Kaderin zalim bir cilvesi Simon Blackwell’in hayatını onarılmaz biçimde değiştirdi. Yoğun tutkuların adamı, bozkırın vahşi doğasını kendine sığınak edip bütün dünyayla bağlantısını keserek, duygu ve arzularını sonsuza kadar yadsımaya kararlıydı. Ama insanın aklını başından alacak kadar güzel bir yabancı, adamın karşı durmaya yemin ettiği cinsel güdülerini harekete geçirdi. Simon Blackwell hiçbir kadının onu cezbedebileceğine inanmıyordu.
Annabel McBride dışında… hiçbir kadın.
“SAMANTHA JAMES HEYECAN DOLU, NEFİS ROMANSLAR YAZIYOR.”
-Publishers Weekly
“SAMANTHA JAMES KALBİMİZİN EN GÜÇLÜ HİSLERİYLE UĞRAŞIYOR.”
-Catherine Anderson
“OKUYUCULAR ONUN SEVİMLİ, ÜÇ BOYUTLU KARAKTERLERİNE BAYILACAK.”
-Romantic Times
“SAMANTHA JAMES TAM DA OKUMAYI SEVDİĞİM TÜRDEN KİTAPLAR YAZIYOR.”
-Linda Lael Miller
***
Simon Blackwell’in Günlüğü
Ağustos 1843
Bugün doktor geldi. Ağrımın azalmaya başlamasından memnun. Ama onun bahsettiği ağrı farklı türden. Hayatta kaldığım için şanslı olduğumu bir kez daha yineledi.
Ta ruhuma kadar işleyen çaresizliğin içimde fırtınalar kopardığını ve her gece bitmeyen karanlıkta bana musallat olan o sessizliği bilemediği için, onun bu sözlerinden gittikçe bunalıyorum.
Kimse bunu bilemez.
Belki de en doğrusu budur. Belki adil olan budur.
Belki bu hak ettiğimden fazlası değildir.
Bu günlüğe her gece yazmayı bırakmanın zamanının gelip gelmediğini merak ediyorum. Ama bırakamayacağımı biliyorum. Şimdi değil. Henüz değil. Çünkü sevdiklerimden geriye kalan tek şey bu defter.
Bir de hatıralarım.
Belki onları düşünmek bir gün bu kadar incitmeyecektir. Belki bir gün daha kolay olacaktır.
Ama ne zaman? Soruyorum kendime. Tanrım, ne zaman?
Bir
Öyle görünüyor ki Leticia teyze yetmişinci doğum günü partisinde benim de bulunmamı istiyor. Annemin ailesinden sadece ikimiz kaldık. Yaz aylarında Londra’dan nefret ediyor olmama rağmen -aslında Londra’dan her zaman nefret ederim- onu memnun etmek zorundayım. Sabahleyin yola çıkacağım.
Simon Blackwell
*
Londra, 1848
Leydi Annabel McBride, kuzeni Caroline ve onun iki küçük çocuğuyla Hyde Park’ın batısına doğru gezintideyken, adımları yavaşladı.
“Kesin korkunç görünüyor olmalıyım,” diye endişelendi Caro. “Temmuzda hava iyice bunaltıcı, sen ne dersin Annie?”
Anne, şapkasının yuvarlak kenarının altından Caro’ya baktı. Güneş tepelerinde pırıl pınl ışıldıyordu. Henüz öğlen bile olmamasına rağmen Anne, göğüslerinin arasında ter damlacıklarının biriktiğini hissediyordu. Üzerinde çizgiler bulunan, ipek yürüyüş giysisi dönemin görgü kurallarına uygundu; vücudunun üst kısmına sıkıca oturan korsajı kurdele ve dantellerle süslenmişti, elbette bu işi annesi halletmişti. Korseyle desteklenmiş, sayısız bükülmez iç eteği katmanlarının ve fırfırlı etekliklerin altında Anne, kendini daha çok, bir geminin üstünden atılıp denizde çok uzak noktalara fırlatılacak, sıkıştırılmış bir paket gibi hissediyordu.
