Halktan kaçtığınız korunaklı siteler, lüks mobilyalar, kartonpiyerler, ünlü mimarların dekorasyon önerileri mutlu etmeyecek sizi. Yüksek binalar ve beton eninde sonunda nefesinizi aıkıştıracak. 5+1’kerin, 4+2’lerin, akıllı binaların, yok satan mega projelerin fıtratınıza uygun olmadığını kavrayacaksınız. Eşyaların esiri olduğunuzu düşüneceksiniz. Gereksizce büyük ve çok sayıdaki odalar huzur vermeyecek. Yatırım amaçlı aldığınız yazlık da, ikinci, üçüncü evler de anlamsız gelecek!
Mimar Semih Akşeker avinde huzur ve mutluluk arayanlara sesleniyor. Ayetler, hadisler ve gelenekler ışığında mutlu olacağınız ev projesini çiziyor!. Evin temelini ise adalet, tevazu, sadelik, güzellik/estetik, fanilik şuuru, mahremiyet, özgünlük, iktisat ve hüsn’ü muhafaza olmak üzere 9 Kurani ilke üzerine atıyor.
Bu kitap, Batı taklidi modern mimarinin insanı hor gören şımarıklıklarından sıkılıp daha mürevazi, tabiatla uyum içinde yaşamak isteyenler için yazıldı.
Peygamber Efendimiz’le aynı evi paylaşmanın nasıl bir duygu olduğunu merak edenlere ithaf olunur.
Önsöz
Türkiye’nin iskân ve şehircilik politikalarını belirleyenlerin umumiyetle mimar ve şehirci gibi meslek erbabı olmadığını biliyoruz. Elbette bu iş için mimar olmak şart değildir, böyle mühim bir vazifeyi her mimarın yapacağına da inanmam doğrusu. Politikacılarımız ise iktidar ile bu hakkın doğal olarak kendilerine geçtiği düşüncesiyle yıllardır bu işi bir şekilde kendileri yapmaktadırlar, ancak sonuç ortadadır.
Binâenaleyh bu işi kimin yaptığı veya bundan sonra kimin yapacağının önemi yoktur. Problem şahıslarda ve mesleklerde değil, zihniyetlerdedir. Mimari ve şehir meselelerine sadece dünyevî hedefler zâviyesinden bakanlar, ister siyâsiler ister bürokratlar isterse mimarlar olsun, sahip oldukları bu zihniyet yapısıyla şehir problemlerini asla çözemeyeceklerdir. Şehirleşmede kâr/rant/yatırım gibi seküler paradigmaları terketmek ve dinî (evrensel) değerler ekseninden meselelere bakmak artık hayatiyet arz etmiş bulunmaktadır.
Bundan böyle ülkemizin istikbâlini derinden etkileyecek temel mimari ve şehircilik kararlarının, ilim, fikir ve san’at adamlarından kurulu bir üst kurul tarafından alınması târihî bir adım olacaktır. Ülkemizde böylesine mühim bir karar, ancak kendi aklı ve gücüne (ego’suna) güvenmeyip bu işi ehline bırakacak idrâkte ileri görüşlü bir devlet adamı tarafından alınabilecektir. Şurası muhakkak ki bu kararı alacak şahıs, bu yüksek idrâk ve idâreciliği ile tarihin altın sayfalarında yerini alacaktır. Kanunî Süleyman’ı yaptırdığı eserlerle böylesine azâmetli bir tarihi şahsiyet yapan da esas itibariyle her iş için ehlini bularak görevi ona vermesi değil midir?
Günümüze gelindiğinde böylesine ehemmiyetli bir işe, herkesin ilminden ve amelinden emin olduğu, basit dünyevi menfaatleri elinin tersiyle itebilen vicdan sahibi mimarlar, şe- hirciler, din âlimleri, sosyologlar, eğitimciler, psikologlar iktisatçılar mutlaka dâhil edilmelidir. Birinci iş bu yüksek kadroyu tespit ve iknâ olmalıdır. Ayrıca bu iş için istisnasız herkesin ittifakla tasdik ve itibar ettiği rahmetli Turgut Cansever Hocamızın elli yıllık emeği, teori ve pratik uygulamaları temel kaynak olarak değerlendirilmelidir.
