HARON LEŞİT
Bacaklarına koyun pöstekileri sarılmış gibi iri ve kıllı ayak ^bilekleri ile yerleri eşeleyen koca beygirlerin üzerindeki korkunç adamları, Haron Levi çipil gözleriyle küçücük görmek gafletinde bulundu.
Bu yanlış görüş sonunda -her küçük şey gibi sevimli ve zararsız olduklarını sanarak- yanlarına sokulmakla da kendi ölümüne kendi ayağıyla gitmiş oldu:
– Yaşasın ölmeyen ve bizi yedi kere yedi bin kat göklerin üstünden koruyan Allah’ın oğlu büyük İsa!
Dev atların üstünde uyuklar gibi duran atlılardan biri gürledi:
– İsa yaşasın, yaşasın ama biz de yaşayalım bezirgan.
– Siz de yaşayın!
– Bir şeyler sökül de yaşayalım.
Haron Levi’nin kırpıştırdığı gözleri açıldı; o zaman ilk görüşünün sakatlığını sezdi. İri atlar, üzerindeki dev heriflerden daha küçüktü. Atlar küçülmüş, serseriler büyümüştü.
İçlerinden biri yere atladı. Haron Levi’nin karşısına dikildi.:
– Sana kim derler bezirgan?
– Haron Leşit.
– Anlamadım?
– Haron Leşit. İsa’nın bu yoksul kullarına bir şeyler satar geçinirim. Adım çok tanınmıştır.
– Yani zavallıları kazıklar, soyarsın.
Haron Levi, elinden geldiği kadar şirin görünmek zoru ile kirli dişlerini ileri çıkararak sırıttı:
– Onlarda soyulacak hal kalmış mı arslanım?
– Doğru, sen mal satarak, senin sattığın malları biz ellerinden alarak çırılçıplak ettik koca Haçlılar ordusunu.
Haron Levi’nin gönlü bulanmaya başladı:
– Sizinle meslektaş olduğumu bilmek bana şeref verdi.
– Ama bize şeref vermiyor.
Tam bu sırada bir bezirgan karşısında atlarından hep birden inmeyi yiğitliklerine yediremeyen devlerden biri, çizmesinin burnu ile yoksul Haron Levi’nin çenesine bir tekme attı.
Haron Levi, dibi kesilmiş zeytin ağaçları gibi patırdayarak yüzükoyun yerdeki tozların içine yatıverdi.
– Merhamet İsa’nın sevgili kulları, merhamet, diye inledi.
Fakat İsa’nın sevgili kullarında babalarına bile merhamet edecek surat yoktu.
– Ya malını, ya canını bezirgan, diye gürlediler. Sözü uzatma. “Mal” sözü yerde cansız gibi yatan Haron Levi’nin başını tozlar içinde havaya kaldırmaya yetti:
– Arslanlarım, dedi. Ben malım ile canımı hiçbir zaman yan yana bulundurmam.
Canım size kurban olsun, fakat yanımda bir Frenk mangırı bile taşımam.
Yerdeki dev adam:
– Hele bir bir arayalım, diye homurdandı. Bak canının düşeceği korkunç hali görünce, malın tıpış tıpış nasıl yanına gelir.
Tekrar yere eğilmeye tenezzül etmeden Haron’un beli ile kaba etleri arasına öyle usturuplu bir tekme attı ki, yayına dokunulmuş kukla ibişi gibi Haron, olduğu yerde dikiliverdi.
Fakat tecrübeli bezirgan bu konuşmalardan, bu ustaca yapıştırılan tekmelerden kimlerin karşısında bulunduğunu anlamıştı. Birden kanaraya götürülen danalar gibi böğürerek ağlamaya başladı.
Sesinin bütün kuvveti ile bağırıyor, arada bir de boğuluyormuş gibi öğürüyordu.
Haron, kopardığı bu şamata ile dinsiz ve merhametsiz atlıların yüreğini yumuşatamayacağını çok güzel biliyordu.
Fakat bir yerden bir şeyler olur, birisi yardıma koşar diye umutlanıyordu.
Bu düşüncesinde aklanmadığı meydana çıktı. Bir ses gürledi:
– Ne oluyor, orada? İnek boğazlayacak başka yer bulamadınız mı kuyruksuz hergeleler.
Bu “Kuyruksuz hergeleler” sözü, atlıların çok ağrına gitti.
Haron Levi’nin yardımına bir gelen olmuştu ama, bu gelenin de Haron’u kurtarayım derken, kendi bacaklarını kırdırması da olmayacak işlerden değildi.
Bir an için yardımcısının gür sesinden ümitlenerek canının ve dolayısıyla malının kurtulduğunu sanan Haron’un, çatlak sesin sahibini görünce ümitleri kırılıverdi.
Bu yeni gelen de kendini soymak isteyenler gibi bir serseri idi ve üstelik de silâhsızdı.
Nitekim, yerdeki atlı homurdandı.
– Sen kim oluyorsun? Ölümüne mi susadın, defol! Ağaçların arasından büsbütün çatlak ve gür çıkan sesin sahibi, başını gururla doğrulttu:
– Bizimle konuşurken biraz dikkatli ol arkadaş, biz çizmeleri yırtık, kokmuş ayaklarınızla kirlettiğiniz bu yerlerin sahibi Kadı Han’ız.
– Anlamadım? Nerenin sahibi?
– Viyana’dan, İstanbul’a kadar tekmil bu toprakların hakanıyım. Haron Levi, kendisine biraz olsun gülen kurtuluş ümidinin bu duyduğu son sözlerle büsbütün uçuverdiğini anladı.
Bu kurtarıcı taslağı bir zırdeli idi.