Diğer yandan Caro, o güne kadarki en sıcak yaz sabahında bütün şikâyetlerine rağmen, çiğ taneleri yüklü, taze bir çiçek gibi görünüyordu.
Caro’nun art arda iki doğum yapmış olmasına karşın ince ve zarif hâlini koruyabilmesi, sosyete hanımları arasında hem kıskançlık hem de bir kızgınlık yaratıyordu; sonuçta incecik bir bel herkes tarafından imrenilen bir şeydi.
Anne elbette ki bunun daha çok, aralarında neredeyse bir yıl bulunan, sırasıyla üç ve iki yaşlarındaki Isabella ve küçük John sayesinde olduğunu biliyordu. Güneşsi altın sarısı saçlar, koyu mavi gözler ve gamzeli yanaklarla her ikisi de Caro’ya benziyordu. Ailede Izzie ve Jack olarak bilinen ikiliyi hayat dolu ve enerjik sözcükleri tarif etmenin yanından bile geçmezdi. Bu karışıma, bir çocuğun görüş alanına giren bütün kuytu ve köşeleri keşfetme konusundaki hevesini, yaramazlığa olan istikrarlı yatkınlığını da eklersek, özetle, bu küçükler ele avuca sığmaz çocuklardı. Maskaralıkları karşısında çoğu kez Anne -o haylazlığı bir daha tekrarlamamaları için- gülümsemesini aceleyle bastırmak durumunda kalıyordu.
“Öf,” dedi Anne, dudaklannda alaycı bir tebessümle ve refakatçisine göz ucuyla bakarak. “Şahanesin kuzen ve bunu çok iyi biliyorsun.” Anne, saçının her yanına serpiştirilmiş çok sayıda firketeyi hatırladı. Daha şimdiden kalın ve ağır saç modelinin başının arkasından aşağı doğru sarktığını hissedebiliyor du. İskoçya’da, evindeyken, başlığını çıkarıyor, iç eteği gjymiyor -kendi odasının mahremiyetindeyken, elbette- ve dışarı çıkmadan evvel saçını basit bir kurdeleyle ensesinde tutturuyordu. Ama sonuçta burası Londra’ydı ve hiç kuşkusuz bukleleri yukarıda toplanıp boynundan ve yüzünden çekilince sıcaklık daha katlanılabilir oluyordu. Ah, gölün sularından fırıl fırıl dönerek taptaze gelen serin rüzgârlı İskoç iklimine geri dönmek, yeniden Gleneden’da olmak vardı.
Yürüyüş yolu boyunca ilerlemeye devam ederlerken bir at arabası yakınlarda takırdadı. Sabahın sıcaklığı Londralıları evlerine hapsedememişti.
Izzie ve Jack bir ağacın gölgesindeki çimlere doğru koşturuyorlardı. Jack, Izzie’yi ağacın etrafında kovalıyor, Izzie neşeyle bağırıyordu. Caro yakındaki bir banka oturdu, kendisini güneş şemsiyesiyle örttü ve yanaklarını hararetle yelpazeledi.
Aniden yelpazesi kapandı. “Isabella!” diye sertçe seslendi Caro. “Uzaklaşmamalısın. Gel hemen. Anneciğine gel!”
Anne, Izzie’nin Serpentine’e yöneldiğini gördü. Izzie, omzunun üstünden annesine mutluluk saçan bir gülümseme gönderdi, sonra Caro ayağa kalktığında da var gücüyle koşmaya başladı.
“Haydi kovala beni, anneciğim!” diye şakıdı çocuk.
Anne, Izzie’nin yüksek perdeden bir çığlık atıp annesinden uzağa kaçıvermesini seyrederken bir kahkaha attı. Caro, elbette ki kendi kat kat etek yığını tarafından köstekleniyordu. Anne’in bakışları yeniden Jack’e döndü.
