Molly Somerville, Tavşan Daphne çocuk kitapları serisinin yaratıcısı olarak kariyerinden memnundur ama hayatının geri kalanı o kadar da iyi değildir. Kendisine miras kalan on beş milyon doları bağışlamadan önce bile başına bela açma eğiliminde biri olarak tanınmaktadır. Bir de ablasının sahibi olduğu Amerikan futbol takımının yıldız oyuncusu Kevin Tucker’dan uzun zamandır hoşlanmaktadır. Çapkın, çekilmez ve inanılmaz yakışıklı olan Kevin ise onun adını bile bilmemektedir.
Bir gece Kevin, Molly’nin pek de mükemmel sayılmayan hayatına dalıp onu altüst eder. Ne yazık ki bu Ferrari süren, kanişlerden nefret eden, kalın kafalı sporcu aslında Molly’nin tahmin ettiği kadar boş biri değildir ve genç kadın çok geçmeden kendini Wind Lake isimli bir yerde bulur. Sevimli kulübeler ve eski tarz, sıcacık bir pansiyonun bulunduğu bu kasabada Molly ve Kevin, hayattaki en önemli derslerden birini öğrenecektir…
“Tatlı mı tatlı, ateşli bir aşk hikâyesi.”
-Milwaukee Journal-Sentinel-
***
1
Porsuk Benny kırmızı dağ bisikletiyle yanından hızla geçerek kendisini yere devirdiğinde, Tavşan Daphne hayranlıkla parlak menekşe rengi ojelerini inceliyordu.
‘Ah, seni baş belası porsuk!’ diye bağırdı. “Birinin senin lastiklerinin havasını indirmesi gerek.”
Daphne yuvarlanıyor
Kevin Tucker’ın onu neredeyse öldürdüğü gün, Molly Somerville karşılıksız aşka sonsuza dek tövbe etti.
Molly, Chicago Stars’ın merkezindeki otoparkta zemindeki buzlu yerlerden uzak durmaya çalışırken, Kevin yüz kırk bin dolarlık yepyeni, ateş kırmızısı Ferrari 355 Spider’ıyla bir köşeden aniden dönüverdi. Motor gümbürtüsü ve lastik çığlıkları arasında, altı alçak araba etrafa çamur saçarak köşeden döndü. Aratan arka tarafı üzerine doğru uçarken, Molly kendim geri fırlattı, eniştesinin Lexus’unun tamponuna çarparak dengesini kaybetti ve büyük bir egzoz dumanı bulutu içinde yere yuvarlandı.
Kevin Tucker yavaşlamadı bile.
Molly uzaklaşan arka lambalara bakarken dişlerini sıktı ve zorlukla yerden kalktı. Son derece pahalı Comme des Garçons pantolonunun bir paçasına çamur ve kar yapışmış, Prada çantası rezil olmuş, İtalyan çizmeleri çizilmişti. “Ah, seni baş belası takım kaptanı,” diye mırıldandı kısık sesle. “Birinin seni hadım etmesi gerek.”
Neredeyse Molly’yi öldürüyor olması bir yana, Kevin onu görmemişti bile! Elbette ki bu yeni bir şey değildi. Kevin Tucker Chicago Stars takmayla bütün kariyerini onu fark etmeden geçirmişti.
Daphne pamuk beyazı tüylü kuyruğunu silkeleyerek parlak mavi ayakkabılarım temizledi ve kendine dünyanın en hızlı patenlerini almaya karar verdi. O kadar hızlı olacaktı ki Benny’ye ve dağ bisikletine yetişebilecekti…
Molly, Mercedes’ini sattıktan sonra aldığı ikinci el Volkswagen Beetle’ıyla kısa bir süre Kevin’ı takip etmeyi düşündü ama onun zengin hayal gücü bile böyle bir senaryonun tatmin edici bir şekilde sonuçlanacağına inanamadı. Stars binasının ön girişine doğru yönelirken tiksintiyle başım iki yana salladı. Adam sığ ve umursamazdı, önemsediği tek şey Amerikan futboluydu. Ama artık canına tak etmişti. Karşılıksız aşk buraya kadardı.
Gerçekten aşk da sayılmazdı. Daha çok, gülünç bir şekilde serseriye ilgi duyuyordu ve on altı yaşında olsaydı bunun bir mazereti olabilirdi ama zekâ seviyesi neredeyse dehaya yaklaşan yirmi yedi yaşında bir kadın için sadece gülünçtü.
Ama ne deha!
