İşte bu noktada “hayat kitabı” olan Kur’an’ın teklif ettiği yöntemlerden biri olan adayış sürecini başlatmak, sorunlarımızdan birinin daha çözümünde bize kolaylık sağlayabilir. Doğumevinin kapısında heyecanla bekleyen baba adaylarından kaçta kaçı çocuklarının seslerini daha ilk duyduklarında İmran’ın kadınının gösterdiği “erkekliğin” binde birinde göstererek, “Ya Rabbi, bunu sana adadım, benden kabul buyur!” diyebilmektedir? Allah’ın kendisine üç, beş, yedi evlat verdiği Müslüman babalar hepsini kendi yolunda harcadığı bunca evlattan birini dahi O’nun yoluna kalben, ihlasla bağışlamıyor, “Eti de kemiği de senin, senin dininin ya Rabbi” diyemiyorsa; dahası en mütedeyyin anne babalar dahi İslami hassasiyetinden kuşku duymadıkları evlatlarının bir akşam eve geç gelişi karşısında gözleri parlıyor, yerlerinde duramıyorlarsa, şehadetten sözeden evlatlarına, “Aman, o nasıl söz? Allah korusun!” diyorlarsa, Allah’ı sevdiklerine kimi inandırabilirler ve nasıl yücelir dinin yerlerde sürünen sancağı?
TAKDİM
Sorsanız, “Dünyanın en çok okunup ezberlenen kitabı hangisidir?” diye, hiç tereddüt etmeden “Kur’an’dır.” derim. Yine “En çok okunup ezberlendiği halde en az anlaşılan kitap hangisidir?” diye sorsanız, cevabım yine aynı olacaktır “Kur’an.”
Kur’an’ın bireysel ve toplumsal mânâda hayata hâkim kılınmasının ilk ve değişmez şartı, onu doğru bir biçimde anlamaktır. Kur’an’ın anlaşılmasına yardımcı olmak için geçmişte birçok çalışma yapılmış, hiçbir medeniyet ve dinde benzeri olmayacak kadar muazzam bir birikim oluşturulmuştur. Genelde “tefsir” adını verdiğimiz bu çalışmalar, Kur’an’ın kendisi gibi zaman ve zeminler üstü olmadığı için çoğunlukla kendi yazıldıkları çağın şartlarından yola çıkarak söz konusu çağın insanına hitap eden zaman ve zeminle mukayyet yorumlardır. Elbette bunlar arasında çağlar üstü mesajın yorumunu ona yakışır bir biçimde çağlarüstü bir bakış açısıyla yapanlar olmamış değildir. Zaten o tür çalışmalar da her çağın insanı tarafından hüsnükabul görmüş, alınıp okunmuş ve kuşaktan kuşağa bir ilim mirası olarak yaşatılmıştır.
Günümüzde de Kur’an’a verilen hizmetler geçmişte olduğu gibi fedakar insanların mesaileri sayesinde sürmektedir.
Gördüğüm kadarıyla tefsirler sanıldığından çok daha az okunuyor. Hem herkesin okuması da beklenemez. Okumanın yerini seyretmenin aldığı çağımızda kocaman ciltli kitapları, hayatında ciddi bir okuma seferberliği başlatmamış insanların daha görür görmez korkmaları, biraz da anlaşılabilir birşey. Okumak, “zaman”dan da öte “ortam” isteyen bir iştir.
Kur’an’ı anlayıp yaşamak kastıyla okuyan insanlarımızsa ekseriyetle neyi, nasıl okuyacakları, okurken nelere dikkat edecekleri konusunda ciddi birtakım eksikliklerle karşı karşıyadırlar. Belki bir dereceye kadar usulü bilmeyenlere okumanın usulünü öğretmek mümkün; ancak bu bilinmeyen şey düşünmek, tefekkür etmek, tedebbür etmekse, bu nasıl öğretilebilir?
