Tarih

Ahmet Samim – 2. Meşrutiyet’te Muhalif Bir Gazeteci

ahmet samim 2 mesrutiyette muhalif bir gazeteci 5edb59dfbf2af“Beyefendi, dalgın bir insan ayağının idam sehpasına takıldığı bir memlekette hiç gazetecilik yapılabilir mi, gazete çıkarılır mı?”

Cumhuriyet döneminin erken bir safhasında dile getirilen bu sitem, aslında medeni cesaret sahibi gazeteciliğin tarihini özetler. Ahmet Samim’in medeni cesaret sahibi bir gazeteci olarak yaşamaya çalıştığı kısacık ömrü, sokak ortasında öldürülerek son buldu. İttihat ve Terakki muhalifi bir gazeteci, muhalif bir siyasi şahsiyetti. Hayatı, sadece fikirleri, muhalefetinin sertliği ve ölümü ile sınırlandırılamaz. Ölümünden sonra meslektaşlarının tepkisi de Osmanlı-Türkiye gazetecilik tarihi açısından ibretliktir.

Mehmet T. Hastaş’ın bu kitabı bir yandan II. Meşrutiyet döneminde muhalif bir gazetecinin portresini çizerken bir yandan da tarihin dışına itilmiş bir meftanın fikirlerini ilk defa kapsamlı bir şekilde ele alıyor. ■

Ahmet Samim, “kurşunla sansür”; sehpa ve sürgünle susturma geleneğinin erken kurbanlarından birisiydi.
Uygur Kocabaşoğlu

…kitabın bu “sonsöz” denilen yerine saklandım. Siz kitabı bitirmiş buradan yolunuza devam ederken, Ahmet Samim’in bir çağdaşı Ahmet Midhat Efendi gibi, arkanızdan “Ey kari!” diye bağırmak için: “Ey kari! Ahmet Samim’i unutma! Bu memlekette böyle düşünüyor diye adam öldürdüklerini hiç unutma!”
Murat Belge

***

Önsöz
Uygur Kocabaşoğlu

Ahmet Samim, “kurşunla sansür”; sehpa ve sürgünle susturma geleneğinin erken kurbanlarından birisiydi. Gelenek, yaklaşık yüz yıl içinde yine yaklaşık yüz can aldı. İttihat ve Terakki komitacılığıyla başlayan bu gelenek. Mütareke döneminde devam etti; Cumhuriyet’in ilk yıllarında bir gazeteciye:

“Beyefendi, dalgın bir insan ayağının idam sehpasına takıldığı bir memlekette hiç gazetecilik yapılabilir mi, gazete çıkarılır mı?”

dedirtecek şekilde sürdü; 1970’li yıllardan itibaren sınır taramaz boyutlara ulaştı.

Bu geleneğin neden ve nasıl oluştuğu ve kökleştiğini anlamada Ahmet Samim olayı yol gösterici olabilir.

Ahmet Samim Galatasaray Sultanisi ve Robert Kolej’de eğitim gördü. Bir yanıyla Jakoben, bir yanıyla püriten erdem ve hoşgörü hasletlerini ve yazılarında sık sık Osmanlı mülkünde pek “kıt” olduğunu ileri sürdüğü “medenî cesaret”i bu eğitime borçlu olabilir. Bu onun Prens Sabahattin ekolüne yakınlığında da rol oynamış görünüyor.

Siyasi görüş olarak liberal, anayasacı, adem-i merkeziyetçiydi. Kuvvetler ayrılığı ilkesine bağlılığı ve “teşebbüs-ü şahsi” yandaşlığında, almış olduğu eğitimin ve bu ilkeleri Batı dünyasının başarısının temel taşları olarak görmesinin herhalde önemli bir rolü olmuştu.

Gazeteci kimliğine gelince, arka planda püriten erdemlilik ve hoşgörü bulunmakla birlikte, iktidara yönelttiği sert eleştirilerin, kişiliğindeki Jakoben özellikten kaynaklandığı söylenebilir. Eleştirilerini, ilkesel ve olgusal iki temele dayandırdığı görülüyor. İlkesel eleştirileri, yukarıda değinilen siyasal görüşleri doğrultusundaydı. Ama hasımlarını asıl rahatsız eden, atak bir kişiliğin yanı sıra kendisinde bolca bulunan “medenî cesaret”ten kaynaklanan, usulsüzlük, keyfilik, yolsuzluk, yasa tanımazlığa, baskı ve zulme karşı yönelttiği somut eleştirilerdi.