Gök mavisi bir oval üzerine iç içe geçmiş üç tane altın sansı yıldızdan oluşan, takım logosuyla süslenmiş bir çift cam kapıdan lobiye girerken yüzüne bir sıcak dalgası çarptı. Artık Chicago Stars merkezinde lisedeyken olduğu kadar çok zaman geçirmiyordu. O zamanlar bile kendini bir yabana gibi hissediyordu. Doğuştan katıksız bir romantik olduğundan, iyi bir roman okumayı veya kendini bir müzede kaybetmeyi, bu tür ucuz sporları izlemeye tercih ediyordu. Elbette ki koyu bir Stars taraftarıydı fakat sadakati doğal eğilimden çok aile geçmişinin ürünüydü. Ter, kan ve omuz minderlerinin birbirlerine şiddetli bir şekilde çarpışı kendisine… eh… Kevin Tucker kadar uzaktı.
“Molly teyze!”
“Biz de seni bekliyorduk!”
“Olanları asla tahmin edemezsin!”
On bir yaşındaki yeğenleri san saçlarını savurarak lobiye koşarken Molly gülümsedi.
Tess ve Julie, annelerinin, Molly’nin ablası Phoebe’in minyatür kopyalan gibiydi. Kızlar tek yumurta ikiziydi ama Tess kot pantolon ve bol bir Stars bluzu giyerken, Julie’nin üzerinde siyah bir kapri ve pembe bluzu vardı. İkisi de atletik yapılıydı ama Julie baleyi seviyordu ve Tess takım sporlarında başarılıydı. İyimser ve neşeli doğalan Calebow ikizlerini sınıf arkadaşları arasında popüler yapıyordu ama ailelerini çok zorluyordu çünkü iki kız da bir meydan okumayı asla karşılıksız bırakamıyordu.
İkizler kayarak durdular. Molly’ye söyleyecekleri her neyse, saçlarına bakarken zihinlerinden uçup gitmiş gibiydi.
“Ulu Tanrım, kral!”
“Gerçekten kızıl!”
“Bu çok güzel! Neden bize söylemedin?”
“Aniden aklıma geldi,” diye cevap verdi Molly.
“Ben de saçlarımı aynen böyle boyayacağım!” dedi Julie.
“Çok iyi bir fikir sayılmaz,” dedi Molly hemen. “Şimdi, bana söyleyeceğiniz şey neydi?”
“Babam çok kızgın,” dedi Tess, gözlerini iri iri açarak.
Julie’nin gözleri daha da irileşmişti. “Ron amcamla birlikte yine Kevinla kavga etti.”
Molly yüzünü buruşturdu. “Babanızın bundan hoşlanmadığına bahse girerim.”
“O zaman gerçekten bağırdı,” dedi Julie. “Ron amcam onları sakinleştirmeye çalıştı fakat o sırada koç geldi ve o da bağırmaya başladı.”
Molly ablası Phoebe’in bağırışlara karşı olduğunu biliyordu. “Anneniz ne yaptı?”
“Ofisine gidip Alanis Morissette dinledi.”
Bu muhtemelen iyi bir şey olmalıydı.
Beş yaşındaki yeğeni Andrew tıpkı Kevin’ın Ferrari’si gibi hızla koşarak köşeden dönerken spor ayakkabılarının yere vuran sesi konuşmalarım böldü. “Molly teyze! Bil bakalım ne oldu!” Kendini Molly’nin ayaklarının dibine attı. “Herkes bağırdı ve kulaklarım acıdı.”
Andrew sadece babasının yakışıklılığını değil, aynı zamanda Dan Calebow’un gür sesini de aldığından, Molly bundan gerçekten şüphe ediyordu. Yine de yeğeninin başım okşadı. “Çok üzüldüm.”
Çocuk ona şaşkın gözlerle baktı. “Ve Kevin babama, Ron amcama ve koça o kadaaaar kızdı ki küfretti.”
“Bunu yapmamalıydı.”
“Hem de iki kez!”
“Vay canına!” Molly gülümsememek için kendini zor tuttu. Bir NFL.1 takımının merkezinde bu kadar çok zaman geçirmek, kesin aile kurallarına rağmen Calebow çocuklarının sık sık küfiir duymasına neden oluyordu. Calebow’ların evinde uygunsuz bir dil kullanmanın cezası ağırdı ama Kevin’ın on bin dolan kadar ağır olmamalıydı.
Anlayamıyordu. Keviria olan aşkıyla -eski aşkıyla- ilgili en nefret ettiği şeylerden biri, onun dünya üzerindeki en sığ adam olmasıydı. Onun için önemli olan tek şey Amerikan futboluydu. Amerikan futbolu ve sonu gelmek bilmeyen uluslararası modeller. Onları nereden buluyordu ki? Kişiliksiz.com’dan mı?
“Selam, Molly teyze.”