Ama Jack artık orada değildi.
Anne’in gülümsemesi kayboldu. Güneş şemsiyesini attı ve anında ayağa kalktı. “Jack?” Gözleri endişeyle önündeki çim alanı taradı. Küçük şeytan! Neredeydi şu yumurcak?
Sonra onu gördü. Kardeşini örnek almıştı, ancak tam aksi istikamete doğru var gücüyle koşturuyordu. Anne seslendi ama Jack’in ayakları şiddetle hareket ediyor, tombul bacakları izin verdiğince hızlı gidiyordu.
“Jack, dur!” Çocuk dönüp baktı, sanki bu onun için bir oyundu. Anne peşinden giderken öne doğru sendeledi. Ne yazık ki, iç etekleri bacaklarının arasıma sıkışmıştı ve neredeyse yüzüstü düşecekti. Kadınların kullanışlı olmayan giysileri giyme zorunluluğu konusunda sessizce söylendi. Kendisini doğrultup Jack’i en son gördüğü yere doğru çıldırmış bir hâlde baktı.
Jack bir kez daha kaybolmuştu. Sonra onun, kumla kaplı, geniş Rotten Row yoluna ulaşmak üzere olduğunu gördü.
Bir atla sürücüsü hızla oraya doğru yöneliyordu.
Anne panikledi. Kimin göreceğini umursamadan, elleriyle eteğini kavradı ve yukarı kaldırdı.
Her şey bir ses ve hareket girdabı içinde olup bitmiş gibiydi. Birisi bağırdı; sürücünün elleri dizginleri kıvırdı ve hızla geri çekti. At kişnedi ve şahlandı, güçlü toynaklan havayı dövdü. Anne’in boğazı korkudan düğümlendi, Jack atın neredeyse tam altındaydı!
Dehşete düşüren bir korku sardı içini. Tanrım. Ah, Tanrım. Küçük Jack içinde bulunduğu tehlikeyi bilmiyordu. Ve Anne asla zamanında çocuğa ulaşamayacaktı.
Anne güçlü toynakların bir adama ne yapabileceğini çok iyi biliyordu. Bir adam sakatlanabilir, kötürüm kalabilirdi. Ölebilirdi.
Bir çocuğunsa hiç şansı yoktu.
Oldukça uzaktan gelen tuhaf bir çığlık işitti, belli belirsiz bu çığlığın kendisine ait olduğunu anladı.
Ve Jack… Sonunda çocuk aniden durdu. Anne’e doğru döndü; küçük, yusyuvarlak suratı hafif şaşkın görünüyordu.
Ama orada başka bir şey daha vardı. Başka birisi. Onun kim olduğu, nereden ve hatta ne zaman geldiği hakkında Anne’in hiçbir fikri yoktu. Ama göz açıp kapayıncaya kadar ani bir kımıldanma oldu. Bir kişi ileri doğru atıldı, küçük çocuk havaya kaldırılıp uzaklaştırıldı ve tam o sırada devasa hayvanın ön ayakları küçük Jack’in başının yalnızca birkaç santim ötesinde yere vurdu. Anne çok yakındaydı ve ayaklarının altındaki toprak gümbürdeyerek sallandı.
Sürücü özürlerini dile getirdi. “Bir şey olmadı ya?”
Anne onu güçlükle işitti. Adama ve çocuğa doğru atıldı. Göğsünün içindeki kalbi hâlâ deli gibi çarpıyordu. Bu olaydan kıl payı kurtuldukları için Anne, tepeden tırnağa, içten ve dıştan titriyordu; tamamen sarsılmıştı.