Ahmet Samim sokak ortasında öldürüldü. Ne onun görüşlerine yakın siyasi çevrelerden, ne basından (özellikle muhalefet basınından), ne de dost ve arkadaş çevresinden herhangi bir tepki geldi. Bunun tek bir istisnası oldu. Hüseyin Hilmi’nin İştirak gazetesi, 16’ncı sayısında (29 Mayıs 1326) ölümünü, “Cinayet-i Fecî” başlığı ile duyurdu ve bir sonraki sayısını da (31 Mayıs 1326) “Ahmet Samim Özel Sayısı”na dönüştürerek, olayı gerektiği gibi protesto etme cesaretini gösterdi. Refik Halid Karay, Bir Ömür Boyunca adlı anılarında bu işi kendisinin örgütlediğini ve yazıları da kendisinin yazdığını belirtmektedir:

“Ahmed Samim vurulunca kendisini muhalefete teşvik edenler, ‘Sabah ola hayır ola!’ diyerek hepsi bir tarafa sindi. Arkadaşlarından dört tanesi, bu haysiyetsizlik derecesindeki medenî cesaretsizlikten iğrendiler, harekete geçtiler: Kıbrıslı Şevket ile Avukat Celal Sofu merhumlar, Halid Göksu ve ben.”

Olay nasıl örgütlenmiş olursa olsun, İştirak gazetesi bu özel sayıda Ahmet Samim’in hayatını kısaca özetliyor, cenazesinin kaldırılışını şöyle aktarıyordu:

“Ve işte vatanın hürriyet-i hakikiyeye nailiyyeti uğrunda feda-yı can eden bu yirmi altı yaşındaki genç, bir ömr-ü mücahedenin tehlikeli safahatında bir hayli zahmet çektikten ve milleti için gözyaşı ve kendi kanını döktükten sonra, böyle çıplak bir tabut içinde bivaye (yoksun) ve her türlü şefkat ve hürmetten uzak [dört hamalın ellerinde] gömülmeğe gönderiliyordu.”

İştirak, “Mebusan ve Matbuat” başlığı altında da şunları yazıyordu:

“Ahmed Samim’in vuku-u katli Beyoğlu ve Avrupa mehafil-i siyasiyesinde pek azim heyecan ve teessürü bâdt olmuş, muhabirîn-i ecnebiye gazetelerine tafsilat vererek bir çok mülahazat ve beyanatta bulunmuştur. Yine şehrimizde Alman, İngiliz, Fransız, Rum, Ermeni lisanıyla münteşir cerideler doğrudan doğruya hürriyet-i şahsiye ve serbesti-i matbuat alemine ika olunan bu cinayetten, bu tehdid-i menfuraneden uzun uzadıya bahs ederek hükümeti ifa-yı vazifeye davet eylemişler, sütunlarını siyah çizgiler arasına alarak izhar-ı matem etmişlerdir. Halbuki Türk gazeteleri, ceraid-i mezkûrenin hilafına olarak ufak bir mülahaza dercinden çekinmişlerdir. Cenazenin nasıl bir suret-i garibede dcfn olunduğunu pek âlâ bildikleri halde, hatta bir takım… kizb ve riya (yalan ve ikiyüzlülük) istimal edecek kadar haysiyet-i matbuatı sefil derekelere indirmişlerdir ”

Dilini bugün için anlamak belki biraz zor ama mesajını algılamamak mümkün değil. Yüz yılda yüz gazeteciyi kurşunlara, sehpalara, sürgünlere vermemenin, matbuatın haysiyetini korumanın yolu, gerek birey gerekse kurum olarak biraz “medeni cesaret”ten geçiyor olmalı!

Sunuş

Şehit gazeteci Ahmet Samim ile Fazıl Ahmet Aykaç’ın anılarının yer aldığı Kırpıntı adlı kitabını okurken tanıştım. Fazıl Ahmet Aykaç, Ahmet Samim öldürüldüğünde yanında bulunan şahıstır.