Ben bu noktada kendimi; gün geçtikçe koca koca apartmanlarla betonlaşan, yol yol asfaltlaşan, ağaçsız, çimensiz, havasız şehirlerimizin ve hâssaten İstanbul’umuzun gidişini gördükçe kederlenen, hatta istikbâli düşündükçe ürperen bir bîçâre olarak görmekteyim. Lâkin inandığım değerler, sükûta müsâade etmiyor, bir işi bütünüyle yapmaya kadir olmayıp terk etmek yerine kısıtlı da olsa elden geleni yapmayı emrediyor. Çünkü bizler yaptığımız kadar yapmadıklarımızdan, yazdığımız kadar yazmadıklarımızdan da mesul tutulacağız.
Şehirlerimizin istikbâli aydınlık değildir. Taklit-rant-israf sacayaklı mevcut paradigmalar şehirlerimizi iflas noktasına getirmiştir. Şehirlerimizin yeniden İslâm’ın değerleri ile inşâ ve ihyâsı artık bir tercih meselesi olmaktan çıkmış, âdeta bir zarûret haline gelmiştir.
Semih Akşcker
2012 / İstanbul
BİRİNCİ BÖLÜM:
MİMARİ VE DEĞERLER
‘Bir yapı yalnızca varolunacak bir yer değildir, bir varolma tarzıdır’
Amerikalı mimar Frank Lloyd Wright (1867-1959)
Mimarlık ile ilgili bir kitaba “değerler”den bahseden bir yazıyla başlanması bazı okurları şaşırtabilir. Zira birçok kimse mimariyi salt bir inşâi faaliyet veya malzeme ve ustalıkla meydana getirilen bir yapı sanatı olarak dar bir bakış açısıyla görme eğilimindedir. İnsanların büyük bir kısmı mimâri gibi görünürde maddî bir faâliyetin din gibi, ahlâk gibi, değerler gibi mânevi kavramlarla ilişkili olabileceğine ihtimal vermez. Bunu elbette yadırgamıyorum, çünkü mimâri okumama rağmen bu ilişkiden bir zamanlar ben de haberdâr değildim. Bu kitap ile bu ilişkiyi bilgim nispetinde açıklamaya gayret edeceğim.
Mimâri yalnızca bir inşâi faaliyet veya bir kısım insanın anladığı şekliyle güzel sanatlara ait bir estetik faâliyet konusu olmanın çok ötesinde; fikir, tasarı ve biçim vermek gibi kökü inanç ve ahlâka dayanan düşünce faaliyetlerinin de adıdır aynı zamanda. Tarz, üslûp, şekil ve hatta işlev salt bağımsız nitelikler değildir. Ortada karar verilecek bir tasarı ve karar veren bir irâde varsa mutlaka “değerler” de var demektir. Bu hakikat sadece mimâriye münhasır olmayıp hayatın bütün alanları için geçerlidir. Hiç dinden/değerlerden bağımsız bir iktisat, siyaset, bilim, san’at ve elbette mimâri olabilir mi? Ya da hâlâ bunu söyleyebilen bir bedbaht var mıdır?
Bugün, mimarinin ısrarla “etik”in alanından çıkarılmaya ve sadece “estetik”in ilgi alanı ile sınırlı bir çerçeveye oturtulmaya çalışıldığını görüyoruz. Bunun ancak mimariden bir şekilde menfaatlenen kişilerin/grupların fikri olabileceğini düşünüyorum.
Esas itibariyle din ve dünya ayırımı gibi (bölücü/parçalayıcı) fikirler bizim kültürümüzün dışında ortaya çıkmışlardır. İslâm’ın tevhidi karakteri bu ayırımı kabul etmez, bu fikri yanlış bulur. Hz. Peygamber (s.) “Nasıl (ve hangi değerlere) inanırsanız öyle yaşarsınız, nasıl yaşarsanız öyle ölürsünüz” derken, alan ayrımı yapmadan insanların günlük hayatlarında inanç ve değerlerden bağımsız hareket edemeyeceklerini beyan etmiştir ki insan davranışlarını inceleyen sosyal bilimlerin dediği de bugün bundan ibarettir. Dünyevi sanılan işlerin hiçbiri dinden, değerlerden bağımsız değildir. Asırlar önce Peygamber’in böyle bir tespitte bulunması ise ancak ona has bir idrâk ile izah edilebilir.