Anne’in bakışlan, Jack’i kolunda tutarken, bir elini de koruyucu bir biçimde çocuğun sırtına dolamış olan adama doğru yükseldi. Söyleyeceklerini toparlamaya çalışırken dudakları aralandı. Ama bir sözcük bile söyleyemeden…
“Tanrım, Madam, sizin hiç aklınız yok mu?” Fırtına bulutu rengi gözler, Anne’i baştan aşağı süzdü. “Sizin neyiniz var böyle? İyi bir anne, çocuğunun böyle bir tehlikeye girmesine asla izin vermez. Tanrı aşkına, oğlunuzun nerede olduğuna niçin dikkat etmiyorsunuz?”
Anne’in nefesi kesildi, Jack’in peşinde çılgın gibi koşmaktan zaten soluksuz kalmıştı. Ama dilinin tutulmasının nedeni havanın yetersizliği değildi. Şaşkınlıktı. Katışıksız ve mutlak şaşkınlık.
Aslında Anne’in tam anlamıyla ağzı açık kalmıştı. Sözcükleri besleyen öfke inkâr edilemezdi. Adamın hiddeti karşısında şoke olmuş ve onun duygusuzluğundan incinmiş bir hâlde, adama yalnızca hayretle bakabiliyordu. Adam kabaydı. Ölçüsüzce, hatta anlaşılmaz bir biçimde kabaydı. Belli ki kapıdan çıkarken terbiyesini evde bırakmıştı.
Anne’in dudakları birbirine sıkıca bastırılmıştı. Annesinden kendisine, kestane rengi gür saçları, fildişi teni ve içtenliğiyle soyluluğu miras kalmıştı. Ama ailenin geri kalanının da çok iyi bildiği gibi, coşkun doğası ve asabiyeti inkâr edilemez bir biçimde İskoç’tu ve -huzur içinde yatsın- babasından gelmekteydi.
Ah, bu adama tokatla, aslında yumruğuyla cevap vermeyi ne kadar da istiyordu. Ama bu gibi bir davranış, hiç de leydiye yakışır bir davranış değildi ve bu beyefendiyi bağışlayacaktı; soyluluk gereği öne doğru fazlasıyla eğilip selam verdi, adamın kinci ses tonu, onun bunu yapmasına engel olamazdı. Anne’in bu tavrı, adamın bir beyefendi olduğunu kabul ettiğini kesinlikle göstermezdi.
Anne’in gözleri kısıldı. “Şimdi buraya bakın,” diye başladı.
“Hayır, Madam, siz buraya bakın! Çocuk ölebilirdi, çünkü siz, annesi olarak onu doğru düzgün bir ebeveynin yapması gerektiği gibi göz önünde tutmadınız. Siz annelik rolüne hususiyetle uygun değilsiniz!”
Ve, diye düşündü Anne, bu adam hususiyetle zalimdi. Hususiyetle budalaydı. Hususiyetle zorbaydı; eğer dudaklarının inceliği ve dik dik bakan yüz ifadesi bir göstergeyse, kesinlikle bir zorba kadar da vahşiydi. Eğer kendisini bir kez daha aşağılayacak olursa, ona vuracaktı. Zaten ona çoktan vurmuş olmalıydı. Jack -ah, küçük dostumuz kesinlikle hainlerin en kötüsüydü!- adamın yeleğindeki parlak altın düğmelerle kendini eğlendiriyordu. Jack genelde yabancılarla anlaşamazdı ama bu yabancıdan oldukça memnunmuş gibi görünüyordu, ki bu durum Anne’i daha çok kızdırıyordu.
“Ben onun,” Anne ince dudaklarının arasından üstüne basa basa, “annesi değilim,” dedi.
Adam tiksinti belirten bir ses çıkardı. “Bakıcısısınız o zaman. Tanrım, sizin işten atılmanız gerek.”
Anne nefessiz kaldı. Onunla ne cüretle böyle konuşuyordu!
“Oğlum! Lütfen oğlumu verin bana! Ah, lütfen!”
Bu Caro’ydu, çimin üstündeki koşuşturmacadan dolayı nefessizdi. Izzie’yi Anne’in kollarına itti. “Tatlım, iyi misin?” Bir çığlıkla Jack’i adamın kollanndan koparırcasına çekip aldı.
