğuna inandığımız direnişin son hazırlıklarını tamamlamakla meşguldüler.
“Asırlar önce bu meydanda bir adam yargılandı ve mahkûm edildi,” diye konuşmaya başladı Yunanlı adam. “Şu sağdaki sokakta ölüme adım adım ilerlerken bir grup kadının arasından geçti. Ağladıklarını görünce, ‘Benim için ağlamayın, Kudüs için ağlayın,’ dedi. Şimdi yaşadıklarımıza dair bir kehanetti bu. Yarından itibaren şu anda ahenk olarak gördüğümüz şey, ahenksizliğe dönüşecek. Mutluluğun yerini matem alacak. Barışın yerine gelen savaş öyle uzun sürecek ki ne zanaan sona ereceğini hayal bile edemeyeceğiz.”
Kimse konuşmadı, çünkü hiçbirimiz orada ne yaptığımızı bilmiyorduk. Kendi kendilerini “Haçlı” diye adlandıran işgalcilere dair bir vaaz daha dinlemeye mecbur muyduk?
Kıpti, içimize düşen şüphenin tadını çıkardığı uzun bir suskunluğun ardından anlatmaya koyuldu:
“Şehrimizi talan edebilir ama burada öğrendiklerimizi silemezler. İşte bu yüzden, ilmimizin surlarımız, evlerimiz ve sokaklarımızla aynı kaderi paylaşmasına izin vermemeliyiz. Peki ilim derken neyi kastediyorum?”
Kimseden ses çıkmayınca konuşmayı sürdürdü:
“Yaşam ve ölüm hakkındaki mutlak hakikati kastetmiyorum; gündelik yaşamın karşımıza çıkardığı zorlukların üstesinden gelerek hayatta kalmamızı sağlayan şeyi kastediyorum. Kitapların bize bahşettiği, yalnızca gerçekleşen ve gerçekleşecek olaylar hakkında boş yere konuşup durmamızı sağlayan âlimliği değil, vicdanı temiz adam ve kadınların yüreklerinde bulunan bilgeliği kastediyorum.”
Kıptı şöyle devam etti:
“Ben okumuş bir adam olmama ve bunca yıldır antik kalıntıları toplamış, nesneleri tasnif etmiş, tarihleri toparlamış ve siyaset konusunda tartışmış olmama rağmen ne diyeceğimi pek bilemiyorum. Ama şimdi İlahî Güç’e yüreğimi arındırması için yalvarıyorum. Sizler sorun, ben cevaplandırayım. Eski Yunan’da ustalar, bilgilerini böyle edinirlerdi; öğrencileri onlara daha önce hiç kafa yormadıkları konularda soru sorduğunda cevap vermeye mecburdular.”
“Peki cevaplar ne işimize yarayacak?” diye sordu kalabalıktan biri.
“Kimileri söylediklerimi yazıya geçirecek. Kimileriyse sözlerimi aklında tutacak. Asıl önemli olan, bu akşam sizlerin dünyanın dört bir yanına dağılarak duyduklarınızı yaymanız. Böyle yaparsanız Kudüs’ün ruhu baki kalır… ve bir gün onu yalnızca bir şehir olarak değil, bilgilerin buluştuğu ve barışın yeniden egemen olduğu bir yer olarak tekrardan inşa edebiliriz.”
“Yarın bizi nelerin beklediğini hepimiz biliyoruz,” dedi bir başkası. “Nasıl barış yapabileceğimizi tartışsak ya da savaşa hazırlansak daha iyi olmaz mı?”
Kıpti, bakışlarını yanındaki din adamlarının üstünde gezdirdikten sonra yeniden kalabalığa döndü.
“Yarın bize neler olacağını kimse bilemez, çünkü her günün iyisi ve kötüsü aynı gün içinde olup biter. Öyleyse dışarıdaki askerleri ve içinizdeki korkuyu unutun. Bugün olup bitenleri, bu toprakların miras kalacağı kişilere biz anlatmayacağız; bu sorumluluk tarihe aittir. Biz gündelik yaşamımızdan, yüzleşmek zorunda kaldığımız güçlüklerden bahsedeceğiz. Geleceği sadece bu ilgilendirir; çünkü ben önümüzdeki bin yılda büyük değişikliler olacağına inanmıyorum.”