Ahmet Samim’i tanıdıktan sonra, II. Meşrutiyet üzerine yazılmış kitapları inceledim. Ahmet Samim’den ve öldürülüş hikâyesinden bir-iki sayfa ile bahsedildiğini gördüm. Dönemin aktörlerinin anılarında aynı şekilde Ahmet Samim’in ve öldürülüşünün kısa-uzun hikâyelerinin yer aldığını saptadım. Ancak Ahmet Samim’in yazıları üzerine yapılmış bir çalışmanın olmadığını fark ettim.

Atatürk Kitaplığı’nda yaptığım araştırma neticesinde Sada-i Millet gazetesinin koleksiyonlarının kütüphanede mevcut olduğunu gördüm. Bunun üzerine Ahmet Samim’in Sada-i Millet gazetesindeki makaleleri üzerine çalışmaya karar verdim. Bu niyet Boğaziçi Üniversitesi Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi Enstitüsü’nde Prof. Dr. Zafer Toprak ile birlikte hazırladığım yüksek lisans tezini yazabilmemi mümkün kıldı.

II. Meşrutiyet devrinin 1908-1913 arasındaki beş yıllık döneminin yeterince aydınlatılmadığını düşünüyorum. Öldürülen üç gazeteci olan Hasan Fehmi Bey, Ahmet Samim Bey ve Zeki Bey’in gazete yazıları üzerine bugüne kadar çalışılmamış olması beni böyle düşünmeye sevk ediyor.

1908-1913 yılları arasındaki dönemde İttihat ve Terakki Cemiyeti/Fırkası muhalifi olmuş kişilerin, Cumhuriyet döneminde verdikleri eserlerde; örneğin Fazıl Ahmet Aykaç’ın Kırpıntı’sında, Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun Hüküm Gecesi’nde, Refik Halid Karay’ın Bir Ömür Boyunca‘sında bu dönemin İttihat ve Terakki Cemiyeti/Fırkası muhaliflerinin “şahsiyetsiz kişiler” olarak tasvir edilmesi, 1908-1913 dönemi İttihat ve Terakki Cemiyeti/Fırkası muhaliflerinin, üzerinde çalışılmayı hak etmeyen kişiler olduğu yargısının verilmesini kolaylaştırmıştır.

Benim bu noktada, belki de haddimi aşarak, yapabileceğim ya da en azından sezebildiğim çıkarım şu şekilde olacaktır: 1918-1922 döneminde Milli Mücadele’ye muhalefet eden Hürriyet ve İtilaf çizgisinin 1908-1913 arasındaki geçmişi de lanetlenerek unutulmaya terk edilmiştir.

Bir yüksek lisans tezi olarak hazırladığım ve sonrasında eklemeler yaparak kapsamını genişlettiğim bu çalışmanın gerçekleşmesinde payı olanlara şükranlarımı sunmam gerekir. Tez danışmanım Prof. Dr. Zafer Toprak’a, kadim hocam Prof. Dr. Füsun Üstel’e, Ahmet Samim üzerine çalışmam için beni yüreklendiren Doç. Dr. Ahmet Kuyaş’a, değerli dostum Doç. Dr. Ali Şükrü Çoruk’a, Ahmet Samim’in makalelerine sorunsuz ulaşmamı sağlayan İsmail Bektaş’a, bu kitabı tekrar tekrar okuyarak düzeltmeler yapan Bekir Cantemir’e ve bu kitabın son halini almasında katkıda bulunan değerli dostum Fırat Karagülle’ye teşekkürü borç bilirim.