“O iyi, Caro,” dedi Anne çabukça. “Bir çizik bile yok, bu… beyefendi sayesinde.” Beyefendi sözcüğünü dudaklarından çıkarabilmek için kendisini zorlaması gerekti.
Caro çocuğu kendisine çekti. “John Ellis Sykes, anneni çok korkuttun.” Yanağını, Jack’in tombul boynuna gömdü. Yaşlardan ıslanan gözleri sıkıca kapandı.
Adamın bakışları Caro’ya odaklandı. Haşinliği yumuşamaya başladı. Tabii Anne buna şaşırmadı. Caro’nun narin, gamzeli güzelliği her zaman erkeklerde bu etkiyi yaratırdı. Ama Anne, adamın kendisine çıkışması karşısında hâlâ öfkeden kuduruyordu. Açıkça bir beyefendi olmasına rağmen -giysileri ve davranışı böyle olduğunu gösteriyordu- Anne onun bir beyefendi olduğunu kabul etmiyordu. Adam yerden şapkasını almak için eğilip de sıkı poposunu gözler önüne sererken, Anne’in aklına oldukça çocuksu bir heves geldi. Ah, şu anda adamın tam poposuna isabet edecek bir tekme atmak için neler vermezdi.
Caro burnunu çekerek başını kaldırdı ve gaddar adama sulu bir gülümsemeyle baktı. “Sör, size borçlandım.” Bir elini uzattı. “Ben Bayan Caroline Sykes. Ve siz?..”
“Simon Blackwell.” Adam, Caro’nun eldivenli parmak uçlarını oldukça kısa bir süre sıktı. “Bir zevk, Madam.”
Caro hafifçe güldü. “Görüyorum ki kuzenim, Leydi Annabel McBride’la çoktan tanışmışsınız.”
Anne elini uzatmadı, Jack’in kurtarıcısı da bunu bekliyormuş gibi gözükmüyordu. Simon, onu başını eğerek selamladı; terbiyeli İngiliz annesinden gelen görgü kuralları, Anne’in ona karşılık vermesini gerektiriyordu. Her ne kadar içinden gelmese de Anne kendisinden bekleneni yaptı.
Tam o saniyede, Anne birçok şeyi fark edip kendisini yutkunurken buldu. Mesela adamın boyu. Adam, Anne’in düşündüğünden de uzundu; en az kızın ağabeyleri kadar uzun. Boyu posuna rağmen, adamın refleksleri dikkat çekici biçimde hızlıydı. Saçları gecenin en karanlık saatleri gibiydi, kalın kaşları da kapkaraydı. Şapkasının kenarı köşeli ve kare biçimli yüzüne gölge düşürmüştü. Adam başını hafifçe çevirince Anne onun gözlerini gördü. Gözlerinin kristalden bir ton koyulukta, solgun gri olduklarını görmek neredeyse sarsıcıydı. Adamın az önceki azarlamasıyla hiçbir ilgisi olmayan, Anne’in kavrayamadığı bir nedenden dolayı tedirgin ediciydiler.
Bir anda, Anne oradan derhâl ayrılmaktan başka bir şey istemez oldu. Hemen. Simon Blackwell’den hoşlanmamıştı. Nazik davranışlarda bulunmak istemiyordu. Caro’yla birlikte ne kadar erken oradan ayrılırlarsa o kadar iyiydi.
Ancak Caro’nun onunla aynı fikirde olmadığı anlaşıldı.
“Sör, size gerektiği gibi teşekkür etme fırsatım olsun isterim. Aslında,” diyordu Caro, kocası John’un kendisini köşeye sıkıştırdığını söylediği o parlak gülümsemesiyle, “akşam yemeğinde bize katılırsanız bundan onur duyarım. Viv hala için sorun olmaz, değil mi Annie? Vivian halaya bayılırım ve bunun, bana en