Kardeşlerinin aksine, sekiz yaşındaki Hannah koşarak değil, yürüyerek geldi. Molly dört çocuğu da aynı ölçüde sevmesine rağmen, kardeşlerinin atletik fiziğini veya sınırsız özgüvenini paylaşmayan bu kırılgan ortanca çocuğun Molly’nin kalbinde ayrı bir yeri vardı. O da tıpkı teyzesi gibi resme yeteneği olan, aşın duyarlı, hayal gücü son derece zengin bir hayalperest romantikti.
“Saçlarını sevdim.”
“Teşekkür ederim.”
Hannah’nın dikkatli gözleri, ablalarının kaçırdığı şeyi görerek Molly’nin pantolonundaki pisliği yakaladı.
“Ne oldu böyle?”
“Otoparkta kaydım. Ciddi bir şey değil.”
Hannah ah dudağını hafifçe ısırdı. “Sana Kevin ile babamın kavga ettiğini söylediler mi?”
Hannah üzgün görünüyordu ve Molly bunun nedenini tahmin edebiliyordu. Kevin zaman zaman Calebowların evine gelirdi ve budala teyzesi gibi, Hannah da ona âşıktı. Ama Molly’nin aksine, Hannah’nın aşkı saftı.
Andrew hâlâ dizlerine sarılmış olduğundan, Molly kolunu Hannah’ya uzatarak onu kendine çekti, “insanlar davranışlarının sonuçlarına katlanmalıdır hayatım ve Kevin da istisna değil.”
“Sence ne yapacak?” diye sordu Hannah fısıldayarak.
Molly, takım kaptanının İngilizce’yi doğru dürüst bilmeyen ama erotik sanatlarda ustalaşmış başka bir modelle kendini avutacağından neredeyse emindi. “Öfkesi yatıştığında iyi olacağından eminim.
“Aptalca bir şey yapacağından korkuyorum.”
Molly, Hannah’nın açık kumral saçlarını okşayarak bir buklesini geri itti. “Broncos maçından önceki gün hava sörfüne gitmesi gibi mi?”
“Muhtemelen aklı haçında değildi,”
Molly, Kevin’ın küçük beyninin futbol dışında bir şey düşünme becerisine sahip olduğundan şüpheliydi ama bu gözlemini Hannah’yla paylaşmadı. “Annenle birkaç dakika konuşmam gerek; sonra birlikte gidebiliriz.”
“Hannah’dan sonra sıra bende,” diye hatırlattı Andrew, nihayet teyzesinin bacaklarını bırakırken.
“Biliyorum.” Çocuklar onun Kuzey Sahili’ndeki küçük evinde sırayla kalıyorlardı. Genellikle bir sah gecesi yerine hafta sonlan kalırlardı ama öğretmenlerin ertesi gün meslek eğitimi vardı ve Molly, Hannah’nın biraz ilgiye ihtiyacı olduğunu düşünüyordu.
“Sırt çantam al. Uzun sürmez.”
Molly onları geride bırakarak Chicago Stars’ın tarihini özetleyen fotoğrafların sıralandığı bir koridordan yürüdü. En başta babasının portresi vardı ve ablasının uzun zaman önce babasının başının üzerine çizdiği siyah boynuzlan yenilemiş olduğunu gördü. Chicago Stars’ın kurucusu Bert Somerville öleli yıllar olmuştu ama zalimliği hâlâ ili kızının da anılarında tazeliğini koruyordu.
Onun ardından Stars’ın şimdiki sahibi Phoebe Somerville Calebow’un resmî bir portresi geliyordu ve yanında kocası Dan Calebow’un takım başkanlığı yerine Stars’ın baş koçu olduğu günlerden kalma bir fotoğrafı yer alıyordu. Molly asabi yapılı eniştesinin fotoğrafına şefkatle gülümseyerek baktı. On beş yaşmdan beri onu Dan ve Phoebe büyütmüşlerdi ve ikisi de en kötü zamanlarında, Bert Somerville’in olabileceğinden daha iyi ebeveynler olmuşlardı.
Stars’ın uzun zaman genel müdürlüğünü yapan, çocukların Ron amcası Ron McDermitt’in de bir fotoğrafı vardı. Phoebe, Dan ve Ron, bir NFL takımının yönetim işini aile hayatıyla dengeleyebilmek için çok çalışmışlardı. Takım yıllar boyunca defalarca yeniden yapılandırılmış, böylece Dan uzun zaman uzak kaldıktan sonra Stars’a tekrar dönmüştü.
Molly yolda tuvalete uğradı. Ceketini lavabonun üzerine yayarken saçlarını kontrol etti. Düzensiz ve kısa saç kesimi gözlerini tamamlamasına rağmen, Molly sadece bununla kalmamış, koyu kumral saçlarını bir de kızılın parlak bir tonuna boyamıştı ve şimdi parlak kırmızı şapkalı bir kardinale benziyordu.