Düşünme, en sağlıklı bir biçimde yine düşünülerek öğrenilir; bir de salim bir Kur’ânî tefekkürün mahsulü olan örnekler okunarak…
Elinizde tuttuğunuz risale klasik anlamda bir tefsir olmanın tüm özelliklerini taşımıyor olabilir. Ne ki bu çalışma Kur’an kıssaları üzerine yapılmış özgün çalışma ların mütevazı bir örneği sayılabilir. Bu eser Kahire’de verdiğimiz tefsir derslerinin kitaplaşmış halidir.
Gerçekte bu risalenin yazılış amacı pratik kaygılardan hareketle Müslümanların içinde bulundukları sorunların çözümünde Kur’an’ın inkar edilemez katkısına dikkat çekmek, saadet ve kurtuluşun kaynağı olan Kitab ı Kerîmimizden çok yönlü istifadeyi artırmaktır.
“Allah alîm’dir.” ve “O, her şeyin özünü bilendir.”
M. İslâmoğlu
Şubat 1992, Kahire
ADAMAK
Adamak, sahip olduğunun bilincinde olmaktır.
Adamak ve adanmak, harcamak ve harcanmanın zıddı
dır.
Ne demektir, sahip olduğunun bilincinde olmak? Sahibi olup da bilincinde olmadığımız şeyler de mi vardır? Dahası sahip olduğumuzu sandığımız herşeyin gerçekte sahibi miyiz?
Herşeyin bir sahibi var mıdır? O halde bizim sahibimiz kimdir?
Bir şeyin sahibi olmanın ölçüsü nedir? Sahibi olup da bilincinde olmadığımız şeyler olduğu gibi, bize sahip olduğu halde tersini zannettiğiniz; daha açıkçası, kendisine bir ömür kulköle olduğumuz halde kendimizi onun sahibi, efendisi zannettiğimiz şeyler de var mıdır?
Bu sorular kitabî sorular değildir. Bu sorular hayâtı sorulardır. Hayatı ciddiye alan bir insan elbet bu soruların cevaplarını da ciddi bir biçimde aramak zorundadır.
Evet, insanlardan öyleleri vardır ki sahiptirler ama bilincinde değildirler sahip olduklarının. Bu yüzden o şeylere sahip çıkmazlar. Gerçekte tasarruf hakkı kendilerine verilmiş olan bu şeyleri korumazlar, gözetmezler, kollamazlar.
Bu tür insanlara tasarrufu kendilerine verilen şeylere sahip çıkmaları, onları koruyup gözetmeleri hatırlatılır:
“Ey inananlar! Kendinizi ve ehlinizi ateşten koruyunuz.” (Tahrîm, 7)
insanın, sahibi kılındığı şeylere sahip çıkması kelimenin tam anlamıyla bir “rüştünü isbatlama” olayıdır. Sözkonusu isbat yaştan çok sorumluluk ve ehliyetle alâkalıdır.
İnsanlardan öyleleri vardır ki kendilerine başkaları sahiptir. Bunlardan bir kısmının sahibi kadın, evlat, başkan amir, lider, otorite gibi kendi cinsinden olan insanlar; diğer bir kısmının sahibi ise mal, makam, servet, bina gibi kendilerinden şerefçe daha aşağı olan şeylerdir. Bu ikincilerin garip bir yanı da gerçekte tam tersi olduğu halde kendilerini o şeylerin sahibi sanmalarıdır. Ama nedense bu kesimdekiler “kim kime tâbi?” sorusunu kendilerine hiç sormak istemezler. Bu soruyu sorma cesaretini gösterebilseler ne neyin sahibidir, kim kime tâbidir, o zaman ayan beyan ortaya çıkacaktır.
Sahip olan’a tabî olunur. Eğer sahibi olduğumuz şeye tabî oluyorsak bu durumda roller değişir, sahibi olduğumuzu sandığımız şey gerçekte bizim sahibimiz olur. Değil mi ki, kişinin sahibi tabî olduğu şeydir.
Bu arada akla bir soru gelecektir: Sahip olan ve sahip olunan, tabî ve metbû yer değiştirince ne olur? Ya da tutalım ki sahibi olduğumuz şeylerin bilincine vardık. Sonrası ne olacak?
işte bu noktada konumuz olan “adamak” giriyor işin içine; harcamamak ve harcanmamak için adamak…
Sahip olduğumuz değerlerin en şereflisi hiç kuşkusuz kendi nefsimiz ve tasarrufu elimizde olan insanlardır. Bu değerler tarihin hiçbir döneminde günümüzdeki gibi ucuza gitmemiş, harcanmamıştır.