•
Derken komşum Yakub şöyle dedi:
“Bize yenilgiden bahset.”
Kışın dalından kopan bir yaprak kendini soğuğa mağlup düşmüş gibi görür mü?
Ağaç yaprağa şöyle der: “Yaşamın döngüsü bu. Sen öldüğünü sansan da aslında hâlâ benim içimde yaşıyorsun. Senin sayende hayattayım, çünkü solumamı sağladın. Yine senin sayende sevildiğimi hissettim, çünkü yorgun bir yolcuya gölge ettim. Özlerimiz aynı; biz tek bir varlığız.”
Dünyanın en yüksek dağına tırmanmak için yıllarca hazırlık yapan bir adam, tırmanış günü gelip çattığında bir fırtına koparsa kendini mağlup düşmüş hisseder mi? Adam dağa şöyle der: “Beni şimdi istemiyorsun; ama hava düzelecek ve bir gün zirvene tırmanmayı başaracağım. O gün gelinceye dek burada beni bekle.”
İlk aşkı tarafından reddedilen bir delikanlı, aşkın var olmadığını iddia edebilir mi? Delikanlı kendi kendine şöyle der: “Hislerimi anlayabilecek birini bulacağım ve hayatımın sonuna kadar mutlu olacağım.”
Doğanın döngüsünde, zafer veya yenilgi diye bir şey yoktur; yalnızca devinim vardır.
Kış, bütün yıla egemen olmak için mücadele etse de sonunda çiçekler açan ve neşe saçan ilkbaharın zaferini kabullenmeye mecburdur.
Yaz, sıcak günlerin sonsuza dek sürmesini ister, çünkü sıcağın toprağa iyi geldiğine emindir. Ama nihayetinde, toprağı dinlendiren sonbaharın gelişini kabullenir.
Ceylan, bitkileri yer ve aslan tarafından avlanır. Önemli olan kimin daha güçlü olduğu değil, Tanrı’nın bize ölüm ve yaşama dönüş döngüsünü ne şekilde gösterdiğidir.
Bu döngüde kazanan ve kaybeden yoktur, sadece yerine getirilmesi gereken aşamalar vardır. İnsan, yüreği bunu kavradığı anda özgürleşir. Zorlukları yakınmadan kabullenir ve zaferlerin sarhoşluğuna kapılmaz.
İki durum da geçicidir. Biri biter, öbürü başlar. Böylece döngü biz etten sıyrılıncaya ve İlahî Güç’le buluşuncaya dek sürer.
İşte bu yüzden, dövüşçü arenadayken -orada kendi iradesiyle de bulunuyor olabilir, kaderin esrarengiz bir cilvesi sonucunda da- girişeceği mücadeleyi düşünerek mutlu olmalıdır. Mücadeleyi kaybetse de, haysiyetini ve şerefini kaybetmediği sürece yenilmiş sayılmayacaktır, çünkü ruhu hâlâ sapasağlam olacaktır.
Ayrıca başına gelenden dolayı hiç kimseyi suçlamayacaktır. İlk kez âşık olup reddedildiğinden beri bu durumun sevme yeteneğini köreltmediğini kavramıştır. Aşkta ve savaşta kural yoktur.
Kaybettiğimiz şey, bir mücadele de olsa sahip olduğumuzu sandığımız şeyler de olsa hüzne kapılırız. Fakat çok geçmeden hepimizin içinde bulunan o esrarengiz gücü keşfederiz; bu güç bizi etkisi altına alır ve kendimize olan saygımızı artırır.
Etrafımıza bakıp kendi kendimize, “Ben hâlâ hayattayım,” deriz ve kendi sözcüklerimiz, içimizi sevinçle doldurur.
Yalnızca bu gücün farkında olmayanlar, “Ben kaybettim,” der ve üzülür.
Ötekilerse yenildikleri için üzülseler ve galiplerin aşağılamalarına maruz kalarak birkaç damla gözyaşı dökseler de asla kendilerine acımaz. Mücadeleye yalnızca bir süreliğine ara verildiğinin ve durumun geçici bir süre