“Değerler” yapılara yansır, yapılara şekil verirler. Mimarlar ya da karar vericiler (firmalar, idareler, hükümetler) kendi değer ve tasavvurlarını eserlere, şehirlere yansıtırlar. Proje ve tasarımları onların niyetlerini ve zihniyetlerini belli eder. Dikkatli gözler mimarideki bu tercih farklılıklarını pekâlâ ayırt edebilirler.
Sadece bir yapı değil birçok yapının içinde yer aldığı şehirler de aslında “değerler” ile vücuda getirilmişleridir. Bugün Edirne’ye, İsfahan’a, Şam’a baktığımızda nasıl sadelik, tevâzu, adalet gibi bize ait “değerler” ile vücûda getirilen İslâm şehirlerini görüyorsak, meselâ New York’a, Paris’e, Londra’ya baktığımızda da bencillik, rekâbetçilik, rant gibi (modern) değerler ile meydana getirilen Batı şehirlerini görürüz.
Evet sonlarına yaklaştığını hissettiğimiz bu yaşlı kürede İslâm’ın değerleri ile 21. asra ait yepyeni bir mimari tesis etmeyi bizler gibi hayal ve umut edenlerin vakitlerinin iyice daraldığını düşünüyorum.
DİN/DEĞERLER VE MEDENİYET
Dinler “değerler” üretir, “kıymetler” biçer, “ölçüler” koyar. Dinler değerler vasıtasıyla insanlığı/insaniyeti tesis ettiği gibi medeniyetleri de tesis eder ve etmiştir. Bununla birlikte “değerler’in her zaman bir vahye dayanmadığı, bazen tahrif edilen bir dînin veya hakikatten nasipsiz bir sistemin/rejimin de mahsûlü olabileceği bir gerçektir.
Değerler ilahi kaynaktan geldiğinde insanlığın saadetine vesile olacağı gibi beşerî/felsefî bir ekolden geldiğinde bir yıkım sebebi olabilir ve olmaktadır. Nasıl ki mazide Islâm’ın değerleri dünyayı aydınlatmış, insanlığı ihya ve inşâ etmişse, bugün de hâkim modern/seküler değerler dünyayı târ ü mâr etmektedir. Kendini yokeden ve bunu farkettiği halde çare üret(e)meyen bir medeniyetin son demleridir yaşanan.
Medeniyet top/tüfek değil, fabrika/makine de değildir. Medeniyet araç olamaz. Medeniyet; yardımlaşma, dostluk, paylaşma gibi ortak “değerler”dir. Medeniyet bir sisteme ait değerlerin o toplumda karşılık görmesidir. Biz îslâm medeniyeti derken aslında İslâmî “değerler”, Batı medeniyeti derken de seküler “değerler” ile hayat bulan medeniyetleri kastederiz.
Medeniyet (civilization) Batı’dan ithal seküler (din dışı) bir kavramdır, Tanzimat döneminde tercüme yoluyla dilimize girmiştir. Batı’da bu kavram dinden arındırılmış bilim, sanat ve felsefede ilerlemeyi ifade etmek üzere kullanılmaktadır. Ortaçağ vahşetinden kurtulmaya çalışan Batı için bu tarif belki anlamlı olabilir, lâkin bizim için muhal ötesidir. Eğer biz medeniyeti son iki asırda bu kelime ile başlatacak olursak geçmişte medeni olmadığımızı söylemek gibi zaten Batılıların dillendirdiği bir yanlışa kendimiz düşmüş oluruz. Medeniyet kavramını bu haliyle kabul etmenin imkanı olmadığı gibi buna ihtiyacımız da yoktur. Medeniyet gibi seküler bir kavramın, bizde “din” menşeli medine (şehir) ile ilişkilendirilerek türetilmesi kafaların karışıklığını göstermektedir. Dilimize yerleştiği için bu kavramı biz de isteksizce bazen kullanıyoruz. Bundan böyle İslim medeniyeti rüyası/ütopyası görmek yerine belki yepyeni bir medine-i fâzıla/faziletli şehir kurmakla bir başlangıç yapabiliriz.
Değerler farklı olunca insan farklı oluyor, insan farklı olunca da medeniyetler farklı şekilde tezahür ediyor. Yepyeni rahmânî bir medeniyetin inşâsını hedefleyen bizlerin öncelikle mensûbu olduğumuz dînin değerlerini teorik/bilgi düzeyinden pratik/yaşam düzeyine aktarmamız gerekmektedir.