İnsanoğlunun kendi kendisini alçaltmasının en çarpıcı örneklerinden biri, şerefli kılınan varlığını kendi cinsine ya da daha alt değerde bir şeye adamasıdır.
Bu anlamda adamak adeta bir kaderdir. Eğer elde etmek istediğiniz bir şey var ve varlığınızı onu elde etmeye vakfetmiş; duygu, düşünce ve eyleminizi onun uğruna teksif etmişseniz, siz o şeyin adağı olmuşsunuzdur.
Bu anlamda kendisini bir şeye adamamış insan olmadığını, olmayacağını görürüz.
Tüm değerlerin baş aşağı edildiği çağdaş dünyada ne nelerin uğruna adanmıyor ki! İyiler kötülere, şerefliler bayağılara, değerliler değersizlere, faziletler reziletlere, insanlar eşyaya, ölümsüzler ölümlülere, kalıcı ve yüce değerler geçici ve yalancı değerlere adanmakta…
Uçkuruna adananlar…
Midesine adananlar…
Makamına adananlar…
Damak ve ten zevkine adananlar…
Hevasına, hissine, nefsine ve şeytanına adananlar…
Ademoğlu kendisini adayacak put icad etmekte ne kadar mahir olduğunu tarihiyle bize isbat etmiştir, insan neslinin bu kadim eğiliminin temelinde onun yaratılışındaki adanmaya yatkın yapı yatar. Nasıl ki gerçek ilahını kaybettiği an kendisine hemen sahte ilahlar bulmakta zorlanmıyor, biryerlerden bulup buluşturup tapınmaya başlıyorsa; adanacak gerçek kapıyı yitirdiği zaman da kendisine sahte kapılar bulmakta zorluk çekmemiştir.
Kimi zaman hâkim siyâsî, ekonomik ve geleneksel dînî güçler toplumların önüne oynayıp oyalansın, kurduktan sömürü çarkını yavaşlatacak bir bilinçlenmeye kalkışmasın diye oyuncaklar atarlar. Siyasi güçlerin oyuncağı ideoloji, felsefe, bilim benzeri mücerret oyuncaklar olabileceği gibi müzik, spor, cinsellik, teknoloji ve kitle iletişim araçları (televizyon vd) gibi müşahhas oyuncaklar da olabilir. Hâkim ekonomik güçler ise habire körükledikleri tüketimi karşılayabilmek için daha fazla zulmetmeye, daha fazla zulmetmek ve sömürmek için de mallarını büyük çocukların küçük tanrıçaları gibi boyuna allayıp pullama yarışına girerler. Hâkim geleneksel dini güçler ise muharref Hristiyanlıkta görüldüğü gibi gerçekte kutsal olmadığı halde sürekli bir şeyleri kutsayıp kendilerini ve besledikleri kapıları güçlendirme yarışına soyunurlar. Hâkim siyasî, ekonomik ve dîni gücün dünyevi çıkarları ve varlıkları tehlikeye girince devletten bayrağa] topraktan milli sınırlara ve “milli servet” adını verdikleri alınteri tacirlerinin zulüm müesseselerine varana dek, bir dizi şeyi kutsayıp ulvîleştirmek de bu sonuncuların görevleri arasındadır.
insanlar oyalansın, bu zümrelerin çıkarları önünde pürüz çıkarmasın diye önlerine çok gelişmiş oyuncaklar atılır. Onlar bu oyuncaklarla vakit geçirip oyalanırken, hakim güçler de “malı götürmüş” olurlar. Bu kadarla da kalınmaz. Bir zaman sonra bu oyuncakların işlevini unutan zavallı yığınlar onlara tapınılacak bir şey olarak bakmaya, dahası hayatlarını oyuncaklarına adamaya başlarlar.