Giriş

1807 yılında, Nizam-ı Cedid (Yeni Düzen) Reformlarının mimarı olan Sultan III. Selim İstanbul’da bulunan Yeniçeri ocağındaki yedek askeri birliklerin isyanı ve aynı gün Şeyhülislâmın ilan ettiği bir fetvayla tahttan indiriliyordu.(1)

Sultan III. Selim’in tahttan indirilmesiyle yerine geçen Sultan IV. Mustafa, 1808 yılında Rusçuk Ayanı Alemdar Mustafa Paşa tarafından tahttan indiriliyordu. Osmanlı hanedanının kalan tek erkek çocuğu olarak tahta geçen II. Mahmud, iktidarının ilk on beş yılını kendisine bir güç tabanı oluşturmak için harcamış, kalemiyenin, ulema hiyerarşisinin ve ordunun kilit noktalarına güvendiği destekçilerini atamıştı. II. Mahmud’un ikinci hedefi, kendisini iktidara getiren yarı bağımsız ayana boyun eğdirmekti.(2) II. Mahmud dönemindeki kurumsal reformların amacı merkezin, vilayetlerde önde gelen kişiler, başkentte yeniçeriler tarafından zayıflatılan otoritesini yeniden sağlamaktı.(3)

Ağustos 1838’de imzalanan İngiliz-Osmanlı Ticaret Sözleşmesi, Osmanlı İmparatorluğu içindeki reformcuların yeni toplumsal ve ekonomik yapılar kurmak amacıyla mevcut yapıları ortadan kaldırmak için attıkları bir adım oldu. II. Mahmud’un Osmanlı tüccar ve zanaatkârlarını Avrupalı rakiplerine karşı himaye etmek amacıyla yürüttüğü korumacı politika 1838 Antlaşması ile ortadan kaldırılmış oldu ve yabancı tüccarların iç ticarete doğrudan katılmalarına izin verildi. Bu gelişmeler, eski yapıların yıkılacağına ve Batılılaşmayı hızlandıracağına inanan reformcuların hoşuna gidiyordu.(4)

II. Mahmud 30 Haziran 1839’da veremden ölünce yerine, büyük oğlu Abdülmecid geçti. II. Mahmud döneminde başlayan merkezileşme ve modernleşme ıslahattan Abdülmecid döneminde de sürdü. II. Mahmud ve Abdülmecid dönemleri arasındaki temel fark ise iktidar merkezinin Saray’dan Babıâli’ye, bürokrasiye geçmiş olmasıydı.(5)

Tanzimat olarak bilinen yeni bir reform ve yeniden örgütlenme programı başlatan bu yeni bürokrat grubu kendileri için model olatak Avrupa’yı gördüler. Bu bürokrat grubu modern Avrupa’nın gerçekleştirdiği başarıların temelinde özel mülkiyetin kutsallığının ve sultanın mutlak otoritesinin anayasayla sınırlandırılmasına dayanan liberal değerlerin yattığını düşünüyorlardı ancak her iki fikir de geleneksel Osmanlı siyasi geleneği içerisinde yasaktı. Diğer taraftan devletin kurtarılması için bu fikirlerin meşru olarak kabul edilmesi gerekiyordu. Bu amaçla ilk adım 3 Kasım 1839’da ilan edilen Tanzimat Fermanı (Gülhane Hatt-ı Hümayunu) ile atılmış oldu. Bu belge ile tebaaya canlarının, haysiyetlerinin ve mülkiyetlerinin korunacağı güvencesi veriliyordu.(6)

————

(1). Erik Jan Zürcher, Modernleşen Türkiye’nin Tarihi, İletişim, İstanbul, 1996, s 44
(2). Zürcher, a.g.e., s. 51.
(3). Feroz Ahmad, Modern Türkiye’nin Oluşumu (çev. Yavuz Alogan), Sarmal, İstanbul, 1995, s. 40.
(4). Ahmad, a.g.e., s. 43.
(5). Zürcher, a.g.e., s. 78.
(6). Ahmad, a.g.e., s. 41.

Yazar

BENZER İÇERİKLER

Gizli Yönleriyle Atatürk

Editor

Geçmişiniz İtinayla Temizlenir

Editor

Kemal Beydilli – Osmanlı’da İmamlar ve Bir İmamın Günlüğü

Editor

Yorum bırak

* Bu formu kullanarak yorumlarınızın bu web sitesi tarafından saklanmasını ve yayınlanmasını kabul etmiş olursunuz.

İnternet sitemizden en iyi şekilde faydalanabilmeniz ve internet sitemize yapacağınız ziyaretleri kişiselleştirebilmek için çerezlerden faydalanıyoruz. İstediğiniz zaman çerez ayarlarınızı değiştirebilirsiniz. Kabul et Daha fazla oku

Gizlilik ve Çerez Politikası