İçinden:
“- Hey gözünü sevdiğim Musa peygamber, dedi. Büyüksün, büyüklüğüne şüphe yok ama, imdat isteyen sadık kuluna yardım etsin diye gönderdiğin şu deliye bak da kendinden utan.”
Yerdeki atlı da, bu deliye kızmayı lüzumsuz görmüş olacak ki:
– Hoş gör sayın hakan! dedi. Sizi böyle bayraksız, atsız, silâhsız, yiğitsiz, çaputsuz görünce birden tanıyamadık.
Deli bu sözlere büsbütün kızdı:
– Kulaksız hergele, diye gürledi. Yoksul insanları güçlendiren at, silâh ve çaput gibi pis şeylerin bana bir değer vereceğini sanıyorsan al. İşte bir atım oldu.
Deli birden sıçradı. Hayır, sıçramadı, iki ayağı üzerinde yaylandı, bir çekirge gibi havada uçtu, yerdeki atlının başıboş duran atının üstünde dikiliverdi: Sonra:
“- Yanlış görmüş olmayalım?” diye gözlerini şaşkınlık ve korku içinde açan üç serseri ile yerde doğrulmak üzere olan Haron’u alaylı gözlerle süzdü.
– İşte bir atımız oldu, dedi. Başka eksiğimiz de var mı?
– Var pis uğru, tarla haydudu var! Böyle bir kılıcın eksik.
Delinin kendi atlarına teklifsiz, destursuz konmasına sinirlenen serserilerden biri kılıcını çekmiş, atını tepmiş, üzerine saldırı-vermişti.
Haron, korkusundan gözlerini yumdu. Bu hareketi ile de eşi şövalye düellolarında bile görülmeyen, krallara lâyık bir kavgayı kaçırmış oldu. Delinin tepesinde enli kılıç bir şimşek gibi çakmış, kafasını yarmak için iniyordu. Kalkanı, kendini koruyacak hiçbir şeyi olmayan bu yoksul, birden eğildi. Yuvarlak başını, elinde kılıç atılan serserinin karnına gömüverdi.
Bir çığlık, demin Haron’un dana boğazlamasını andıran sahte çığlığından on kere daha tüyler ürpertici, sahici bir çığlık duyuldu.
Serserinin iki kolu birden ipi çekilmiş kuklalar gibi havaya uçtu.
Sonra arkası üstü tozların içine yuvarlandı.
Başıboş kalan kalın bacaklı atı, çalıların arasında koşarak kayboldu.
Deli, elinde parlayan kılıcı havada sallayarak üçüncü serseriye doğru, üzerinde bulunduğu yeni atını tepti.
– Kılıç kötü amma, siz mademki at ve kılıç meraklısısınız, işte kılıcımız da oldu.
Şimdi de bir bayrak lâzım. Adımı unutmadınız değil mi? Kadı Han, kim bu Kadı Han?
Bilmiyor, tanımıyor gibi durmayın, kulaksız hergeleler… Ben adının anıldığı yerde havaya dikilmiş baş kalmasından hoşlanmayan hakanlardanım. Eğilin, Attilâ’nın torunu Kadı Han’ın karşısındasınız, eğilin, bre sersemler… Eğilin ve canınızı bağışlamam için yere kapanıp. Tanrı’ya yajvarın.
Haron Levi, korkudan yarım kalmış aklına rağmen artık kurtulduğunu sezdi:
– Yaşasın Attilâ’nın torunu haşmetlû hakanımız Kadı Han, diye haykırdı ve içinden de:
“Büyük Musa peygamber, dedi. Bir an için senin büyüklüğünden şüphe eden bu uğursuz kulun Haron Levi’yi affet. Sen çok büyük peygambersin, buradan yardımın ile kurtulursam sana iki yüz koç kurban edeceğim.”
Attilâ’nın torunu hiç de şakası yok gibi gözüküyordu.
– Biz bir şey sorunca öyle devedikeni yalamış sıpalar gibi sırıtıp kalmayın bre. Ne biçimde benim bayrağım? Attilâ’nın bayrağında ne vardı?
Haron Levi, dişini sıktı, kafasını kazıdı. Bin bir çeşit milletin, kralların, sultanların bayrağını, meslek zoru ve bayraksız oluşu yüzünden tanırdı.
Fakat adını duyup, ordusunu hiç görmediği bu şanlı hakanın bayrağını bilemiyordu.
Fakat Kadı Han hazretleri, onları bu sıkıntıdan kurtardı:
– Bilemiyor musunuz? dedi. Yazık, bilmiş olsanız canınızı bağışlayacak, suçlarınızı hoş görecektim.
Haron’u soymak isteyen serserilerin gözünde hayatın, yaşamanın pek önemi yoktu.
Bire karşı üç, çarpışmayı göze alacaklardı.
Fakat Kadı Han, hem çabuk konuşuyor, hem konuşurken de dilediğini elleri veya bacakları ile yerine getiriyordu!
– Size bir bayrak yapayım, diye alay etti. Şöyle at üstünde ve şıpınişi bir bayrak! Bir daha, bir hakan torununa: (Bayrağın, kılıcın, atın nerede?) diye sulu sırıtkan, sorgu sual sıralamaya cesaret edemezsiniz.
Atıldı, kendisine en yakın serserinin, omuz ve göğsünde kılıcını bir şimşek hızı ile gezdirdi.
Haron, burada da korkusundan gözlerini yummak gafletinde bulundu.
Böylece yedi yüz yıl sonra sinema filmlerinde bile eşi gösterilemeyen güzel bir kılıç oyununu seyretmekten mahrum kaldı…..