Bütün bu adamaklar gerçekte bir âdayış değil harcayış ve harcanıştır. Kişinin kendi varlığını, ehlini, ıyâlini tasarrufunu elinde tuttuğu her bir şeyini hovardaca harcayış. Üretime değil tüketime yönelik bir harcayıştır bu. Kişinin elindeki en büyük sermayesi olan varlığını kumara yatırarak ütülmesidir. Kur’an bu tip adayışa ”iflas”, muhataplarına da “müflisin” der.
İnsan ille de bir kapıya adanacak ya da adayacaksa bu kapı kendisinden daha değerli, daha yüce birinin kapısı olmalıdır ki değerini elleriyle alçaltmış olmasın, harcanmasın, ucuza gitmesin, tükenmesin…
Peki insanın adanacağı böyle bir kapının özellikleri neler olmalıdır, hangi adreste aramalıdır bu kapıyı insan? Örneğin yaratılmışlar içerisinde insanın kendisini adayıp da harcanmayacağı bir kapı bulunabilir mi?
Hayır; naklen, aklen, mantiken hayır. Yaratılmışların içerisinde insandan daha şereflisi yoktur ki insan onun uğruna adansın. Mahlukatın en şereflisi insan olduğuna göre adanacak kapıyı yaratılmışlar içerisinde aramak beyhude bir uğraş olacaktır. Bu kapı yaratıklar içinde aranmayacaksa geriye bir tek şey kalmaktadır; o da Yaradan…
Kuşkusuz adanılacak kapıların en yücesi Yaradan’ın kapısıdır. Adakların en yücesi O’na adanan, adayanların en akıllısı ve kârlısı da O’nun yoluna adayandır.
O’na adanmak bir hak ediştir, bir liyakat işidir. Ve O’nun temiz yoluna ancak temizler adar, temizler adanır.
Tarihte ve günümüzde toplumlar cehalet, şirk ve ahlaksızlığın bataklığına saplanıp öz değerlerini kendi elleriyle alçaklıklarında Allah o toplumlara, birtakım insanlar eliyle o bataklıktan kurtulup şereflice yaşamanın ve ölmenin yolunu gösterir.
Nebiler, sıddîkler, şehidler, alimler salihler! İşte, Allah’ın o toplumun kararan gecesini aydınlatmak için seçtiği öncü kadrolardır. Rasulullah’la nübüvvet sona ermiş, ancak ebedi risaletin mirası bir sorumluluk ve bir kulluk görevi olarak tüm müminlerin omuzlarında insanlık var olduğu sürece taşınmaya devam edecektir. Ve toplumlar geçmişte hangi yöntemlerle saadete erdilcrsc, gelecekte de aynı yöntemlerle saadete ulaşacaklardır. Bunun ilk şartı ise o toplum içinde bir tohum, bir öz, bir kıvılcım işlevi görecek az sayıda da olsa bir “hastalıksız kadro”nun bulunması ve o toplumun değişiminde “maya” işlevini görmesiyle mümkündür:
“İçinizden hayra çağıran, emr i bi’1ma’ruf nehy i ani’l münker yapan bir topluluk bulunsun. îşte onlar kurtuluşa erenlerdir.” (3/104)
Hiç kuşku yok ki, Allah’ın içimizden bulunmasını istediği bu adanmışlar kadrosunun oluşması, inananlar arasından çıkacak samimi insanların fedakarlıklarına bağlıdır, işte, Allah’ın bir topluluğu toplumlar arasından seçip önder kılmasının gerçekleşme sürecinde başat rolü üstlenen sözkonusu kadronun seçiminde rol oynayan sebepler ve unsurlardan biridir adayış.
Ümmetin salih lider olacak liyâkatte insanlara en çok ihtiyaç duyduğu bir çağda bu önemli görevi üstlenecek liyâkatte insanların yok denecek kadar az çıkışı, biraz da liyakatli adayların olmayışındandır. Yani, hammadde yokluğu… Birçok insan İslami hareketin en büyük sorunlarından birinin belki de birincisinin “önderlik sorunu” olduğunda hemfikir. Yine bir yığın insan elleri kolları bağlı oturuşlarını on….