En azından saç rengi sıradan olan yüz hatlarına biraz renk katmıştı. Görünüşüyle ilgili sızlanıyor filan değildi. Güzel bir burnu ve güzel bir ağzı vardı. Fazla zayıf ve fazla tombul olmayan, sağlıklı ve formda olan vücudu da güzeldi ki bunun için şükrediyordu. Göğüs çevresine baktığında, uzun zaman önce kabullendiği bir şeyin doğrulandığım gördü; bir gösteri kızı olan annesinin genlerini almamıştı.
Ama gözleri güzeldi ve kenarlarının hafif kalkık oluşunun kendisine gizemli bir hava kattığına inanıyordu. Çocukken yüzünün alt yarısını bir kumaş parçasıyla kapatır ve güzel bir Arap casusu olduğunu hayal ederdi.
Bir iç çekerek eski mi eski Comme des Garçons pantolonunun üzerindeki çamuru sildi ve çok sevdiği ama yıpranmış Prada çantasını temizledi. İşini bitirdikten sonra Target’taki indirimli satışlardan aldığı kahverengi bomber ceketim aldı ve ablasının ofisine yöneldi.
Aralık ayının ilk haftasıydı ve personel Noel süslemelerine başlamıştı. Phoebe’in ofis kapısının üzerinde Molly’nin çizdiği Stars forması giymiş Noel Baba karikatürü asılıydı. Başını içeri uzattı. ‘Molly teyze geldi.”
Sarışın bomba diye düşündüğü ablası kalemini atarken metalik bir tıkırtı duyuldu. “Tanrı’ya şükür. İhtiyacım olan şey tam da mantıklı… Ah, Tanrım! Saçlarına ne yaptın öyle?’’
Kendi açık san saçlrın, kehribar rengi gözleri ve muhteşem fiziğiyle, Phoebe kırklı yaşlarına kadar yaşamış olsa Marilyn Monroe nun görünebileceği gibi görünüyordu ama Molly, Marilyn’in ipek bluzunun üzerinde üzüm reçeli lekesi olacağını sanmıyordu. Molly kendisine ne yaparsa yapsın, asla ablası kadar güzel olamazdı ama buna aldırmıyordu. Phoebe’in gösterişli vücudunun ve vamp güzelliğinin bir zamanlar başına ne işler açtığını çok az kişi bilirdi.
“Ah, Molly… Yine mi?” Ablasının gözlerindeki bakışları görünce Molly şapka takmış olmayı diledi.
“Rahatla, lütfen. Bir şey olmayacak.”
“Nasıl rahatlayabilirim ki? Saçlarında böyle abartılı bir değişiklik yaptığının her seferinde, başka bir alay yaşıyoruz.”
“Olayları geride bırakalı çok oldu.” Molly gerildi. “Bu sadece kozmetik amaçlıydı.”
“Sana inanmıyorum. Yine çılgınca bir şey yapmaya hazırlanıyorsun, değil mi?”
“Hayır!” Yeterince sık söylerse, belki kendini de inandırabilirdi. “Daha on yaşındaydın,” diye mırıldandı Phoebe. “Yatılı okuldaki en zeki ve en uslu öğrenciydin. Sonra aniden saçlarını kestin ve yemek salonuna bir koku bombası yerleştirdin.”
“Yetenekli bir çocuğun kimya deneyinden başka bir şey değildi.” “On üç yaşındaydın. Sessizdin. Çalışkandın. Koku bombası olayından beri tek bir yanlış adım atmamıştın. Saçlanm mora boyayıncaya kadar. Sonra inanılmaz bir değişiklik! Bert’in kolej kupalarım topladın, bir çöp şirketini aradın ve hepsini gönderdin.”
“Sana bundan söz ettiğimde senin de hoşuna gitmişti. İtiraf et” Ama Phoebe durmuyordu ve bir şey itiraf etmeye filan da niyeti yoktu. “Dört yıl geçti. Örnek davranışlarla ve yüksek okul başarılarıyla dolu dört yıl. Dan ve ben seni evimize, kalplerimize aldık. Son sınıftaydın ve okul birincisi olacaktın. Düzenli bir evin, yanında seni seven insanlar vardı… Öğrenci Konseyi’nin başkan yardımcısıydın; saçlarına mavi-turuncu şeritler çektiğinde neden endişelenecektim ki?” “Bunlar okulun renkleriydi,” dedi Molly, zayıf bir sesle.
“Polis beni aradı ve kardeşimin -benim çalışkan, zeki, örnek vatandaş kardeşimin!- öğle tatili sırasında yangın alarmını…