MİMARİ ANLAYIŞIMIZ DİNDEN/DEĞERLERDEN BAĞIMSIZ OLABİLİR Mİ?
‘Bir şehri yaşanmaya değer kılan, o şehrin üzerinde kurulduğu değerler sistemiyle, şehrin insanlarının bağlı bulunduğu değerler arasındaki tenâsüptür ‘1
İlhan Kutluer
Islâm dünyasının son asırdaki temel yanlışlarından birisi; aynı Batılılar gibi hayatlarını dînî olan ve olmayan şeklinde parçalara ayırmış olmalarıdır. Bu parçalama ameliyesi, hayatı bir bütün olarak gören dînin dünya ile arasında çatışma alanlarının çıkmasına sebep olmuştur. “Sezar’ın hakkı Sezar’a, Tanrının hakkı Tanrıya” şeklinde formüle edilen bu anlayış, esasında müşrik (putperest) Roma’dan Hıristiyanlığa intikâl etmiştir. Bu itikadın getirdiği anlayışla pazar günlerini Tanrıya (dine) adayan Hıristiyanlar haftanın diğer günlerinde pek rahatlıkla dînin ikazlarına aldırış etmeyen ve dînin müdahalesine izin vermeyen (dinsiz) kapitalist çarkın içine dahil olabilmektedir.
Ne yazık ki Müslümanların yeni modern hayatlarında bu tesir artık açıkça fark edilmektedir. Müslümanlar, Hıristiyanların sadece giyim-kuşam, ev, eşya, teknik gibi maddiyâtını taklit etmekle kalmamış, onların düşünce, inanç ve hayat felsefesi gibi mâneviyat alanlarını da benimsemeye başlamıştır.
Namaz kılan bir tanıdığıma hiçbir mecburiyeti olmamasına rağmen niçin faiz gibi dehşetli bir suçu ana kazanç malzemesi yapan bankalarla çalıştığını sorunca, pek rahatlıkla dîni ile ticaretini ayrı tuttuğunu söyleyebilmişti. Bu söz bana bir zamanlar “Hacca da giderim içkimi de içerim” diyen ve dinî hayatı ile günlük sosyal hayatını birbirinden ayrı tutuğunu söyleyen bir eski cumhurbaşkanı hanımını hatırlatmıştı. Yine dindar sahipleriyle tanınan bazı firmaların reklâmlarda kadın/cinsellik unsurunu nasıl kullandığını ekranlarda sıkça görmektesiniz. İşte mimâriyi dinden ayrı tutan tavırlar aldığımızda bizlerin de benzer çelişkilere düşeceği muhakkaktır.
Allah’tan bağımsız bir hayat alanı olduğunu farzetmek ve hayatı bu tasavvurla düzenlemeye çalışmak şirkten başka bir şey değildir.
“Göklerde ilâh ve yerde ilâh O’dur.
O, hüküm ve hikmet sahibidir, bilendir.” (Zuhruf,43/84)
Kendimde insanlara nasihat verme selâhiyeti görmüyorum, böyle bir niyetim de yok. Ancak Hz. Peygamberin (s) hayatında din ve dünya işlerini ayrı tutma gibi bir uygulamasına rastlanmadığını bilmekteyim.
Onun ibadetlerini yerine getirirken İslâm’a uygun, diğer yandan sosyal hayatın icaplarını yerine getirirken İslâm’a uygun olmayan davranışlar içinde olduğuna tarih şahit olmamıştır.
Hz. Peygamberin (s) dini ve dünyası birdi, aynı kaynaktan besleniyordu. O namaz kılarken faizli ticaret yapmaz, oruç tutarken yalan konuşmaz, zekât verirken insanları çekiştirmezdi.
Onun evi, komşu evinden yüksek değildi, onun evi komşu evin ışığını, manzarasını kesmezdi. O, mütevazıydı, konforlu ve gösterişli evler yapmaz, lüks eşyalarla donatmazdı. O sade ve basit yaşamayı kendine şiâr edinmişti.
Hz. Peygamber (s) sadece kendi için doğruları uygulamakla kalmıyor, çevresine de doğru istikâmeti gösteriyordu. Meselâ Medine şehrinde dönemine göre yüksek, lüks ve gösterişli yapılan bir evin sahibi ile, o evi yıkıncaya kadar selamını almayacak kadar evler ve eşyalar konusunda titizlik gösteriyordu.